Çandar'dan AK Parti'ye 17 Aralık ve cemaat resti!
Abone ol17 Aralık Operasyonu ve cemaat iddialarına dair oldukça net konuşan Cengiz Çandar "Paralel yapı’nın darbesi” dememi istiyorsun! Demeyeceğim bunu!" dedi...
Bugün gazetesinden Fatih
Vural'a konuşan Radikal yazarı
Cengiz Çandar 17 Aralık operasyonu ve
Gülen Cemaati iddialarını yorumladı. Operasyona
ilk günden itibaren destek veren Çandar, cemaat iddialarına
mesafeli kalarak dikkat çekmişti.
Çandar, cemaatiin itham edildiği 17 Aralık Operasyonu’na dair oldukça net konuştuğu röportajda "Bütün işaretler ciddi bir yolsuzluğun var olduğunu gösteriyor. Sen, işin bu tarafına gözlerimi kapayıp; ‘Paralel yapının darbesi’ dememi istiyorsun! Demeyeceğim bunu! Çünkü ben öyle görmüyorum." dedi.
İşte Çandar röportajından çarpıcı bölümler:
2011 SEÇİMLERİ ERDOĞAN İÇİN MİLAT
SAYILABİLİR
AK Parti’nin bir vesayeti kaldırırken, yerine kendi
vesayetini ikame ettiğini söylüyorsunuz. Bu süreç ne zaman
başladı?
2011 Seçimleri’nde yüzde 50 civarında alınan oy, Tayyip Erdoğan’a
sağladığı özgüven açısından milat sayılabilir. 2011 Seçimleri’yle
başlayan trendi, geri dönülmez bir mecraya sokan bence iki önemli
istasyon var: Gezi Olayları ve 17 Aralık. Postmodern-işlevsel
anlamda ‘tek adam, tek parti rejimi’ne doğru yol alınması, hukuki
çerçevesinin oluşturulmaya başlanması, Gezi Olayları’nın öneminin
işareti. Erdoğan, 17 Aralık’ı da, ‘Paralel yapının, iktidarıma
yönelik darbesi’ diye tanımlayarak, tek adam ve tek parti rejimini
sağlama almak için harekete geçti.
BÜTÜN İŞARETLER YOLSUZLUĞUN VAR OLDUĞUNU
GÖSTERİYOR
Wall Street Journal röportajınızda, “17 Aralık’la ilgili
Cemaat’i eleştirmek, Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını
meşrulaştırmaya ve tapelerle ortaya çıkan gerçekleri bir yana
bırakmaya yarar” dediniz.
7 Şubat 2012’de, Hakan Fidan’ın ve eski MİT sorumlularının Oslo
Görüşmeleri’yle ilgili Özel Yetkili Mahkemeler tarafından
çağrılmasına çok şiddetli tepki vermiştim. Fenerbahçe davasında da,
Cemaat mensubu olduğu ileri sürülen emniyet mensuplarının ve Özel
Yetkili Mahkemelerin savcı ve hâkimlerinin yaptıkları nedeniyle,
Cemaat mensubu arkadaşlarıma, “Cemaat şaibe altında. Madem şaibe
altında değilsiniz, tavır alın. Medyanızla, bu yapılanları
destekliyorsunuz” demiştim.
PARALEL YAPI DARBE YAPTI DEMEMİ
İSTİYORLAR! DEMEYECEĞİM BUNU
Ne karşılık verdiler?
Cemaatin ileri gelenlerinden birisi, bu lafın bilinçli olarak
yayıldığını, yargıda hâlâ ulusalcıların ve hatta Ergenekon
destekçilerinin ezici çoğunluğu oluşturduğunu söyledi. Ben de
“Evet, doğru. Eskiden her taşın altından komünizm çıkardı! Şimdi de
izahatı yapılamayan her şey için ‘Cemaat yapıyor’ deniliyor” dedim.
Komünizm tartışmasının aktörlerinden biri olduğum için, 100 olay
varsa, 15’inde biz vardık. Ama 85’iyle hiçbir alakamız yoktu.
Dolayısıyla halden anlıyorum. O yüzden de hiçbir zaman, “Bunu yapan
Cemaat’tir” demedim. MİT Krizi’nde gösterdiğim tepki nedeniyle,
bugün benimle ilişkisini kesmiş bazı kesimler, özellikle tebrik ve
teşekkür etti. Şimdi aynı kişiler, 17 Aralık ve sonrasında aldığım
tavır nedeniyle “Cemaatçi” diyor. Niye Cemaat’i eleştirmiyor muşum?
Bütün işaretler ciddi bir yolsuzluğun var olduğunu gösteriyor. Sen,
işin bu tarafına gözlerimi kapayıp; “Paralel yapı’nın darbesi”
dememi istiyorsun! Demeyeceğim bunu! Çünkü ben öyle görmüyorum.
ERMENİLERİ SAVUNDUM, AFOROZ
EDİLDİM
Nasıl görüyorsunuz?
Karl Marx’ın yazdığı meşhur “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i”
gibi, “Tayyip Erdoğan’ın 17 Aralık Darbesi”dir, bence bu. 17
Aralık’tan bu yana çıkarılan kanunlar, bürokraside yapılanlar,
Twitter yasağı, Youtube yasağı, Freedom House’a Türkiye’yi küme
düşürten bütün uygulamalar, ifade ve basın özgürlüğü anlamında
bütün olup bitenler, MİT Kanunu, tapeler, o gün bugün seyrettiğimiz
Tayyip Erdoğan… “Başbakan’la oğlu arasındaki konuşma montajdır”
diyorlar. Montaj olduğunun hiçbir kanıtı yok, montaj olmadığının
bir sürü kanıtı var.
Kulağınıza geliyor muydu, bu yolsuzluk
söylentileri?
Tabii canım.
Hükümet üyelerine ve Tayyip Erdoğan’a uzun süre yakındınız.
Kulağınıza nasıl geliyordu?
Tayyip Erdoğan, 2008-09 gibi, bir yazıdan sonra beni aforoz
etti.
Hangi yazı o?
Türkiye’de çalışan Ermenistan vatandaşlarının sınır dışı
edileceğini söylediği bir konuşması vardı. Ben de Radikal’de,
“Tayyip Erdoğan, Ermenilerden özür dilemelidir” diye bir yazı
yazdım. Ertesi gün, “Sen kimin avukatısın? Sen kim oluyorsun?” diye
bir konuşma yaptı grupta. İsim vermiyor; ama bana giydiriyor. Ben
de, “Bunca yıldır seni savunduğumuz zaman, ‘Sen kimin avukatısın?’
diye sormadın” dedim. O tarihten sonra küstük.
Sonra?
2011’de annem vefat ettiğinde, arayıp taziyede bulundu. Necef ve
Erbil’e gidiyordu. O geziye davet etti. Mart 2011’deki o geziden
sonra da bir daha hiç görüşmedik.
O gezide nasıl bir diyalogunuz oldu?
Görmedi beni. Son gece Erbil’de, Mesut Barzani’yle görüşme vardı,
Neçirvan Barzani’nin evinde. Neçirvan Barzani beni görünce,
“Gelsene” dedi. Aynı masada oturunca fark etti beni. Mesut
Barzani’yi gösterip, “Pederin vefatından haberi var mı?” dedi.
“Peder değil, valide” dedim. “Mesut’a söyleyeyim” dedi ve söyledi.
Dönüşte, uçakta Irak izlenimlerini anlatıyordu. Ben de “Efendim
biraz da Suriye konuşsak. Libya ve Mısır’daki gelişmeler, Suriye’ye
intikal etmişe benziyor” dedim. Bunun üzerine, “Teypleri kapatın.
Ciddi konuşalım” dedi. O, son görüşmemizdi. Ben o sırada TESEV
için, PKK’nin silah bırakması raporunu yazıyordum. TESEV Başkanı
Can Paker de Kandil’e gittiğimi söylemiş, ona. “Bu konuda sizinle
de görüşelim” dedim. “Seçimler için kampa çekileceğiz. Bir ara
görüşelim” dedi. Özel kalemi aradı, “Ne zaman yapalım?” diye. “Ben,
size tabiyim” dedim. Son temasım o oldu.
TESEV Raporu’nu nasıl değerlendirmiş?
Biraz bozulmuş.
Hangi maddelere?
Raporun ruhuna. O rapor yayınlandığında, Oslo görüşmeleri
yapılıyordu. Bunu Talabani’den öğrenmiştim. Rapor, yeni siyasi yapı
ortaya çıksın, raporun ipuçlarını harekete geçirebilsin diye,
Haziran ayında, seçimlerden bir hafta sonra açıklandı. Fakat
Temmuz’un 14’ü gibi Silvan Olayı gerekçe gösterilerek süreç
durduruldu. Çatışma ortamı, 90’ları hatırlatacak şekilde geri
geldi. Rapor, önerileri itibariyle, çıktığı tarihin iki hafta
sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın hiç işine yaramayan, tersine işini ve
söylemini olumsuz etkileyecek hale geldi.
Dolayısıyla…
Dolayısıyla o raporun yazarı olarak benim iptal edilmem gerekirdi!
Açılım yeniden başladı; ama hâlâ benim hakkımda, -kaynağının neresi
olduğunu gayet iyi bildiğim, onlar da benim bildiğimi biliyor- bir
kişilik katli kampanyası yürütülüyor: “Çandar çözüme karşı, savaş
yanlısı!” Buna, Tayyip Erdoğan’la saf tutan, bir zamanlar çok yakın
arkadaşım olan insanlar da katılmış vaziyette.
AKİL ADAM OLMADIĞIM İÇİN TEŞEKKÜR
ETMELİYİM
Aynı cephenin bir başka iddiası da, Hasan Cemal ve sizin,
akil insanlar heyetine seçilmediğinizden ötürü muhalefeti
sertleştirdiğiniz. Akil insan seçilmediğiniz için kırgın
mısınız?
Hasan Cemal, daha Akil İnsanlar Heyeti ortada yokken, böyle bir şey
olsa dahi katılmayacağını söylemişti. Bana gelince, Tayyip
Erdoğan’a, o 63 kişi arasına beni sokmadığı için teşekkür etmem
lazım, beni kişiliksizleştirmediği için! 65 yaşını geçmiş, Kürt
sorununa ilişkin bunca yıllık ilişkileri olan birisi, iki aylık
yaptığı işin sonuçları tamamıyla Tayyip Erdoğan’ın keyfine
tabiyken, akil adam olmadığı için küsecek! Böyle saçmalık olmaz!
Usulen de olsa bir teklif bekler miydiniz?
Konu Kürt sorunuysa, Irak’taki Kürt liderleriyle Türkiye
Cumhurbaşkanı (Özal) arasındaki ilişkileri kurmuş olan, o günden
bugüne Kürt sorunuyla ilgilenmiş olan, 2009 yılında Ankara’daki ilk
açılım toplantısına çağrılmış olan, TESEV’in raporunu kaleme almış
olan birisi olarak, herhalde benim de, Hasan Cemal’in de olması
gerekirdi. Ama çağrılmayacağımı biliyordum.
Nereden biliyordunuz?
“Başbakan sana takmış durumda” diye, sürekli haber geliyordu. Akil
adamlık ilk kez Murat Karayılan’ın Hasan Cemal’le 2009 yılında
yaptığı görüşmede gündeme getirildi. Hatta ilk İlter Türkmen’in adı
geçti. Akil adam, herkesin saygı duyacağı, ihtilafların çözümünde
tarafların önerilerini ciddiyetle ele alacak insanlar topluluğudur.
Orada 30-35 yaşında, hükümet yanlısı gazetelerin röportaj
muhabirleri, köşe yazarları vardı. Sen hayatta ne gördün, ne
yaptın, nesin, kimsin? Bu sorunla ne alakan var? Yok. Bunlar,
hükümetin PR timleriydi. Başkanı, başkan yardımcısını, raportörü de
hükümet belirliyor. Salıyor çayıra. 2 ay süre veriyor. 2 kere
görüşüyor bunlarla. Bitti! 2012’nin son aylarında, akil adamlar
projesinin hazırlığı sırasında, çatışma çok şiddetliyken, açlık
grevleri sırasında ben hükümete çok sert eleştiriler yaparken,
“Erdoğan sana taktı” diye bilgiler geliyordu. O kadar hukukumuz
var. “Sen niye böyle diyorsun?” diyebilirdi. “Sayın Başbakanım ne
olur bana takmayın?” diye yazı mı yazacağım? Ondan 6 yaş büyüğüm ve
bu ülkede ondan daha fazla şey görüp geçirdim. Tamam, o benden çok
daha önemli bir adam; ama ben hayatta kimseye biat etmedim, ona da
etmem!
ERDOĞAN, MÜSLÜMAN KARDEŞLER’İN TÜRKİYE
TÜREVİ
Kürt sorununun çözümüne yönelik yapılan Özal-Erdoğan
analojisine, Özal’ın eski danışmanı olarak nasıl
bakıyorsunuz?
Analoji yorumlarına yol açan, Tayyip Erdoğan’ın iktidara geldiğinde
ortaya koyduğu reformcu, atılımcı ve enerjik görüntüsü. Bu yolu
Özal açmıştı ve dindar bir adamdı. Erdoğan da İslamcıydı. Bu da
analojiyi kolaylaştırıyordu. Ama en önemlisi, Tayyip Erdoğan’ın
reddi miras yaparak, Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinde değil,
Menderes ve Özal’ın çizgisinde devam ettiğini söylemesiydi ki, bu
doğru değil.
Neden?
Bir, Turgut Özal, inançlı bir Müslüman’dı; ama İslamcı değildi.
Tayyip Erdoğan, İslamcı bir arka plandan geliyordu. O nedenle
Menderes-Özal-Erdoğan çizgisi doğru değil. En azından 2011 sonrası…
Hele hele 2014 itibariyle Tayyip Erdoğan, Müslüman Kardeşler’in
Türkiye türevini temsil ediyor. Özal’ın dünya kavrayışı ve kafa
yapısıyla Erdoğan’ınki birbirine hiç benzemiyor. Özal,
enternasyonalistti. Tayyip Erdoğan, ümmetçi. 2011’de, balkon
konuşmalarıyla başladı buna. Turgut Özal iyi bir siyasetçi değildi.
Tayyip Erdoğan mükemmel bir siyasetçi!
ERGENEKONCULARIN DİLİNİ, AK PARTİ BİZE
KULLANIYOR
Özal neden iyi bir siyasetçi değildi?
Duygusal bir adamdı. İyi yürekli bir insandı. Liderlerde bu
özellik, iyi bir şey değil. Demirel sahneye çıktıktan sonra Özal’ın
bütün dengeleri bozuldu. Şahsi görüşmelerimizde bunu bana da itiraf
etti.
Neydi o itiraf ettikleri?
Partinin, Mesut Yılmaz’ın yola çıkmasına imkan verecek profil
çizmesi ve ‘Özalist’ bir karakterden ‘Demirelist’ bir eğilime
girmesi. Özal, Türkiye’yi, dünyanın ilk 14-15 ülkesi içine sokmayı
tasavvur ediyordu. Tayyip Erdoğan da 2023’te, ilk 10’a taşımak
istiyor. Ama gelinen noktada, Erdoğan’ın, Türkiye’ye ‘orta gelir
tuzağı’ denilen tehlikeyi atlatacak ne vizyonu, ne ekonomi anlayışı
var.
Yani?
Tayyip Erdoğan döneminde büyük ivme kazanmış olan inşaat sektörüyle
bunu başarmak, hele hele bu yolsuzluk hikâyelerinin patlak
vermesinden sonra mümkün değil. Zaten havuzdaki para,
müteahhitlerin koyduğu para. Hi-tech üretimi falan yok,
Erdoğan’ın ekonomi modelinde. Uluslararası ilişkilerde de Türkiye
bir tecrit yaşıyor. Özal, Batı dünyasında yer almak istiyordu.
Erdoğan ise Batı ile çatışan bir zihniyetin adamı. Önce Alman
Cumhurbaşkanı’na, sonra da Freedom House’a verilen tepkileri
hatırlayın.
Bu dilin, AK Parti’nin başta mücadele ettiği ulusalcı,
hatta Ergenekoncu söylemle birebir örtüştüğünü
söylüyorsunuz…
AK Parti’nin AB bayrağını kaptığı dönemde, Ergenekoncu ve ulusalcı
çevrelerde, medyada hangi yayınlar yapılıyordu, hangi tabirler
kullanılıyordu? Irak’taki gelişmeler üzerine Metal Fırtına
kitapları yazılıyordu. Ergün Poyraz’lar, Erdoğan ve Gül’e “Musa’nın
Çocukları’ diyor, o kitaplar best seller oluyordu. Şimdi o dilin
aynısı, AK Parti tarafından bize yönelik uygulanıyor. Üstelik de
aynı gerekçelerle. Bir padişah var, biz de onun kullarıyız! Buna
karşı çıktığın anda ‘Musa’nın çocuğu, siyonizm ajanı, Yahudi
sermayesinin adamı’ oluyorsun. Hiçbir şey değilsen,
oryantalistsin!
PKK, TÜRK SİYASETİNE GİRMEDİKÇE SİLAHLAR
GÖMÜLMEZ
Kürt sorununun çözümünde neredeyiz?
Güçlü bir ateşkes ve çatışmasızlık hali var; ama çözümden
bahsedemeyiz. Sadece buradakileri değil, 1. Dünya Savaşı
sonrasında, Ortadoğu’nun büyük etnik toplulukları içinde devlet
sahibi olmamış, parçalanmış bütün Kürtleri ilgilendiren bir sorun
var ortada. Türkiye’nin Kürt sorunu olarak da PKK sorunu var. Çözüm
dediğiniz, bu iki vektör üzerinden yürümek durumunda. İkisini de
kabullenmek zorundasınız. PKK kısmını çözmeniz için, birincisi,
silahları bıraktırmanız gerekiyor. Onu yok edemediyseniz,
konuşacaksınız. Fakat nihai olarak Abdullah Öcalan hapiste kaldığı,
PKK’nin de silahlara hükmeden kadrosu böyle kaldığı sürece, sorunu
çözemezsiniz. “Konuşalım, öyle bir çözüm noktasına gelelim ki siz
de serbest kalın”… Bir boyutu, bu.
Yani af…
Bu ifade alerji yapacaksa, başka bir ifade bulun. PKK’nin silahları
ebediyen gömmesine yol açacak şey, PKK’lilerin Türkiye siyasetine
entegre hale gelmeleri.
Öcalan?
O da dahil. O olmazsa olmaz. Diyelim ki mesele çözülemeden, PKK’nin
mensupları öldüler. Başka bir örgüt kurulur, yine devam eder.
Geldiğimiz noktada, Irak’ta yarı bağımsız ötesi bir Kürt varlığı
var. Suriye’de fiilen ve üstelik Irak’takinden farklı olarak,
PKK’nin bir bölümünü oluşturan unsurların yönetimindeki Kürt
bölgeleri var. Dolayısıyla Kürtlerin kendilerini idare edebileceği
bir yapının oluşması gerekiyor.
Ayrı devlet mi?
Hayır, Türkiye sınırları içinde. Ha bu özerklik mi olur, federasyon
mu olur? Yerelden değil özyönetimden bahsediyorum. Çözüm sürecine
de “Bu iki vektörde neredeyiz?” noktasından bakmamız lazım. Cenaze
gelmemesi, silahların çalışmaması, çözümü konuşabilme iklimi
bakımından fevkaladedir. Ama bu konuşmalara yakın bir yerde
durmuyoruz. Çatışma ortamı geri dönebilir mi? Dönebilir.
Silvan’daki gibi?
O, bir çatışmanın başlangıcı değildi ve orada bence haklı olan
taraf devlet değil. Brüksel’deki, dağdaki PKK liderlerinden,
BDP’lilerden, devletten, eski adalet bakanından, bizzat çatışmanın
içinde bulunanlardan dinlediklerimle çıkardığım sonuç, bunun süreci
ortadan kaldırmak için PKK’nin başlattığı bir eylem olmadığı. Tam
tersine, 2011’de yüzde 50’lik oy oranından sonra, o zafer
sarhoşluğu içinde devletin bu işe devam etmek istememesi. Sonra iş
genişlemeye başladı. 2012’deki açlık grevleriyle birlikte, 2013’te
bugünkü sürece geri dönüldü. O arada iki taraftan da ölenler
pisipisine gitti! Bunu yaşamamız şart mıydı? Donmuş bir durumdayız.
Çatışmaların da başlama riski var. 1999’da Abdullah Öcalan
tutuklandığında, tıpkı 2012 Nevruz’undaki gibi “Silahlı mücadele
bitmiştir” dedi. Hatta PKK lağvedildi. 2004 yılında silahlı
mücadele geri geldi. Şimdi bu kadar güçlüyken, “Hadi lağvedelim”
deseniz de edemezsiniz.
RÖPORTAJIN TAMAMI İÇİN BURAYA TIKLAYIN...