Çandar ölümden dönmüş
Abone olÇevik Bir'in Andıç kompolusuna kurban giden Cengiz Çandar o günleri ve Akın Birdal suikastini yazdı.
28 Şubat itirafları birbiri arıdan geliyor. Dinç Bilgin'in
ardından Oktay Ekşi'nin hata yaptıklarını itiraf etmesinin ardından
mağdurlardan Bugün yazarı Cengiz Çandar Çevik Bir'in hazırladığı
tertibi başlığıyla yazdı. Çandar Akın Birdal'ın heedf seçilerek
kendilerinin kurtulduğunu söyledi.
Yazı: Cengiz Çandar
Kaynak:
-Bundan sekiz yıl önce bugün (12 Mayıs 1998), o sırada ders
verdiğim Bilgi Üniversitesi’ne giderken, arabada radyodan İnsan
Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın vurulduğunu, ağır yaralı
olarak hastaneye kaldırıldığını işitmiştim.
Akın Birdal’ın vücuduna iki şarjör dolusu kurşun boşaltılmıştı.
Bekliyordum. Birimize olacaktı. Akın Birdal’ın ismi, on gün kadar
önce M. Ali Birand ve benim ismimle birlikte, daha sonra adının
“Andıç” olduğunu öğrendiğimiz kahpe tertipte yer almıştı. PKK’nın
ileri gelenlerinden biri olan Şemdin Sakık yakalanmış, ne ifade
verdiği, hazırlık soruşturması gizli olduğu halde, bizzat bundan
sorumlu olanlar tarafından basına sızdırılmaya başlamıştı.
Gazetelerde, Şemdin Sakık’ın “bazı gazetecilerin PKK’dan para
aldığını söylediği” haberleri yer almıştı. Ardından, Oktay Ekşi,
“Alçakları Tanıyalım” diye bir başyazı kaleme almıştı. Daha sonra,
Uğur Dündar, bunu Kanal D Haber Bülteni’nde sanki söyledikleri
doğruymuş gibi eda ve yüz ifadesiyle açıklamış ve bu hayasızca
yalan ertesi gün dönemin en fazla satan Hürriyet ve Sabah
gazetelerinde sürmanşet olarak yayınlamıştı. Şemdin Sakık’ın böyle
bir şey söylemediğini, bunun ifadesine sokuşturulduğunu hemen, bu
pis tertibin “Andıç” adlı bir Genelkurmay çalışması olduğunu iki
yıl sonra (2000) öğrendik.
Kişiliklerimize yönelen alçakça tertibin kokusu önceden çıkmıştı.
Haberini almıştım. Daha sonra, tüm kamuoyuna ilan edildi. Kamuoyu,
tabii ki bunun tertip olduğuna değil, “gerçek” olduğuna
inandırılmak isteniyordu. İçlerinde benim de bulunduğum birkaç kişi
için “toplu linç” ya da “suikast yolu”na geçit verilmişti. Onun
için, birimizden birine bir şey olmasını bekliyordum. Akın
Birdal’ın vurulduğunu duyduğum anda, “Hepimiz adına demek ki
vurulmak için o seçildi” düşüncesi aklımdan geçti.
Bir saat sonra, Bilgi Üniversitesi’ndeki dersliğin kapısı açıldı.
Üniversite idaresinden biri, “çok acele ama çok acele Sabah
gazetesini aramam gerektiğini” bana söyledi. Aradığımda, Akın
Birdal olayını bana haber veren ve derhal gazeteye gelmem
gerektiğini söyleyen bir sesle karşılaştım. Beni korumak, sakınmak
istiyorlardı.
“Bunu o pis tertibe dahil olduğunuz, o yalan haberi sürmanşet
yayınladığınız zaman düşünmeliydiniz. Şimdi endişelenecek bir şey
yok. Benim ve M. Ali’nin güvenliği Akın Birdal’ın vurulmasıyla
sağlanmış oldu. Akın Birdal hepimiz adına vuruldu” dediğimi
hatırlıyorum.
Öğleden sonra Sabah gazetesine vardığımda, gazete patronu Dinç
Bilgin’i gerçekten çok kaygılı ve vicdani eziklik halinde gördüm.
Zaten o gün, benim “askıya alınmış” sütunum, Dinç Bilgin’in
talimatıyla askıdan indirildi ve “yarı-sansür” altında tekrar
yazmaya başlamam istendi.
Bu konu, bu “Andıç” konusu, Dinç Bilgin’in geçen hafta Nazlı
Ilıcak’ın -ki, bu Andıç’ı 2000 yılında ortaya çıkartan oydu-
televizyon programında yaptığı açıklamalarla birdenbire yine
gündeme taşındı. Çok kişi yazdı, çizdi. Birkaç televizyon
programına konu oldu.
Türkiye’ye özgü tipik tuhaflıkların bir göstergesi, “Andıç”ın
devlet sistemi ve medya içindeki birinci derece sorumluları
hatırlanacağına ve onlara ilişkin hesaplar açılacağına, “siyasi güç
merkezleri- iş dünyası- medya” arasındaki “kirli ilişkileri” ortaya
döken, yaptığı “yanlışları” gayet açık bir dille anlatan Dinç
Bilgin’e yüklenilmeye kalkışıldı. “Yanlış yaptık” demesi,
yapılanlardan “pişman olduğunu” ve “üzüntü duyduğunu” söylemesi
bazı arkadaşlarımızı “kesmedi”; Dinç Bilgin’in söyledikleri,
anlattıkları kerameti kendinden menkul ahlak zaptiyeleri tarafından
“yetersiz” bulundu.
Ben, Dinç Bilgin’in “soylu” bir davranış gösterdiğini, o dönemin bu
işlerine ilişkin “en az günahkarının o olduğunu” söylemiştim ve
aynı kanıyı koruyorum. Dinç Bilgin ve o döneme ilişkin Hürriyet’in
rolünden ötürü defalarca kamuoyu önünde özür dileyen, Andıç’a
uymayı “meslek hayatının silinmez tek lekesi olarak
hatırlayacağını” yazmış olan Ertuğrul Özkök’ün dışında, o günlerin
hiçbir “doğrudan” sorumlusu hiç kimse ağzını açmadı. Onların
“özürleri” ve “pişmanlıkları” -eğer varsa- Ertuğrul Özkök yazdıktan
bunca zaman ve artık yani Dinç Bilgin’in bu açıklamalarından sonra
değerini yitirir. Herhalde, bu konunun bir “manevi” de olsa, bir
“zaman aşımı” olmalı değil mi; Akın Birdal’ın vücuduna o yüzden
giren iki şarjör kurşunun sekizinci yıldönümünde?
Andıç’ın diğer mağduru, arkadaşım ve meslektaşım M. Ali Birand, dün
Posta’daki yazısına “ANDIÇ bir daha tekrarlanır mı?” başlığını
atmıştı. Niye tekrarlanmasın? Andıç’ın Nazlı Ilıcak sayesinde
ortaya çıkarılmasının ardından, M. Ali’nin dediği gibi “Yapanlar,
yani gerçek sorumlu komutanlar bugüne dek ağızlarını açmadılar.
Hâlâ da suskunlar. Ancak kamuoyu ve TSK mensuplarının önemli
bölümünün vicdanlarında cezalandırıldılar.”
Bu yetiyor mu? “Hukuk” tarafından cezalandırılmadıkları sürece
yetmez; çünkü, şayet “hukuki ceza” yoksa, bunun anlamı, Andıç ve
Andıçlar devam edebilir, bir sakıncası yok demektir.
O zamanlar ve daha sonra birkaç vesile ile “Andıç, Türkiye’nin
Dreyfus Olayı’dır. Ne yazık ki, Türkiye’nin bir Emile Zola’sı
yoktu” demiştim. Geçen yüzyıl başında, Fransız ordusunun Yahudi
kökenli yüzbaşısı Dreyfus’a yönelik komploya karşı çıkarak, bunu
yapan yetkililere “J’Accuse” “İtham Ediyorum” diye haykıran büyük
yazar ve aydın Emile Zola.
Hâlâ yok. Nereden mi biliyorum?
Andıç mağdurları, kamu vicdanında -ihtiyaçları olmadığı halde-
aklanmışken, yitirdikleri Andıç öncesi konumlarına geri
dönemediler. Andıç’ı hazırlayan ve uygulamaya sokan ya da bunda rol
oynayanlar ise örneğin medyada- bırakın yerlerini korumayı, terfi
ettiler ve yükseldiler.
Andıç bir daha tekrarlanır mı?
Ortadan tümüyle kalkmadı ki, tekrarlansın...