Can Dündar 'yasak aşk'a çözüm buldu!
Abone olCan Dündar, Selçuk Üniversitesi'ndeki köşesine taşıdı yazısında 'yasak aşk' için çözüm önerisinde bulundu.
Selçuk Üniversitesi'ndeki cinayeti köşesine taşıyan
Cumhuriyet yazarı Can Dündar, 'Yasak Aşk' başlıklı yazısında aşkın
baskı altına alınıp yasaklandıkça karanlıkta küflenip hastalıklı
bir hal alabildiğine işaret etti. Özgür toplumların
şeffaflığın, doğallığın, dürüstlüğün konforunda, daha sağlıklı
ilişkiler geliştirebildiğini belirten Dündar, "Yüreğin kurtuluşu
köreltmede değil, özgürleştirmede…" dedi.
İKİ AKADEMİSYEN BİR SEKRETER
Konya Selçuk Üniversitesi'ndeki yasak aşk gündemdeki yerini
korumaya devam ediyor. İki öğretim üyesinden Prof. Dr. Ahmet
G.'nin, Doç. Dr. Celalettin Öztürk’ü boğazını keserek öldürmesinin
altından iki öğretim üyesinin de aşık olduğu Kimya Mühendisliği
Bölümü’nde sekreter Asuman S., çıkmıştı.
"Bazen en 'çarpık' sayılan ilişkilerin, en sadık sanılan
coğrafyalardan çıkması boşuna değil" diyen Dündar'ın bugünkü yazısı
şöyle:
DAĞ FARELERİ
ÇAPKIN
“Memelilerin yalnızca yüzde 3’ü tekeşlidir” diyor Levent Mete,
“Psikeart” dergisine yazdığı makalede… (Sayı 16)
Ve ekliyor:
“İnsan, bu yüzde 3’lük grupta yer almıyor.”
Çayır fareleri, o yüzde 3 içindeymiş. Tek bir eşe bağlanır,
yavrularını birlikte besler, hayatının tümünü birlikte
geçirirlermiş.
Dağ fareleri ise, genetik olarak çayır farelerinin yakın akrabası
olduğu halde, çokeşliymiş. Kısa süreli ilişkiler kurar, yavrularla
ilgilenmez, çiftleşmeden sonra başkalarının peşine düşermiş.
Zoologlar, iki türü karşılaştırınca, çayır farelerinin beyninde,
dağ farelerinden farklı olarak “oksitosin” hormonu üreten sinyal
alıcıları bulunduğunu saptamış.
Bu hormon, tekeşliliği ödüllendirirken eşler arasındaki bağı da
güçlendiriyormuş.
Araştırmacılar, dağ faresinin beyninde çayır faresininkine benzer
bir oksitosin etkinliği yaratmış.
Sonuç:
Dağ faresi, çapkınlığı bırakmış.
Tek fareye bağlanmış.
Evinin faresi olmuş.
EN ÇARPIK İLİŞKİLER EN SADIK COĞRAFYALARDAN ÇIKIYOR
İnsanların, farelerin genetiği vardır, ama toplumlar, sabit bir
genetiğin değil, kökleri derine inen, ama zamanla değişebilen
kültürel aidiyetlerin, sosyal iklimlerin, etnik kimliklerin, dini
âdetlerin, mahalle atmosferinin etkisindedir.
Görünen o ki, insan denilen memeli, kendi genetik şifreleriyle,
yaşadığı toplumun normları arasında sıkıştığında yeraltına iniyor;
yasaklanan hazlarını orada yaşıyor.
İhlal edilen yasak ne kadar büyükse, onun suçluluk duygusuyla
taassup görüntüsü de o kadar abartılıyor.
Bazen en “çarpık” sayılan ilişkilerin, en sadık sanılan
coğrafyalardan çıkması boşuna değil.
Çare, beyne sadakat hormonları yerleştirmek, mahalle baskısını
katmerleştirmek, yasakların sınırını genişletmek, daha dindar
nesiller yetiştirmek filan değil.
Tersine.
AŞK, VAHŞETE
DÖNÜŞEBİLİYOR
Aşk denilen virüs, baskı altına alınıp yasaklandıkça karanlıkta
küflenip hastalıklı bir hal alabiliyor; hiddete, şiddete, vahşete
dönüşebiliyor.
Özgür toplumlar ise şeffaflığın, doğallığın, dürüstlüğün
konforunda, daha sağlıklı ilişkiler geliştirebiliyor.
Yüreğin kurtuluşu köreltmede değil, özgürleştirmede…