Çadırda iftar olmaz!
Abone olİftar çadırda neden olmaz? Kültür tarihçisi ve Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr. Haluk Dursun ile eski Ramazanlar üzerine...
- İstanbul’da Ramazan eskiden nasıl geçerdi? Örneğin 19’uncu yüzyılı ele alırsak...
Sarayda Ramazan, konakta Ramazan, fukaranın Ramazan’ı diye başlıklar açmak lazım. Ramazan’ın birinci özelliği dini bir dönem ve normal zamanda yapılmayan ibadetlerin bir bölümünün bir ayda yoğunlaştırılmış olması. Bu ibadetin de temelinde belli bir zaman dilimi içinde yemek, içmek ve belli faaliyetlerden kesilmek var. Uzun yaz günlerinde zor bir iş. O yüzyılda İstanbul ve bürokrasinin kamusal yapılaşmasının olduğu eyalet merkezlerinde devlet memurları, hatta talebeler doğal izinli sayılırdı. Dinde zorlama olmaz fetvasından yola çıkılarak bu güçlüğü kolaylaştırıcı uygulamalar yapılıyordu. Bakanlar Kurulu bile ‘Oruç kafayla kavga ederiz’ diye bazen toplanmıyordu, toplandığı zaman da gündemi hafifleştiriyorlardı. Ciddi kararları şekeri düşmüş sinir seviyesi yükselmiş bir haldeyken almıyorlardı. İkinci gelenek ise Ramazan dönemini daha keyifli hale getirmek. İftar sofralarının diğer zamanlardan daha zengindir. İftariyelik vardır, normal yemek çeşitlerinden daha fazla ve özeldir. Mesela pastırmalı yumurta. Normalde çok yenmez ama Ramazan’da yeniyor.
GİRİTLİ OTTAN, ARNAVUT İNATTAN ÖLÜR
- Pide var mı?
Ekmek çeşitleri de çok. Bizim milletimiz ekmek ve et yemeden doymaz. Kültür tarihimizde bir laf vardır ‘Giritli ottan, Türk etten, Arnavut da inattan ölürmüş’ diye. Ramazan’ı keyifli hale getirmek yemekle başlıyor. Yemek sonrasında sahura kadar nasıl uyumadan kalınabilir? Teravih namazı kılınır. İstanbul’da Enderun usulü bir teravih var, selahattin camilerde ve sarayda her dört rekat makamla kılınıyor. Direklerarası eğlence ise İstanbul’un çok dar kesiminde olan bir şey. Bugünün Fatih Şehzadebaşı’nı düşünün, orası. Konakların sahipleri yani paşa ve ulema gibi şahsiyetler Ramazan’da iftar sofralarına halktan çok insan çağırıyordu. İftar sonrası güzel sesli hafızlar eşliğinde teravih namazı kılınıyordu. Şerbetler içilip sohbet ediliyor, belki tuluat veya musiki faslı yapılıyordu. Peki fukara? Onlar için sayısız ve sonsuz iftar daveti vardı. Konak ve saraya davet ediliyorlardı. İftarda davetsiz misafir olabilir. Eski kültürümüzün en önemli özelliği budur. Bir iftar sofrasına gidip oturduğunda kim olduğun sorulmaz. Bazı vakıflar şimdi iftar daveti veriyor ve kapıda davetiye soruyor. Böyle bir şey kültürümüzde yok. İftar sofrasındaki fakir sayısı sofranın bereketini, iftarı veren kişinin de keremini arttırır.
- Çadırda iftar için ne diyeceksiniz?
Çok tenkit ettiğim bir konu.Çünkü çadır şehre ait değil göç ve oturmamışlığın belirtisi. Halbuki İstanbul’da ev bark sahibi olmayanların yemek yemesi için yapılmış özel binalar yani imarethaneler var.
- Nerelerde var?
Mesela biri Ayasofya’nın imareti. Avlusuyla birlikte bin kişi alabilir. Aslında bütün büyük külliyelerde var. Bunlar kamu, devlet veya zengin kişilerin iftarları için kullanılabilir.
- Peki kullanılabilir durumda mı?
Kullanılabilir duruma getirmek devletin ve Vakıflar’ın görevidir. Şerbet ve su için yapılan sebiller de buna dahil. Vakıflar görevinin ne olduğunu biliyorsa imarethaneleri ve sebilleri açmalı. Eskiden İstanbul’da cemevleri yoktu, Bektaşi tekkeleri vardı. Bektaşilik’te kurban ve adak önemlidir, bunun için özel mekanlar yapılmıştır. Bir nevi imaret gibi... Ayrıca cemevlerinde iftar yemeği verebilir, sünniler bu davete giderek ‘muhabbet ortamı’ sağlanıp bütün canlar bir olabilir.
- Kültürümüzde beş yıldızlı otelde davetiyeyle iftar yemeği vermek var mı?
Ağanın eli tutulmaz. Ama usül, kapının herkese açık olması, sofrada fakirlerin bulunması ve israf yapılmamasıdır.
- Siz gidiyor musunuz?
Bir ya da iki kez yakın dostlarımın davetine katılıyorum. Beş yıldızlı otellerinkine gitmiyorum.
Türbeler ‘ölüm kültürü müzesi’ gibi gezilmeli
- Ramazan’da türbe ziyaretleri de çok artar.
Türbeler Orta Asya’dan beri ziyaret ediliyor. Göktürk, Turani inançtan kaynaklanan bir şey. Atalar Kültü var, mutlaka ziyaret edecek türbe bulunur, yoksa icat edilir. Fıkhi tarafı çok tartışmalı olan ama sosyolojik bir olgu. Ziyaretin karşılığında evlenmekten tutun da araç satın almaya dünyaya yönelik şeyler bekleniyor, ‘Üç Fatiha okuyayım bana bir ev nasip olsun’ diyen var. Bir kültür tarihçisi olarak bunu eleştirmiyorum. Ayasofya’daki türbeler ‘ölüm kültürü müzesi’ gibi gezilmeli. Bir topluluk ölümü nasıl güzelleştirmiş, bir mezara en güzel çiniyi niye yapmış, en güzel hattı niye yazmış, sedef kapıyı neden işlemiş? Bunlara da bakılmalı. Bu dini ziyaretin yanı sıra sanat ve kültür olarak kişiye katkıda bulunacaktır. Ayasofya’daki II. Selim Türbesi’nin önündeki 16’ncı yüzyıl İznik çini panonun bir kısmı Paris’teki Louvre Müzesi’nde. Buraya gelmişken onu görmek, şehirli ve kültürü olan insan için olmazsa olmazdır. Bana göre İstanbul’da en güzel çiniler türbelerde. Cennetin güzelliğini anlatıyorlar.
- Bir de sahabe türbeleri var.
İstanbul’un dini hiyerarşisi var. Bunda bir numara Hz.Halid ebu Eyyüb el-Ensari’dir, Peygamberin yakınında bulunma şerefine nail olduğu için peygamber adına o ziyaret oraya yapılıyor. Eyüp, bu bakımdan kutsiyet kazanmış bir mekan. Sahabelerden sonra evliyalar yani Allah dostları gelir. Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdayi Hasretleri, Kocamustafapaşa’daki Sümbül Efendi, Zeytinburnu’ndaki Merkezefendi ve Beşiktaş’taki Yahya Efendi türbelerine eskiden beri Ramazan’da ziyaret artıyor. Tarihsel devamlılığı var. Cami ziyaretleri de Ramazan’da artıyor. Sultanahmet bir numaradır. Özellikle Kadir Gecesi özeldir. Eskiden Ayasofya, Kadir Gecesi’nde bir numaraydı.
- Neden?
Ayasofya’da Evliya Çelebi’nin çok açık anlattığı Hızır Makamı var. Top kandilin altında namaz kılmak, Hızır’a bir şekilde rastlamak duygusu çok kuvvetli.
- Ramazan’da Hırka-ı Şerif ziyareti de yapılır. Neden sadece Ramazanlar’da?
İstanbul’da peygambere ait açıkta olan iki hırka var: Birincisi sarayda Hırka-i Saadet, camideki Hırka-i Şerif. Nasıl hac belli bir zamanda oluyor, halk Hırka-i Şerif’i Ramazan’da daha yoğun ziyaret etmiş.
Ramazan’da pastırmalı yumurta yaparım
- Bayrama gelirsek...
Tatlı ikramı var. Şeker denince akide şekeri anlaşılır. Bu çocuklara verilir. İstanbul’da tatlı olarak cevizli baklava meşhurdur. Çünkü İstanbul’da ceviz bol; Cevizli, Cevizlibağ, Kozyatağı, Beykoz’da ceviz vardı. Bir İstanbul hanımının evinde baklava açamaması kadar büyük bir ayıp olmaz.
- Şu an hepimiz ayıp içinde yaşıyoruz o zaman...
Ben zor ve geç evlendim. Baklava açma düzeyini geçecek diye şart koymuştum.
- Siz evinizde Ramazan’a özel hangi yemekleri yaparsınız?
Yemek yapmayı çok severim. Her sene Osmanlı saray usulü pastırmalı yumurta yaparım. Soğanlar halka halka doğranır, tereyağında sarartılır. Sonra çemenleri ayrılan pastırma ince ince kıyılır. O da soğana ilave edilir, sarartılır. Ardından yumurtalar oturtulur üzerine. Karıştırılmaz. Biraz da sirke ilave edilir. Çünkü sirke iştah açar. Eskiden davet yemekleri sirkeli yapılırmış. Yemeğe katılacaklar da ‘Sirke içip gelirim’ dermiş.
İÇECEK OLARAK
İstanbul kültüründe en iyi içecek sudur. Mai leziz, ab-ı aziz denir. Su, Osmanlı’da sofranın kalitesini gösterir. İkincisi şerbet türleri... Saray limonatası meşhurdur. Ayrıca vişne ve kızılcık başta olmak üzere meyve şerbetleri de yapılıyordu.
PEKİ NE YENMİYORDU
Millet bu mübarek günde ne bulursa yiyor. Ama genellikle eti tercih ediyor. Nedense balık çok tercih edilmiyor Ramazan sofrasında. Çünkü balıkla doymuyor millet.. Balıkla ilgili doğru olmayan ama yerleşen bir tabir vardır buna balığın bedduası derler: ‘Beni tutan olmasın, yiyen doymasın’ demiş balık. Canını kaybediyor sonuçta reaksiyonu da büyük olmuş.