Bümin: Ordu milletin parçası değil
Abone olRadikal Gazetesi'nden Neşe Düzel'le söyleşen siyaset felsefecisi ve yazar Kürşat Bümin'den ezber bozucu açıklamalar. Bümin'e göre ordu milletin bir parçası değil...
NEDEN? Kürşat Bumin
Türkiye'nin sosyal ve siyasal yapısını, ordunun konumunu
netleştirmeden anlamak mümkün değil. Silahlı Kuvvetler'in, gelişmiş
ülkelerde rastlanılmayan siyasi bir ağırlığı var burada. AB
üyeliğine doğru giderken, aslında en temel siyasi tartışmamız,
adını açıkça söylemesek de ordunun siyasette ve ülke yönetimindeki
rolü üzerinde yapılıyor. Geçenlerde Genelkurmay Başkanı Hilmi
Özkök, Türkiye'de ordunun 'milletin bir parçası olduğunu'
söyleyerek, TSK'nın bu ülkedeki özel durumunun altını çizdi.
'Orduların sivil yönetimlerin emrinde olması evrensel kuraldır ama
Türk ordusunun standart dışı bir durumu var' dedi. Siyaset
felsefecisi yazar Kürşat Bumin ise bir dizi yazı yazarak, ordu,
millet ve devlet ilişkilerini değerlendirdi. Seçilen kelimelerin ve
sahiplenilen söylemlerin, toplum içindeki ilişkileri nasıl
belirlediğini ve ne tür sonuçlar verdiğini ortaya koydu. Bizde
toplumun ve medyanın büyük kesiminin sorgulamadan kabul ettiği
askeri terminolojinin, toplumdaki ne tür 'özel durumların' işareti
olduğunu anlattı. 'Sivil Toplum ve Devlet', 'Devlet ve Çocuk'
kitaplarının yazarı Kürşat Bumin ile ordu-millet ilişkisini,
kullanılan terminolojinin nedenlerini ve sonuçlarını konuştuk.
Türkiye gene orduyu ve generallerin sözlerini tartışıyor. Kara
Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, gazetecilere,
'Türkiye, Filistin haline getirilmek isteniyor' dedi. Sizce niye
böyle bir benzetme yaptı? Bizim Filistin'e benzer ne yanımız
var?
Türkiye ile Filistin arasında ne tarih ne de bugün açısından yakın
uzak bir benzerlik yok. Ben ikisi arasında hiçbir ilişki
kuramıyorum. Herhalde komutanın kendisi de kuramıyor olmalı ki,
sarf ettiği cümlenin arkasından bir ikinci cümle gelmedi.
Kara Kuvvetleri Komutanı'nın 30 Ağustos'taki resepsiyonda, protokol
üyeleriyle birlikte kameriyenin altında durmaması da yorumlara yol
açtı. Niye generallerin her davranışından bir sonuç çıkarıyoruz
biz? 70 milyonluk Türkiye, bir generalin dört adım öteye, dört adım
beriye gitmesiyle kaderi değişebilecek bir ülke mi hâlâ?
Tabii ki değil ama, bu ülkede generallere ilgi sadece kameriye
yerleşmeleriyle sınırlı kalmıyor. Bu ilgi, emekli olan kuvvet
komutanlarının eşlerine kadar uzanıyor. Görev devir teslim
törenlerinde yeni ve eski komutanların eşlerinin gözyaşları
gazetelerin birinci sayfasının manşetlerine çıkıyor. Bunların bir
haber değeri yok, okurların da bence bunu merak ettiği yok ama bu
ülkede Silahlı Kuvvetler'in kendisine biçtiği bir rol ve konum var.
TSK'nın kendisine biçtiği bu rolü ve konumu medya da kabul ediyor
ve bu yüzden de generallerin her davranışından sonuçlar
çıkarılıyor. Yoksa Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde bir generalin
bir davette nerede durduğunu, oturduğunu insanlar fark etmezler
bile.
Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ün 'ordunun ulusun bir parçası'
olduğunu söyleyen sözleri üzerine siz bir dizi yazı yazdınız, bu
sözlere karşı çıktınız. Neden ordunun ulusun bir parçası olması
görüşünü yanlış buluyorsunuz?
'TSK, milletin ayrılmaz bir parçasıdır' diyerek ordunun tarifini
yapmak çok problemli ve çok tehlikeli bir yaklaşım. Ordu, kurumsal
olarak devletin bir parçasıdır, devletin bir aygıtıdır. Ama kendini
devletin bir aygıtı olarak tanımlamak, TSK'nın hoşuna gitmiyor. O
hep milletin tarafına geçip, 'Ben milletin ayrılmaz bir parçasıyım'
diyor.
Orduyu milletin ayrılmaz bir parçası olarak görmek, nasıl bir
siyasi ve sosyal sonuç yaratıyor sizce?
Her şeyi altüst eden bir tanım bu. Kendinizi böyle
konumlandırdığınızda çok şey değişiyor. 'Ben milletin ayrılmaz bir
parçasıyım' demek, yapılan bütün askeri yorumlara, müdahalelere,
muhtıralara, darbelere meşruiyet sağlıyor. Ordunun yaptığı her şey
milletin yaptığı şey oluyor ve dolayısıyla da yapılanlar meşru hale
geliyor. Çünkü ordu ne yaparsa millet yapmış oluyor. Millet adına
hareket edildiğinde, yasalara uyma zorunluluğu da ortadan kalkıyor.
Bakın, 1961 Anayasası'nın başlangıç bölümü, 'Meşruluğunu kaybetmiş
bir iktidara karşı Türk milletinin yapmış olduğu 27 Mayıs...' diye
başlar.
Bu ne demektir?
Yani bu, TSK'nın yaptığı değil, milletin yaptığı 27 Mayıs oluyor.
12 Eylül de böyledir. Oysa ordu milletin değil, devletin bir
parçasıdır. Eğer ordu siyasi iktidara yaptığı müdahaleyi devlet
aygıtı olarak yapsa, bunun adı darbe olur. 'Milletin ayrılmaz bir
parçası olma' meselesi, Türkiye'de ordunun tanımı, konumu ve
asker-sivil ilişkilerinde en temel meseledir. Zaman zaman bu
ideolojik tanımı polis de kullanmak istiyor, ama tutmuyor. 'Biz de
milletin bir parçasıyız' diye onlar da afişler asıyor ama etkili
olmuyorlar. Herkesin polis hakkında bir fikri olduğundan, onlara,
'Hayır sen devletin kurumusun, yasalara uymalısın' deniyor.
TSK'nın diğer ordulardan farklı ve özel bir durumu olduğu söylenir.
Bu görüşe katılıyor musunuz?
Hayır. Cumhuriyet'in kuruluşunda ordunun önemli bir rolü, konumu
var ama Cumhuriyet de 80 yaşını geçti artık. 80 yıl bir
cumhuriyetin olgunlaşması için uzun bir süredir. Üstelik bu 80
yılda başka bir toplum oluştu. Zaten artık Türkiye 'millet' yerine
'toplum' kavramını kullanmalı. 'Millet, yurttaş, vatandaş'
kavramları, tarihte cumhuriyetlerin, ulus-devletlerin kurulduğu
sıcak dönemlerin kavramlarıdır. Fransız devrimi sırasında madam ve
mösyö sözcükleri yasaklanmıştı. Herkes birbirine 'Yurttaş Pier al
şu sepeti, yurttaş Paskal ver şu şapkayı' diye konuşuyordu. Millet,
yurttaş, vatandaş kavramları, milli heyecanları, askeri ve siyasi
çağrışımları içinde barındırır. Millet kavramı, hemen homojen bir
birliğe ve milli iradeye götürür işi. Toplum ise pek çok farklı
bireyden oluşan sivil bir kavramdır. Toplum iradesi adına bir şey
yapamazsınız, ama 'Ben milletin parçasıyım' deyip, 'millet iradesi'
adına çok şey yapabilir ve yaptıklarınızı da
meşrulaştırabilirsiniz.
Bizim ordu, kuruluştaki rolünden ötürü kendini Cumhuriyet'ten ve
ülkeden sorumlu hissediyor. Bu sorumluluğu da sivillere devretmekte
pek istekli değil. Ülkenin sorumluluğu orduda olduğunda, sivil
yöneticilerin rolü ne oluyor?
Bugüne kadar ki Türkiye Cumhuriyeti tarihi oluyor sonuç. Siyaset
samimiyetsizleşiyor, ciddiyetten uzaklaşıyor, ortada sahte bir
hayat dolaşıyor. Kimse gerçek düşüncesini söylemiyor. Siyasetçi hem
kendi seçmeni olduğu için tam teslimiyetçi olamıyor, hem de askerle
karşı karşıya gelmemeye çalışıyor. Bu ilişki siyasetçiyi laf
cambazı yapıyor. Kendi söylediğinin yarısına kendi de inanmıyor.
Böyle bir ülkede de siyasi düşünce gelişmiyor.
Ordu, yapısı itibarıyla savunmayı önemseyen bir kurum. Bu kurumun
bütün sorunlara da savunma açısından bakması çok doğal. Her soruna
savunma amacıyla bakmak nasıl bir sosyal yapı yaratır?
Sonuçta bu, sorunlarını çözemeyen, sorunlarını çözmek için düşünce
üretemeyen, laiklik ve demokraside gelişemeyen bir ülke
yaratıyor.
Dünyanın bütün orduları görevleri itibarıyla insanları dost ve
düşman diye ayırmak zorundadır. Bizde ordunun siyasi bir sorumluluk
üstlenmesi, iç siyasette de dost ve düşman kavramlarının
kullanmasına yol açmaz mı?
Açar tabii.
Bu durumda, orduyla farklı düşünenlerin 'iç düşman' tanımına
sokulması ihtimali yok mu?
Var. Bazı insanların iç düşman olduğunu söylüyorlar zaten. Emekliye
ayrılırken, bazı aydınlara karşı nefret dolu bir ordu bıraktığını
söyleyen eski Birinci Ordu Komutanı Hurşit Tolon'un konuşması
böyleydi. Ama artık bu askeri dil, bu ideolojik söylem, bu
terminoloji Türkiye'de bitmeli. İnsanlar, demokrasilerde hangi
kurumun nerede durması gerektiğini bilmeli ve Türkiye'nin düşünce
hayatı sivil bir dile çevrilmeli. Henüz sivil bir dili yok, askeri
bir dili var bu ülkenin. Ordunun tanımladığı bir cumhuriyet ve
yurttaş var. O tanıma uyana 'iyi yurttaş', uymayana 'kötü, zararlı
yurttaş' deniyor. Milletin iradesi dedikleri de zaten iyi
yurttaşların iradesi oluyor.
İç düşman diye bir şey olur mu?
Bu dil tamamen totaliter sistemlerin dilidir. Demokrasilerde mevcut
sistemi eleştirenlere 'muhalif' denir. Otoriter ve totaliter
ülkelerde ise muhaliflerin adı 'rejim düşmanı'dır, 'iç düşman'dır.
Bunun en iyi örneği Sovyetler Birliği'ydi. Orada hâkim ideolojiyi
paylaşmayan insanlara rejim düşmanı deniyordu. Türkiye'deki
terminoloji de böyle. Hâkim ideolojiyi paylaşmayana, bizde iç
düşman deniyor. Mesela liberaller de şimdi bizde iç düşman
sayılıyor. Böyle bir terminolojinin olduğu, bu kavramların
kullanıldığı ülkeler otoriter ya da totaliterdir. Demokrasilerde
'rejim düşmanı', 'iç düşman' olmaz, demokrasilerde 'muhalif'
olur.
Birçok sivil partinin, ordunun özel durumunu desteklediği ve
durumun sürmesini istediğini biliyoruz. Siyaset bilimi açısından,
sivil siyasetçinin kendi sorumluluğunu kendi isteğiyle orduya
devretmesini nasıl açıklıyorsunuz?
Bir kere bu bir siyaset değildir, bu siyasetin intiharıdır.
Türkiye'nin, siyasilerin de ötesinde çok geniş bir terapiden
geçmesi gerekiyor. Ordunun yeri, millet meselesi gibi hâkim
ideolojik söylem çok iyi tartışılmalı.
Medya-ordu ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medyanın askere ilgisinin kesilmesi lazım. Medyanın orduya ilgisi
çok patolojik bir ilgi. Gazete koleksiyonlarını çıkarsak, sadece 30
Ağustos'lara baksak, bir kameriye antolojisi yapabiliriz. Hepsinde
mutlaka kameriyeye kim geldi, kameriyeden kim çıktı, kim kaç metre
ötede durdu diye kameriye hikâyeleri yayımlanmıştır. Medyanın
orduyla ilgili haberlerde, yerli yersiz demeç alma, manşet yapma
gibi bir kışkırtıcılığı var ki, orduyla ilişkisinde medyanın
yetişkin bir ruha sahip olmadığını gösteriyor bu. Türkiye'de medya
askeri meselelere mesafeli bakamıyor, çok duygusal bakıyor.
Gazeteciler komutanlarla karşılaşmalardan, onlar tarafından muhatap
alınmaktan çok heyecanlanıyorlar. Ayrıca medya, askerin siyasetteki
etkisini de pek yadırgamıyor. Askerin siyasetteki rolünden rahatsız
değil. Toplumun bu açıdan kendini terapiden geçirmesi lazım.
Nasıl olacak bu?
Artık ordu-siyaset, asker-sivil ilişkileri, ordunun görevleri iyice
konuşulmalı. Türkiye'de çok militarist bir ruh hali var ve orduya
ülkeyi korumanın ötesinde bir rol yükleniyor. Oysa bizde de orduya,
her ülkeye lazım olan bir aygıt olarak soğukkanlı bakılmalı.
Askerlik mistik durumundan çıkarılmalı. Bizdeki siviller de, 'Keşke
orduya gerek olmasa ama her ülkede var. Biz de gerektiğinde gider
görevimizi yaparız' demeli ve yüreğine kışlayı yerleştirmemeli.
İnsanlar yüreğine sivil hayatı , sivil değerleri yerleştirmeli,
orduyu da ülkeyi koruyan birim olarak görmeli.
Bizim ordunun özel durumunu değişmez bir siyasal gerçek kabul
ederek AB'ye üye olmamız diğer üyeler tarafından nasıl
karşılanır?
O biraz karışık bir konu. Biçimsel bazı iyileştirmeler AB'ye
yetebilir. Çünkü AB, laiklik gibi konularda çok faydacı davranıyor.
Türkiye'de bütün kurumlara sızmış olan Kemalist ideolojinin,
laikliğin bir garantisi olduğunu düşünüyor. Bizde ordu sonuç olarak
ne diyor? 'Ben laikliğin bekçisiyim' diyor. Avrupa da zaten
'Türkiye'deki laiklik çok iyi' diyor. AB tabii ki ordunun Milli
Savunma Bakanlığı'na bağlanmasını, siyasi demeç vermemesini ister.
Bunların gerçekleşmesi de Batı'ya yeter. Ama bunların gerçekleşmesi
Türkiye'de ordunun siyasetteki ağırlığının bittiği anlamına
gelmez.
Yapılan araştırmalar halkımızın orduyu en güvenilir müesseselerden
biri olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Bu, ordunun özel durumunu
meşrulaştıran bir sonuç olarak da değerlendirilebilir mi?
Değerlendirilebilir. Onlar da zaten 'Bakın, en fazla orduya
güveniliyor' diyorlar. Oysa demokrasilerde böyle soru sorulamaz.
E'n çok kime güveniyorsunuz' diyorsunuz, sonra da beş cevap
şıkkından biri olarak orduyu veriyorsunuz. Böyle bir sorunun
sorulduğu ülke, demokrasi açısından iyi değildir.
Geçenlerde İlter Türkmen, Sevr anlaşmasına yol açan askeri hataları
sıralayan bir yazı yazdı. Sevr'den bu kadar korkan ve nefret eden
bir toplumda, bu anlaşmaya yol açan askeri hataların sıkça
tartışılmamasını neye bağlıyorsunuz?
Ordunun, sanki hiç hata yapmaz diye algılanmasının bir sonucu bu.
Askeri yıpratırsak, bir güvensizlik olabilir diye düşünülüyor.
Zaten bizde asker hiç hata yapmıyor, sadece yöneticiler,
siyasetçiler, siviller hata yapıyor. Yakın tarihimizde böyle bir
durum var. Hep siviller basiretsiz bizde. Halbuki ordular da
yanlışlar yaparlar ve yenilirler ama bizde böyle bir şey olmuyor,
hatalar hiç konuşulmuyor. Mesela Enver Paşa'nın Sarıkamış faciasını
bile, toplum Sarıkamış'a gidip bir askeri harekâtın anılması gibi
askeri törenle anıyor.
Sevr'in, İttihatçıların hataları sonucunda ortaya çıktığı
anlaşılıyor. Sizce toplum ittihatçıları yeterince ciddi eleştiriden
geçirdi mi?
Hayır geçirmedi. Çünkü bilinmeyen bir tarih bu. Türkiye yakın
tarihini en az bilen ülkelerden biridir. Toplum sadece kendisine
öğretilen biçimiyle Kurtuluş Savaşı'nı bilir. İkinci Meşrutiyet
yıllarını, o dönemde neler konuşulduğunu hiç bilmez. Dünyada bizim
gibi hafızası bu şekilde kesintiye uğrayan başka bir halk ben
bilmiyorum. Toplumun gelişmemesinin, yetişkin olamamasının,
çocuk kalmasının nedeni de bu hafıza yokluğudur. Oysa bir insanı
hafıza büyütür, olgunlaştırır. Bunda harf devriminin de büyük rolü
var. Eğer İkinci Meşrutiyet'in gazetesini okuyamıyorsak, bir
topluma yapılacak büyük kötülüklerden biridir bu.
Bir yandan Sevr'den korkarken bir yandan Sevr'i yaratan
ittihatçıların hatalarını tartışmamak tuhaf bir çelişki değil mi
peki?
Değil. Çünkü Sevr ideolojik eleman olarak kullanılıyor. Sevr kendi
şartlarında olmuş, bitmiş tarihi bir olay. Bugünkü Türkiye'yle
hiçbir ilgisi, benzerliği yok. Ama siz Sevr'i kolaylıkla korkulacak
şey haline getirebilirsiniz. Anlatmazsınız ve Sevr korkulacak bir
şey olur. Toplum bilmediği şeyden korkar, anladığı şeyden korkmaz.
Ermeni meselesi biraz medyaya düştü, insanlar nasıl da korktu.
Bizde, 'Yepyeni bir toplum yarattık' diyorlar ya...
Evet?..
Yepyeni bir toplum yaratmak iyi bir şey değil. Zararlı bir şey.
Çünkü yepyeni bir toplum, hafızasız bir toplum demektir. Yepyeni
bir millet yaratmak totaliter bir şeydir. Yepyeni bir mobilya,
buzdolabı iyi de, toplumun yenisi iyi değil. Burası,
imparatorluktan kalan bir memleket. Düşünce hayatının, söyleminin
çok daha gelişmiş olması gerekiyor ama Cumhuriyet burayı sanki
yoktan var etmiş gibi takdim ettiğinden, burası da bu kadar oldu
işte. Ama şimdi toplum resmi söylemin kendi ihtiyaçlarına cevap
vermediğini, bu söylemin tatsız tutsuz, sığ bir tekrar, klişe
olduğunu gördü. Şimdi AB sürecinde, demokrasiyle, özgürlüklerle ve
kendi kimliği, değerleri ve geçmişiyle ilgili temel soruları
sormaya başladı toplum.
Söyleşi: Neşe Düzel
Kaynak: