Bu yazı herkesi gözyaşlarına boğdu
Abone olMilliyet yazarı Fikret Bila, ağabeyi Hikmet Bila'ya böyle veda etti... Ben sonra ağlarım abi...
Türk basınının iki duayeni...
Biri Fikret Bila diğeri ise onun 'Küçük abisi' Hikmet Bila.
Biri dün son yolculuğuna uğurlandı. Diğeri ise Küçük Abisi'ni dünyaya anlatmak için kalemini eline aldı.
Yazının başlığını da ağabeyinin istediği gibi attı "BEN SONRA AĞLARIM ABİ". Belki bu yazıyı yazarken ağladı belki de ağlamadı, gözyaşlarını içine akıttı. Ancak Fikret Bila'nın ağabeyine yazdığı bu yazı okuyanları gözyaşlarına boğdu.
İşte küçük kardeşin 'Küçük Abisine' veda ettiği
o yazı...
"Son nefesini verdi, diye Gülden abla çağırınca, gelip yüzünü ellerimin arasına aldım. O, benim çok iyi bildiğim tebessümün duruyordu yine yüzünde. "Bir şey yok, sadece öldüm, o kadar, üzülmeyin" der gibi...
O tebessümünü aldım abi, bende... Bizimkiler üzülmesin diye
herkesten önce toplayıp içine attığın acıların, üzüntülerin üzerine
çektiğin o tebessüm. Sana bakan herkesi rahatlatan o malum
tebessümün. Ölümle pençeleşip yoğun bakımda gözümü ilk açtığımda
tepemde gördüğüm o sımsıcak tebessüm. "Hikmet
Bila" denilince herkesin gözünün önünde beliren o olgun
tebessümün. "Nasıl olacak Fikret" diye sorduğunda,
"iyi olacak abi" yalanımı yüzüme vurur gibi
beliren o tebessümünü aldım yanıma. Biliyorum ona çok ihtiyacım
olacak.
Biliyor musun, endişelendiğin gibi olmadı. Bir yıldır planladığın
gibi kimseyi üzmeden ölmeyi başardın. Mehmet abim epilepsi nöbeti
geçirmedi, ablam ve Sevinç çığlıklar atmadı. Dursun abim uzun uzun
sarıldı sana. Hepsi istediğin gibi davrandı. Üzülmesin diye hep
uzakta tuttuğun Baran koydu mezara seni, Dursun amcasıyla birlikte.
Hiç korktuğun gibi olmadı. Babasının oğlu gibiydi, dimdik,
ayakta...
Gözlerim çok sık doldu ama söz verdiğim gibi ağlamadım. Hani derdin ya "Fikret sen ağlama ki bizimkiler korkmasın, sonra ağlarsın", aynen öyle yaptım. Ben sonra ağlarım abi... Öğrettiğin gibi kimseyi üzmeden.
Sen, mahallede bana efelenenlere "küçük abime söylersem
gününü görürsün" dediğim abimdin. Beni pataklamaya kalkan
büyük çocuklara "erkeksen abime çıksana" dediğim
abim. Sana "küçük abi" derdim, biliyorsun. Küçük
dediysem abilerimin en küçüğü olduğun içindi. Küçük dediğime bakma;
sen, benim için kocaman bir abiydin her zaman.
Küçük abi;
Yatağının başucunda, yüzün ellerimdeyken, çocukluğumuz geçti gözümün önünden. Aklıma önce o Afrikalı aç kız çocuğu geldi. Hani kolunda mika bilezik olan var ya; işte o! Gazetede o açlıktan iskelete dönmüş küçük kıza bakarken, "bana açlığından daha çok şu kolundaki mika bilezik koyuyor" demiştin. Anlamamıştım. "Yani şöyle" diye izah etmiştin; "Aç olmasına aç da, kız çocuğu ya bir de güzel olmak zorunda ya, işte o koyuyor, süslenmiş kendine göre yavrum..."
Nedendir bilmem ama yüzüne bakarken bu geldi aklıma. Hiç unutmamıştım o bakış açını. Kız çocuklarına neden daha çok üzüldüğünü, neden önce onları koruyup kolladığını, ablama aldığın ilk hediyenin neden pudra olduğunu o zaman anlamıştım. Belki o yüzden, yüzüne bakınca ilk o küçük kız geldi aklıma.
Sonra, Zonguldak belirdi. Sana hayıflandığım, küstüğüm arı savaşı geldi aklıma. Hani, ağaç kovuğundan bölük bölük çıkıp bize saldıran eşek arılarına karşı elindeki dalla tek başına savaşırken, beni ikide bir kovduğun, o heyecanlı macera. Elimde dal her hamle yaptığımda kovalamıştın beni. Beni niye ekibe almıyor, Melih'ten ne farkım var diye gönül koyduğum o arı savaşı. Ağzın gözün şiş içinde arıları uzaklaştırdığında bile anlamamıştım beni niye savaşa sokmadığını. Avuçlarımdaki tebessümünden şimdi anladım.
Sonra 1969'a takıldım. Amstrong Ay'a ayak basmış, biz niye bir füze yapmıyoruz, deyişin geldi aklıma. Dursun abimin tehlikeli diye söz verip de ocak ambarından bir türlü getirmediği karpiti, maden işçilerine yalvarıp nasıl aldığımızı, gizlice kömürlüğe nasıl heyecanla sakladığımızı. Beşlik zeytinyağı tenekesinden yaptığın füzeyi, evin arka bahçesine özenle açtığımız küçük kuyunun üzerine nasıl heyecanla yerleştirdiğimizi; ince oluktan gönderdiğimiz su karpite değdiğinde çıkan o gaz sesini ve ip gibi çektiğimiz barutla gönderdiğimiz ateşi alınca, teneke füzemizin yukarı doğru fırladığını, o anda birbirimize sarılıp nasıl da "biz Ay'a da gideriz" havasına girdiğimizi, hatırladım. Tebessümün de vardı, yine...
Daha 12 yaşında nasıl koca bir abi olduğunu hatırladım. Kulağım ağrıyor diye sabahın 3'ünde küçük sobamızı nasıl nar gibi yaktığını; havlu ısıtıp kulağıma koyduğunu, havlu çabuk soğuyor diye kızarttığın sıcak ekmekleri havluya nasıl sardığını hatırladım. Kulağımın ağrısını hissetmeyeyim diye nasıl sabaha kadar susmadan konuştuğunu; daha o yaşta, kutupların keşfinden gezegenlerin sıralanışına, Edison'un kim olduğuna; sabunun zeytinyağından yapıldığından, Uzun Hasan'ın kömürü nasıl bulduğuna kadar ne çok şey öğretmiştin. O geceyi hatırladım; tebessüm ediyordun yine...
Ayakkabı alınma sırası sana geldiği halde; naylon ayakkabılarını
telle nasıl diktiğin geldi gözlerimin önüne. Sonra anneme gidip,
"benim ayakkabım sağlam, Mehmet abime alalım, daha dün
bayıldı ya, iyi gelir" diye büyük büyük konuştuğunu,
hatırladım. Hatırladın mı, gibisinden baktım tebessümüne...
Rahat uyu küçük abi;
İnsanların sana nasıl sevgiyle koştuklarını dün gördüm. Seni neden
sevdiklerini anlattılar. Anlamışlar seni. O insanlığın, inceliğin,
dürüstlüğün, sevgi dolu yüreğin bulmuş yerini; rahat uyu!
En çok Baran'ı merak ettiğini biliyorum.
Baran'ı merak etme abi...
Artık iki oğlum var:
Büyüğü Baran,
Küçüğü Cem...
Hele beni hiç merak etme...
Herkes bir toparlansın...
Ben sonra ağlarım abi...