Bu yasa PKKya yarar
Abone olMumcu TMK'yı sert bir dille eleştirdi.
Anavatan Başkanı Erkan Mumcu Sabah'a verdiği röportajda
gündem yaratacak açıklamalar yaptı.
Terörle mücadele yasası hep Öcalan
üzerinden tartışılıyor ama aslında bir çok şey var örneğin örgüt
posterini taşıyanların hapse atılmasından tutunda Avrupa Birliği
Reformlarının çok daha gerisine giden ifadeyi kurma noktasına
gelen? Sizin pakette Öcalan maddesi de dâhil olmak üzere geneline
dair eleştirileriniz nelerdir?
Ben temelde terörle mücadele kanununun bakış açısıyla terörle
mücadele edilemeyeceğini düşünüyorum. Bir kere, bu yasayı bu
biçimde oluşturan akıl bence ne terörü ne de terörün hedeflerini
-yöntemlerini doğru anlayamamış gözüküyor ve korkarım son 25 yıldır
içine düştüğümüz tuzağa yeniden saplanıyoruz ve bu yasayı tümüyle
yanlış buluyorum. Bir kere bazı şeyleri baştan tespit etmemiz
gerekir. Terör neyi amaçlar? Doğrudan doğruya yöneldiği hedefi yok
etmeyi amaçlamaz. Terör herhangi bir hedefe yönelirken, o eylem
üzerinden doğacak sansasyonu hedefler o sansasyonun eriştiği
kitlelerde yaratacağı psikolojiyi ve buna duyulacak tepkilerle
ortaya konulacak refleksleri hedefler. Terör, aslında, düşmanını
refleksle yönetme işidir. Bence Türkiye 20 yıldır bu tuzağın
içinde. 20 yıldır teröre karşı refleksleriyle yanıt veren bir ülke
durumunda. O nedenle çözmek için çok büyük imkânları olan bir ülke,
çözümden çok uzak bir noktaya saplanıp kalıyor. Terör, daha doğrusu
bölücü örgüt, Türkiye’yi bir terör parantezinin içine sıkıştırıyor.
Biz bu parantezin dışına çıkmayı başaramıyoruz. Bu yasa da, aslında
bu parantezin dışına çıkmaya çok yakın bir noktada duran
Türkiye’yi, Avrupa Birliği’yle uyum dolayısıyla son derece pozitif
bir yere gelen Türkiye’yi, yeniden aynı parantezin içine
sıkıştırıyor. Bu, sadece terörle mücadelemiz açısından değil,
Türkiye’nin çağdaş bir ülke olması açısından da, sorunlarını çağdaş
yöntemlerle aşabilen bir ülke olabilme imkânlarından
uzaklaştırıyor.
Yani yasa bu haliyle çıkarsa refleks inisiyatifini bir kez daha
PKK’ya vermiş oluyoruz, öyle mi?
Aynen öyle. Bakın ben bu tartışmalar hiç başlamadan önce Türkiye’de eylemsizlik dönemi dediğimiz dönem yaşanıyorken, ısrarla, Türkiye’nin sorunu çözecek adımlar atması gerektiği yolunda çağrılarda bulundum. Gerek kabinede gerek dışarıda. Kabine kısmını tarihe emanet ediyorum fakat bir yıldır muhalefette söylediğim söz bu. Israrla bazı şeylerin altını çiziyorum. Bölücü hareket tarz değiştiriyor. Bilinen anlamlarda terörü de geride bırakan yeni yöntemlerle kendisi için bir alan açmaya çalışıyor. Daha çok da stratejik savunma diyebileceğimiz bir metot içinde davranıyor. Burada hayati olan iki şey var stratejik savunma denilen yeni yaklaşım kimin patronajında olacaktır sorunu yaşanıyor bir tarafta. Yani PKK’nın patronajında mı olacaktır, yoksa başka unsurların patronajında mı bu yaşanacaktır tartışması var. Diğeri, hedefi ne olacaktır. Yani hedefi bir takım hak ve hürriyetlerin elde edilmesine dayanan entegrasyon mu olacaktır yoksa demokratik araçları kullanan bir ayrılıkçı hareket hüviyetinde mi kalacaktır tartışması var. Bu noktada bu süreci doğru anlayamadığımız kanısındayım. Sadece hükümeti kastetmiyorum. Bu konudan sorumlu olan kurum ve kuruluşların ve muhalefetin ve aydınların da içinde olduğu bir çerçevenin konuyu yeterince doğru analiz edemediği kanısındayım. Bir kere bu stratejik savunma dediğimiz sürecin en önemli özelliği demokratik araçları kullanması olacaktır. Toplantı, gösteri, yürüyüş, protesto vs. gibi en çarpıcı olanlarının da sivil itaatsizlik eylemleri olarak karşımıza çıkacağı bir sürecin önü açılıyor. Bu süreçte karşımıza klasik terör tanımıyla bağdaştıramayacağımız eylem türleri çıkacak. Kepenk kapatma bunun örneklerinden birisi, söz gelimi çok kişinin katıldığı oturma eylemleri, çocuklarını okula göndermeme, vergi vermeme, ışıkları kapatma. Aslında çok daha başka yöntemlerde var ama doğrusunu isterseniz ifade etmeye dilim varmıyor. Çünkü ifade edersem akıl hocası duruma düşmek istemiyorum. Aslında bu örnekleri verirsem söylemek istediğim şeyler çok daha iyi anlaşılacak ama bu örnekleri vermekten kaçınıyorum, çünkü akıl veren durumuna düşmek istemiyorum. Fakat bizim Türkiye’nin bütünlüğüne karşı bu stratejiyi geliştirenlerin aklını da kuşatan daha üstün bir akıl ve daha üstün bir strateji değeri üretmemiz gerekiyor, ama biz bugün terörle mücadele kanunuyla geri dönüyoruz. Bölücü hareket bir faz ileri doğru giderken biz daha geriye, klasik terörle mücadele anlayışına geri dönüyoruz. Bu, son derece yanlış.
Söyledikleriniz şöyle
özetlenebilir mi? Türkiye o eylemsizlik sürecinde biraz
sakinleştirebildiği yöre halkını da bu yasa ve benzeri yöntemlerle
kaybetme noktasına gelebilir.
Bu işin bir kere hayati noktası bu söylediğiniz yer. Önce şu gerçekleri bir kavramamız gerekiyor. Bir, Kürtler sadece Türkiye’de yaşamıyor. Komşu ülkelerde yaşayan Kürtlerin içinde yaşadıkları ülke sistemleriyle bütünleşme düzeylerine bakacak olursak, Türkiye’nin çok şanslı ve ileri bir ülke durumunda olduğunu açık bir şekilde görürüz. İran’da yaşayan Kürtlerin İran toplumuyla entegrasyonu neredeyse sıfır düzeyindedir. Orada yaşayanların, bir takım hukuki ve siyasi hakları var olmakla beraber, toplumla ve kültürle entegrasyonları neredeyse sıfır düzeyindedir. Denilebilir ki Türkiye’ye olan ilgileri ve yakınlıklar çok daha fazladır. Suriye’ye baktığımızda yine aynı şeyi görürüz. Orada siyasi ve hukuki haklardan da yoksundurlar, seyahat özgürlükleri, mülk edinme özgürlükleri kısıtlanmıştır. Hiçbir demokratik haktan, örgütlü imkândan yararlanamazlar ve onlarda Türkiye’yi aslında daha geniş bir özgürlük alanı olarak görmektedirler. Irak’ın durumunu anlatmaya bile gerek yok. Irak, maalesef, tamamen izole edilmiş bir bölge olarak yaşadı ve maalesef hiçbir entegrasyon gerçekleşemedi. Türkiye’ye baktığımızda iki şeyi görürüz: Bir kere Kürtler, Türkiye bütününe ve Türk toplumuna tarihten bu yana kaynaşma konusunda çok açık bir toplumdur. Mesela biz İran’daki Türklerle kuramadığımız iletişim ve kaynaşmayı Türkiye’deki Kürtlerle çok ileri düzeyde kurabiliyoruz. Bunun çok temel bir nedeni var, diğer ülkeleri de izah eden temel bir nedeni var o da mezhep. Zaten bu ayrışma başlangıçta bu temel üzerine kurulmuştu. Başlangıçta Sünni Kürtler ve Türklerin Anadolu’daki beraberliği ile Şii unsurların İran’da Fars coğrafyasındaki beraberliği bu ayrışma üzerine kurulmuştu. O bakımdan doğal ve tarihi sürecin içinde bu zaten var. Daha önemli bir şey, doğal coğrafyası olarak kabul edilen Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde yaşayandan iki kat daha fazla Kürt Türkiye’nin batısında yaşıyor ve bu kendi istemleriyle seçtikleri bir durum. 30 yıldır Türkiye’de hiç yabana atılmayacak bir mücadele yaşanıyor, 30 bin insan kaybedilmiş, ama hala Kürtler Türklere, Kürtler Türklere kız vermeye devam ediyor. Ticaret, komşuluk gibi başka örnekleri saymak bile istemiyorum çünkü bence o kız alıp vermek özellikle bizim kültürümüzde o kadar önemli bir şey ki. Çünkü hala bu kararı aileler veriyor, bu konuda bir tereddüt yaşanmıyor. Daha geçen gün ben Hilvanlı bir delikanlıyla Oflu bir genç kızın nikâh merasimindeydim, kimse bu durumu yadırgamıyordu. Gerçekten böyle bir durum var. Bunu şunun için söylüyorum: Türkiye, sadece kendisi için değil, başka türdeş olmayan toplumlar için de, başka ülkelere de örnek olabilecek olağanüstü bir entegrasyon potansiyeli ve yeteneğine sahip. Ancak, özellikle 80 sonrasında açığa çıkan, başından beri modernleşme süreci içinde yaşadığımız bir sorun var- Ama 12 Eylül sonrasında kronik hale gelmiş bir sorun-. Bu sorunu çözmekte yetersiz kalıyoruz ve inisiyatifi kendi dışımızdaki unsurlara bırakan reaktif, tepkisel bir durum alıyoruz. Yani bölücülüğü istemiyoruz, bölünmeyi istemiyoruz, bu son derece doğal ama bunu nasıl başaracağımız konusunda kendi aklımızla çözüm üretmiyor, sadece tepkiler veriyoruz. Dolayısıyla bölücülüğü istememek yetmez, bütünleşmeyi projelendirmek gerekir.
Terörle mücadele yasası bunu sağlamaz. Neden? Çünkü sorunun
kökeninde var olan şey, aslında modernleşme sürecinin bürokratik
devlet önderliğinde yaşanan bir süreç olagelmesidir. Oysa bunun bir
demokratik toplum sürecine emanet edilmesi gerekirdi. Sorun,
bürokratik devlet önderliğinden kaynaklanıyor, dolayısıyla bizim
Türkiye’de, Güneydoğu’da “Kürt meselesi” olarak yaşadığımız sorun,
temelde bir sistem sorunudur. Temelde devlet- vatandaş
ilişkilerinin paradigmasına ilişkin bir sorundur, bu sorun, çeşitli
alanlarda, çeşitli kolektif kimlik fantezileri yaratan devlet -
vatandaş ilişkilerinin Güneydoğu’da etnik bir soruna dönüşmüş
olması halidir. Bunun diğer bir yüzü cemaatler, tarikatlar, siyasal
İslamcılık, Aleviliğin bir siyasal ayrımcılık potansiyeli taşıyan
yüzü, aşırı sol, ülkücüler gibi tehditler sıralamasına
baktığınızda- işte o Milli Güvenlik Kurulu’nun tehditler
sıralamasına baktığınızda- sayılanların hepsi aynı nedenden
kaynaklanıp çeşitli yüzlerle karşınıza çıkıyor. Devlet - vatandaş
ilişkileri yanlış bir zemine oturduğu için, devlet kendisini toplum
karşısında yanlış bir yere odakladığı için bu sorunu kendisi
üretiyor. Bu sorun bir yerde siyasal İslamcılık sorunu olarak
çıkarken, başka bir yerde etnik ayrılıkçılık sorunu olarak çıkıyor.
Bunların hepsinin temelinde bireyleri kolektif kimlik fantezilerine
zorlayan yanlış sosyal -siyasal süreçler vardır. Bu oldukça
entelektüel bir çerçeve, ama bu olmadan da anlaşılmıyor.
Asker, terör varsa onu silahla ezmeyi bilir. Bahsettiğiniz bütün bu
hedefleri, vizyonu koyması, askere de nasıl mücadele etmesi
gerektiğini söyler. Yani devlet denen mekanizmanın o anki
kullanıcısı olma durumu, gerçek iktidar olabilme noktası da
herhalde buradan geçiyor. Darbeden sonra hükümet olmuş bir Turgut
Özal var ama, iktidarı eline aldı. O zaman terörle mücadele yasası
bir iktidar yasası mıdır ve bunları somuta indirgersek sizin
anlattıklarınızdan benim çıkarttığım tablo şu, hepsini alt alta
yazdığınız zaman her türlü ayrımcılığı körükleyeceğiz biz. Laz’ın
aklına da geliyor artık Kürt’ün öyle bir hakkı varsa benim de
hakkım olacak. Bu kırılmalar ve o evliliklerin de artık çok
tehlikeye girmeye başladığı bir nokta, çünkü Kürt milliyetçiliği
Türk milliyetçiliğini tetikledi, sarmal başladı. Anlattıklarınız
daha somutlayabilir miyiz?
Sorun zaten kendini burada da ortaya koyuyor. Özelikle terörü de
araç olarak kullanan bir boyut ve görünürlük kazandığında karşıda
biriken tepki fanatizme, bir tür milliyetçiliğe dönüşebiliyor.
PKK’nın da asıl hedeflediği şey bu. Çünkü PKK Stalinist bir
yöntemle kendi hedef kitlesini “öteki” ilan ettiği ile bir
çatışmanın içine sokarak, ötekinden ayrıştırmaya çalışıyor. Eğer
“öteki” ilan edilen, kendisini “”öteki yerine koymayı kabul ederse
ve öteki gibi davranmaya başlarsa, PKK tarafından hedefe varılmış
oluyor. Nitekim geride bıraktığımız 30 yılın yanlışı da budur.
Geride bıraktığımız 30 yılın başarısı da buradadır. Başarılı olan
milletin ta kendisidir. Ülkenin tarihten devraldığı derin
sağduyusu. Ama doğrudan bölücülükle mücadeleyle görevlendirilmiş
birimlerin yaptıklarına bakarsanız onlar ateşi küçültemediler. Ateş
de büyüdü hararet de büyüdü. Bu meselede ne kadar gerillanın imha
edilmiş olduğu bir başarı kriteri olamaz. Şu kadar çok gerillayı
imha ettik diye övünemeyiz, bundan üzülmemiz gerekir. Çünkü hedef,
böyle bir örgüte gerilla kazandırmamaktır. İnsan kazandırmamaktır.
Bütün yasadışı örgütlerin militan kazanmak için başvurdukları
yöntem sempatizanları eyleme sürüklemektir. Daha çok gösteri ve
protesto niteliğindeki eylemlere sürüklerler. Bu eylemlerde
polisin, askerin kaydına girmesini sağlarlar. Hatta belli sürelerle
hapis yatmalarını isterler. Buraya doğru sürüklerler. Cezaevleri
zaten eğitim kampı haline getirilmiştir, oradan sempatizanı
militana dönüştürerek sisteme kazandıracağı bir mekanizma
kurmuştur. Sivil itaatsizlik yöntemlerinin araçsallaştırılmasının
artık açık bir stratejiye dönüştüğü bir dönemde, bizim bu tür
eylemleri terör suçu niteliğinde saymamız bize hiçbir şey sağlamaz
örgüte militan kazandırır. Bu yasada genel hukuk mantığıyla
bağdaşmayan o kadar çok şey var ki, onları hiç saymıyorum. Ama bir
olağanüstülük duygusu ile biz hukuku orasından burasından
yozlaştırmaya başlarsak bunu bedelini çok ağır öderiz. Bu yasada
teknik hukuki anlamda eleştirilecek o kadar çok şey var ki, oraya
girmek istemiyorum. Benim endişeli bulduğum şey meselenin “terörle
mücadele etmeyelim mi kardeşim, bunlarda gelsinler istediklerini
yapsınlar mı?” tarzında bir sığ anlayışla ele alınması ya da
tersinden “ne yani Apo’yu serbest mi bırakalım?” gibi çok
sloganlaştırılmış ve meseleyi tamamen buraya indirgenmiş bir mesele
olarak tartışmamızdır. Sonuçta söyle bir şey çıkıyor: Apo’yu asalım
terör bitsin. Böyle bir şey olmaz. Şu önemlidir: Çok geniş ölçekte
vatandaşımızın mağdur olduğu bir süreçtir PKK eylemliliği. PKK bir
taraftan kendi hedef kitlesini korkutarak, yıldırarak baskı altında
tutmaya çalışırken, diğer taraftan o kitle adına konuşabilecek
sağduyulu sesleri de susturmaya, yok etmeye yönelmektedir. Bunun
açık kanıtları vardır. Bu anlamda PKK etkinliğinin mutlaka ortadan
kaldırılması ya da minimuma indirilmesi hedeflenmelidir.
Sözlerimden PKK ile mücadele edilmemesi gerektiği gibi bir anlam
asla çıkartılmamalıdır. Ancak etkili bir mücadele yapılmalıdır. Bu
etkili mücadele dediğimiz şey, birçok aracı birden kullanmayı
gerekli kılar. Mesela artık bütün dünyada denene denene öğrenilmiş
bir şey vardır ki terörle mücadele düzenli ordularla yapılabilir
bir şey değildir. Şimdi düzenli ordularla yaptığınız mücadelede
belli somut sonuçlara erişmeniz mümkündür, ancak bakiye çizgisini
çekip toplamda başarılı olduğunuzu söylemeniz mümkün olmaz. Bir
kere en zor tarafı uzman olmayan kişilerin teröristle- terörist
olmayanı ayrıştırması meselesidir. Uzman olmayanlar bunu
yapamazlar. 16 aylık askerliğinin 8 ayını Güneydoğu’da yapan çocuk
bunu yapamaz. Yanındaki arkadaşını aynı siperde bir gece önce
kaybetmiş olan adam artık herkesi aynı gözle görmeye başlar. Bu çok
doğal bir durumdur. Doğrudur demiyorum ama doğal diyorum. Terörle
mücadele bir uzmanlık işidir. Bunun araçları vardır, bu
yapılabilir.
Bir diğer yanlış ise etkin pişmanlığın bu yasa içinde kurumsal hale
getirilmesidir. Bu da son derece yanlış bir şeydir. Bu yasa çok
kafası karışık bir yasa. Ne yapmaya çalışıyor? Tuttuğunu yakalayıp
içeri tıkmaya mı çalışıyor yoksa yakaladığını bırakmaya mı
çalışıyor, o da belli değil. Yani cezaların uygulanabilir olmasıdır
önemli olan. Cezalar uygulanabilir olmalıdır, caydırıcı olmalıdır,
bu çok önemlidir. Türkiye’nin etkin pişmanlık uygulamalarına
ihtiyacı vardır, ama bunların müstakil olarak yapılması gerekir.
Tek başına etkin pişmanlık yasası çıkartmakla da olmaz, onun başka
bileşenlerini de mutlaka devreye koymak gerekir. Mesela Türkiye’de
şimdiye kadar yapageldiğimiz en büyük yanlışlardan biri şudur:
reform yapacağız ama terör varken olmaz. İşte bu terörün parantezi
içine girmektir. Terörün iradesine mahkûm olmaktır. Ya da “silahı
bırak masaya gel” gibi yanlışlar. Ne silahı bırakarak ne de silahı
bırakmayarak, kimsenin masaya gelmesine gerek yok. Bu Türkiye’nin
sorunudur ve bu ülkenin egemen iradesi TBMM’dir ve onun
görevlendirdiği hükümetidir. Siz kendi sorununuzu kendi iradenizle
çözersiniz. Terörün varlığı sizin çözüm iradenizi kısıtlayan,
engelleyen, geciktiren bir şey asla olmamalıdır. Bu, çünkü teröre
hak etmediği bir gücü vermektir.
Şunu soracağım. Şimdi, DTP’ye de “PKK’ya terör örgütü de, kına, gel” dediğiniz noktada onu ötekileştirmiş olmuyor musunuz yani onu bütün Kürtleri temsilcisi haline getirmiş olmuyor musunuz? Başbakanın DTP’ye şartsız randevu vermesi mi doğruydu yoksa o şartı koşması mı doğruydu?
Bence yapması gereken şey, başka siyasal partilerin randevu taleplerine hangi tutumu gösteriyorsa aynı tutumu DTP’ye de göstermesiydi. Yani reddederek hak etmedikleri bir gücü DTP’ye verdi. Inisiyatif de oraya geçmiş oldu. Arkasından bunu toparlamaya çalışırken daha büyük bir gaf yaptı. “Silahı bırak, gel” dedi kimi kastettiği anlaşılamadı. Ne kastediyor olursa olsun bu meselenin çözülmesi için birinin gelmesine, birini beklemeye ihtiyacımız yok. Kimseyi beklemeden kendi çözümümüzü kendimiz gerçekleştirebiliriz: Üstelik bunu yaparken Sayın Başbakan şeyin farkında değil, son yapılan seçimde Güneydoğu Bölgesinde DEHAP’tan daha fazla oy almış olan bir partinin başkanı olduğunun farkında değil. Yani elindeki fırsatın farkında değil. Kim ne hakla DEHAP’a veya DTP’ye Kürtlerin temsilcisi olmak imtiyazı veriyor. İşte AKP daha çok oy almış. Yani stratejik akıldan yoksun olmanın maliyeti bu. Öte yandan, konuyu Apo salıverilecek gibi frapan bir tartışmaya çevirmeyi de çok doğru bulmuyorum. Çünkü kamuoyunun bilinen duyarlılıklarını kışkırtan, dikkatini olması gereken yerden başka bir yere çeviren bir şey bu. Yine reaktif, yine refleksler üzerinden yönetilmeye müsait bir durum yaratıyor.
Öcalan unutulmuştu. “Öcalan affedilecek” tartışmalarıyla beraber
“Öcalan asılsın” sesi de aynı oranda yükseldi.
O zaman bakılsın. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı
açıklandıktan hemen sonra ben bir basın toplantısı yaptım ve
Öcalan’ın derhal yargılanması gerektiğini, Ceza muhakemeleri Kanunu
313 teki hükmün anayasaya ve hukuka aykırı olduğunu, Hükümetin topu
mahkemelere atmak yerine iç hukuktaki bu yanlışı düzelterek yeniden
yargılamanın önünü açması gerektiğini, şayet bu, bugün yapılmazsa
ileride başkalarının seçeceği zamanlama içinde Türkiye’nin çok
başını ağrıtacak bir biçimde başımıza geleceğini, meselenin
sahipsiz bırakılmaması gerektiğini, söyledim. Ben bunu söylerken
iktidar neredeydi, ana muhalefet neredeydi? Hepsi iç piyasaya şahin
milliyetçi pozlar satıyorlardı. Şimdi ne oldu? Yarın Avrupa
Konseyi, İnsan hakları mahkemesi kararlarının uygulanmaması
dolayısıyla Türkiye’yi üyeliğini askıya almakla tehdit eder ve bunu
zorla yaptırırsa, bunun Türkiye’ye bedeli o kadar yüksek olacak ki,
bunun hesabını kimden soracağız biz? Bu şahin milliyetçilerden
sorabilecek miyiz? Nitekim bugün o durumdayız. Nitekim bugün
terörle mücadele kanununun içine konan bir etkin pişmanlık
yasasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı gereği yeniden
yargılanma başlatılıp sonuçlandırılamamış olmasında dolayı Öcalan’ı
kapsayıp kapsamayacağı tartışması içine saplanmış
durumdayız.
Öcalan dünyanın neresinde hangi hukukla yargılanırsa yargılansın en
az bu cezayla mahkûm edilecek bir adam. Yani ister Amerika
yargılasın ister Kanada yargılasın, kim yargılarsa yargılasın aynı
şey. Bunu yapmıyorsunuz, niye yapmıyorsunuz Öcalan’a yeniden
yargılanma yolunu açarsak kamuoyu bize Öcalan’ı yeniden
affedecekler gibi algılar diye korktuğunuzdan, meseleyi cami
avlusunda bırakıp kaçmaya meylettiğinizden bugün bu hallere geldik.
Bugün yine aynı şey oluyor. Bugün yine bu kanundaki özellikle etkin
pişmanlıkla ilgili düzenlemelerin sahibi yok. Böyle komik bir şey
olabilir mi? Ben mi yaptım bunu, o zaman özür diliyorum Türkiye’den
bunun sorumlusu benim. Yani hükümet üstlenmiyor, kurumlar
üstlenmiyor, kimse üstlenmiyor ancak gazetelerden haberdar
olabiliyorum.
Siz tasarıyı istediniz değil mi?
Tasarıyı sayın bakandan şahsen istedim.
Bakanlık o madde ve taslak 10 aydır
orada duruyordu diyor?
Ben şahsen istedim ve son
derece nezaketsiz bir biçimde arkadaşlarımız henüz daha
çalışıyorlar gibi bir cevapla karşılandım. Başka da hiçbir şey
olmadı. Yani ayıp denen bir şey var. Sadece seçilmekle, sadece
temsil hakkını kazanmakla demokrat olunmaz. Demokrasi seçimden
ibaret bir şey değil, tam tersine sonradan başlayan bir şeydir.
Asıl söylemek istediğim şey şu. Biz Türkiye’yi terör parantezinin
içine hapsolmaktan kurtarmalıyız. Bu, kapsamlı bir bakış açısını
gerektiriyor. Önyargısız, kompleksiz bir bakış açısını
gerektiriyor. Türkiye’yi bu beladan kurtarmalıyız. Türkiye’nin bu
beladan kurtulabilmesi için çok zengin imkânları var, en büyük
zenginliği ise Türkiye’de yaşayan Kürtlerin Türkiye bütünlüğüne
olan inançlarıdır ve Türkiye bütünlüğüyle gösterdikleri kaynaşma
yeteneği ve arzusudur. Bir kere bunda hiç şüphe yok. İkincisi
Türkiye büyük bir ülkedir, imkânlarını doğru kullanarak teröründe
beslendiği sorunları çözebilecek yeteneğe sahiptir. Nedir? Devlet -
vatandaş ilişkilerini çağdaş demokratik bir anlayışa oturtmak
yapılması gereken ilk iştir. Bunun hedefi hatta tek başına Kürtler
veya başkaları değildir, bütün Türkiye’dir. O vatandaşlık dediğimiz
şeyi gerçekten değerli ve işler bir şey kılmadıkça biz bu sorunları
bir yüzünde irtica, diğer yüzünde bölücülük, diğer yüzünde başka
bir tür ayrılıkçılık, diğer bir yüzünde neme lazımcılık, seçim
sandığına bile gitmemek olarak yaşamayı sürdürürüz.
ANAP’ın kafasında Kürt kökenli vatandaşını kazanmak adına mı bir
proje var yoksa devlet-vatandaşlık ilişkisini yeniden
tanımladığınız zaman zaten Kürt vatandaşı kendini o noktada ifade
edebilecek midir?
Sorun çözülür. Yapılması gereken şey, devlet- vatandaş ilişkisini
bir rıza ilişkisine dönüştürmektir. Ülke devletin mülküdür,
millette onun kiracısıdır anlayışından “ülke milletin mülküdür,
egemenlik de milletindir, bu egemenliğin kullanılması için araç
demokrasidir devlette bütün bu hak ve özgürlüklerin bekçisi ve
teminatıdır” anlayışına gelmekle mümkündür. Dolayısıyla sivil bir
anayasa yapmakla mümkündür. Türkiye bunu yaptığı zaman irtica
tehdidi adı altında andığı sorunlardan da kurtulacak, başka
ayrılıkçılık potansiyeli taşıyan sorunlardan da kurtulacak ve
verimlilik de yaratacak. Bu yapılabilir bir şey. İşin başka
boyutuysa bu sadece bizim ihtiyacımız olan bir şey değil, bunu da
anlamamız gerekiyor. Yani bugün Ortadoğu daha demokratik, daha
insan haklarına duyarlı ve piyasa ekonomisinin işlediği bir
coğrafya haline dönüştürülürken bu sürece moderatörlük yapabilecek,
bölgesel bir moderatöre ihtiyaç olduğu açık. Baktığınız zaman bunu
yapabilecek yegâne ülke Türkiye. Özellikle ABD’nin Irak’a
müdahalesi göstermiştir ki, bölgenin demokratikleştirilmesi, insan
haklarının yaygınlaştırılması ve piyasa ekonomisine açılması,
Türkiyesiz olamaz. Şu anda İran’ın Irak’da ABD’ye karşı oynadığı
oyun ortada, sergilediği direnç ortada. Oradaki yerel güçleri hangi
ideoloji ve hangi araçlarla etkileyip, ABD’yi bir çıkmazın içine
sürükleyebildiği aşikârdır. Bugün İran Sorunu olarak dünya
gündeminde tartışılan sorunun yarısı nükleer silahlanma sorunu ise
diğer yarısı Irak’taki anti Amerikan direnişin İran tarafından
örgütleniyor olmasıdır. Bölgeyi ABD’nin Irak’ta denediği gibi
doğrudan askeri müdahale ile tasarlamak yoluyla demokrasiye, insan
haklarına ve serbest piyasaya kavuşturmanın en azından ne kadar
pahalı olduğu görülmüştür. Bu dönüşümün silah kullanılarak
sağlanmasının ne kadar zor olduğu görülmüştür. Başka araçlar
gerekiyor. Nedir o araç? O araç refahı ve özgürlüğü paylaşan ve
ortak değerleri yaygınlaştıran bir cazibe merkezi kurmak ve o
cazibe merkezi etrafında bir yayılma etkisi yaratmaktır. Bunun için
Türkiye’ye ihtiyaç var. Ama Türkiye bunu yapmaya hazır değil, çünkü
henüz kendi dönüşümünü gerçekleştirememiş ve demokratikleşmesini
tamamlayamamış. Henüz kendi unsurlarını kendi bütünlüğüne entegre
edememiş. Oysa Türkiye türdeş olmayan bir toplumun üniter bir
siyasal yapı içinde nasıl entegre olabileceğini göstermeye en yakın
ülke. Önündeki en büyük engel ise bölücülüğün yarattığı tehdit. Bu
tehdidin üstesinden gelmek bu ülkenin imkânlarıyla o kadar da zor
ve imkânsız değil. Ama biz sahip olduğumuz imkânları
değerlendiremiyoruz.
Asker “dağda mücadele ederim, terörü en azından şehirden
uzaklaştırırım” diyor. Sonra oraya yatırımın, öğretmenin, doktorun
gelmesi lazım. Türkiye’de yıllardır Güneydoğu’da işsizlik yüksek,
bölgeye yatırım yapılmıyor, dolayısıyla orada yoksulluk çeken adam
dağa çıkıyor. Bu sorunun etnik tarafını birazda görmezden gelen bir
tavır ama sadece özgür yurttaşlar ya da devletle ilişkisi yeniden
tanımlanmış yurttaşlar yaratmak ekonomiyi orada bir yere çekmeden
sorunu ya da kaynağı kurutmak mümkün olacak mı?
Bir kere Bask örneği bizim için çok önemli bir örnek. Bu örnek bize
gösteriyor ki tek başına ne refahın güçlendirilmesi ne
demokratikleşmenin vuruculuğu bütünüyle ortadan kalkıyor. Bugün
İspanya’da Bask bölgesinin geldiği düzey ve sahip olduğu haklar göz
önünde bulundurulduğunda hala ayrılıkçı bir potansiyel kendisini
sürekli ifade ediyor. Ancak bu bizi yanıltmasın. Orada Bask
bölgesinin kendisini entegre edebileceği daha büyük bir bütün var,
Avrupa. Özellikle Türkiye’deki Kürklerin tercihi temelde şu
olacaktır: Ortadoğulu bir ulus olarak kalmak yada Türkiye bütünlüğü
içinde dünyaya entegre olmak. Çünkü Türkiye’nin yolu bellidir.
Osmanlının kurulduğu günden beri Türklerin tercihi Avrupa’dır.
Osmanlı bir Avrupa devletiydi. Avrupa iç siyasetinde söz sahibi bir
devletti. Bizim Avrupa’nın dışına itilmemiz birinci dünya
savaşından sonra oldu. Biz hep böyle yaşadığımızı zannediyoruz. Biz
kültürel olarak da coğrafi olarak da Asya’nın, Doğu’nun batıya
açılan penceresiyiz. Eğer Orta Doğu, Müslüman coğrafyası ve Afrika
yüzünü Doğuya dönecekse Pekin’e dönecekse Basra Körfezi’nde
bakacağı iki pencere var: İran’ın Menderabbas Limanı ve Hicaz
Yarımadası’nın Dubai limanı. Ama eğer biz bu dünyanın yüzünü
Batı’ya, Atlantik’e dönmelerini tasarlıyorsak bakacakları pencere
İskenderun Limanı ve İstanbul’dur. Her halükarda Doğu ile Batı’nın
etkin entegrasyonu Türkiye’nin çıkarınadır. Türkiye bulunduğu yerin
hakkını verememektedir. Bulunduğu yerin hakkını kendi aklıyla
verebilmesi gerekiyor. Kendi kültürel çeşitliliğini kendi
bütünlüğüne entegre etme sorunlarının bir an önce çözülmesine en az
bizim kadar dünyanın ihtiyacı var. Dolayısıyla şu yargıdan
kurtulalım Batı, Amerika bizi bölmek istiyor. Böyle bir şey yok
hatta Özal’ın döneminde olduğu gibi komşu ülkelerin entegre etmeyi
beceremediği şeyleri Türkiye’nin entegre etmesi batının tercihidir.
Çünkü çıkarları bu yöndedir. Bugün ABD Irak’ı terk etse hiç
tartışmasız bir Iran egemenliği doğacaktır, üstelik sadece Irak’ta
değil bütün Basra Körfezi’nde. Kuzey Irak da buna dâhil olacaktır.
Basra Körfezi’ne bakan coğrafyada yaşayan ahalinin yarıdan fazlası
Şii’dir. Bahreyn’in yüzde 80’i Şii’dir. Sorunun sadece Irak’tan
kaynaklanmadığını, sorunun bütün Ortadoğu’yla ilgili bir sorun
olduğunu görmemiz gerekiyor. Bugün Avrupa Birliği belli değerler ve
standartlarla nasıl bir cazibe merkezi, bir bütünleşme merkeziyse
Türkiye’de -özellikle AB içindeki Türkiye’de- bölgesindeki bütün
uluslar için bir cazibe merkezi ve bütünleşme adresi haline
gelebilir. Gelmesi çok mümkündür. Ama iç entegrasyonumuzu
tamamlamamız gerekiyor. Bu noktada milliyetçiliği nasıl
anlayacağız? Milliyetçilik içeride birbirimize karşı takındığımız
bir soy sop üstünlüğü fanatizmimi olacak yoksa topyekûn büyük bir
Türkiye’nin önce kendi bölgesinde, sonra dünyada etkinliğini
istemek ve Türkiye’yi buna hazırlamak mı olacak? Garip olan şu ki
kendisini milliyetçiyim diyenler ve sözüm ona milliyetçi tavır
gösterenler Türkiye’nin bütünlüğünü, büyüklüğünü ve dünya üzerinde
etkili bir siyaset yapmasını engelleyici tutumlar takınıyorlar ve
bunun adına milliyetçilik diyorlar. Tam tersine siz içe kapanmacı
değil dışa açılan bir perspektif koyduğunuzda milliyetçi
adledilmiyorsunuz.
Kerkük, Hatay gibi olmalıdır bir gün olacaksa… Bunu mu
söylüyorsunuz?
Tam olarak bu değil ama biz nasıl AB’ye girebilmek için- Brüksel
merkezli bir bütünleşmenin içine girebilmek için- can atıyorsak,
bütün Ortadoğu Halkları da İstanbul merkezli bir bütünleşmeye can
atacak duruma gelebilirler. Aslında bu durumdadırlar. Bu potansiyel
vardır ve üstelik bu, bölgede İran dışında herkesin
yararınadır.
DTP benim çözüm önerilerim var diye çıkıyor. Siyasi af, Kürtçe
eğitim dillerinden bir tanesi olsun, Kürtçe resmi dil olsun. Şimdi
bu noktada siz bir şey vermediğiniz zaman sizden bir şey isterler.
DTP’yi bir PKK ya da bölücü hareketin sözcüsü olmaktan çıkaracak
tanımlama nedir. Mesele akılcı mıdır?
Mesele kesinlikle almak vermek meselesi değil, olmak meselesidir.
Kimden alıyorsunuz, kime veriyorsunuz. Ben bu düşünme biçimine
kökünden karşıyım. Bizi, bölücülük denilen sorun karşısında adeta
apışmış vaziyette bırakan şey, işte bu yaklaşımdır. Mesele, almak
vermek meselesi değildir. Mesele, olmak meselesidir. Biz ne olmak
istiyoruz? Biz bir dünya gücü olmak istiyor muyuz istemiyor muyuz?
Biz kendi içine kapanmış kendi kendine yeten İsviçre’nin irisi bir
ülke mi olmak istiyoruz? Bu mümkün. Bunun için bizim dışımızdaki
odakların tasarladıkları projeler de var. Kimileri bunlara
safralardan kurtulmak olarak da bakmıyor olabilirler. Biz böyle bir
şey istemiyoruz. Biz dün ne idiysek bugün de o olmak istiyoruz. Biz
kendi iradesiyle yaşayan, kendi değerlerini evrensel değerlerle
birleştirerek kendi bölgesinde adalet ve refah dağıtan bir ülke
olmak istiyoruz. Kültürel genlerimiz, tarihimiz bizi kendi
akılsızlığımıza bile bırakmıyor. Sovyetler Birliği dağıldı, herkes
İstanbul’a baktı. Biz düşünmeden, tasarlamadan. Bir şey duymak, bir
şeyi birlikte yapmak için. Ama biz yine yokuz. Irak karışıyor, biz
yine yokuz. Ama insanlar, tarihsel alışkanlıkları gereği, dönüp
yüzlerini bir İstanbul’a bakıyorlar. Dünya’nın en değerli kenti
hala İstanbul’dur. Ama biz İstanbul’u Zürihleştirmeye çalışıyoruz.
Kimse yüzünü Ankara’ya dönmüyor. Herkes İstanbul’a bakıyor çünkü
Ankara’nın tavrı belli. Ankara’da gördüğünüz şey, hareket sınırları
belli, robotik davranış biçimleri gösteren bir devlet. Herkes yüz
yıllar boyu İstanbul’dan gördüğü esnekliği bekliyor. Kapsayıcılığı,
içine alabilmeyi, aynı potada eritebilmeyi, yaratıcı çözümler
çıkarabilmeyi ve örnek olabilmeyi bekliyor. Bugün bölgedeki
Kürtlerin tamamı yine de İstanbul’a bakıyor. Buradaki potansiyeli
görmüyor muyuz?
O zaman sizin bahsettiğiniz demokratik dönüşüm ya da devrim de diyebiliriz adına. Bu süreci tanımlarken çok kültürlülük ya da etnik yapıları, Osmanlı tarzı supleksi biraz açabilir miyiz? O aidiyet duygusunu sağlayan şey nedir? Niye bir Kürt ya da bir Laz bu devletin bir parçasıyım ve burada kalmak istiyorum diyecek?
Eğer insanlara kim olduğunu
sorduklarında, ellerini ceplerine atıp size 20 tane kart
gösteremiyorlarsa üç tane kredi kartı, bir tane meslek odası kartı,
bir tane taraftar olduğu kulübün kartı, bir tane üyesi olduğu sivil
toplum kuruluşunun kartı, sorun devam ediyor demektir. Hiçbir
kimliği kalmayanın göstereceği tutum, otomatik olarak, doğuştan
elde ettiği kimliğine tutunmak olacaktır. Sorunun aslı sistemin
bütünlüğüne entegre olamamak. Sistem bütünlüğü tarafından
dışlanmak. Gelirin, saygınlığın uzağında bırakılmak, her türlü
katılımın dışında bırakılmak. Ne yapar bu insan? Kendi paralel
örgütünü, cemaatini, partisini, şehrini kurar. Sosyal organizasyonu
sağlayan ideoloji sizin sunduğunuz ideoloji değilse o da sahip
olduğu ideolojiyle kendi sosyal organizasyonunu inşa eder. Mesele
sistemin herkesi içine alan bir genişliği gösterebilmesi
meselesidir. Sorun temelde ideolojiktir. Tek başına ekonomik
önlemler sorun çözmeye yetmez. Tek başına insan hakları ve
demokrasi alanında yaptığınız açılımlar da tek başına fayda
sağlamaz. Hiç biri tek başına yetmez, hepsini bir arada ele almak
gerekir. Birlikte, eş zamanlı ve çok alanlı bir değişim yönetimine
ihtiyacımız var. İnsanlar değişim sonrası ne olacak korkusundan
kurtarılmalıdırlar. Bunun için bir taraftan AKP’nin tek başına
iktidar olması, diğer taraftan Avrupa Birliği ile konjonktürün de
sunduğu imkânlarla ileri adımlar atılması, bize altın değerinde
fırsatlar sunmuştur. Çok özel bir fırsat, AKP’nin Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da aldığı oyların, etnik çözümü savunan partinin önüne
geçmiş olmasıydı. Bu bölgede yaşayan insanlar çok açık bir mesaj
verdiler. Bu mesajın doğru anlaşılması gerekir. Terörün en büyük
mağdurları bölgede yaşayanlardır PKK’nın hedef kitlesi olan
Kürtlerdir. Yeni mağdurlar yaratan, terör var diye bu insanların
mağduriyetlerini görmezden gelen her tutum, terörün ve bölücülüğün
değirmenine su taşır.
Yapılması gereken PKK var, onlar eylem yapıyor, yapmıyor diye
bakmadan güvenli bir değişim- dönüşüm hareketi yapmaktır. Mücadele
mutlaka yapacaksınız, çünkü terör buna seyirci kalmayacaktır.
Eylemlerini sürdürecektir. Bunun çaresi durmak değil, kendine
güvenmek ve yürümektir. Savunma pozisyonundan mutlaka çıkmak
gerekir. İkincisi, kültürel hakların temel hak ve özgürlükler
kapsamında tanımlanmış olması gerekir.
Türkiye’nin bu konudaki eksiği nedir?
Kolektif kültürel hak tanımlamaları kesinlikle ayrılıkçılığı
besler. Burada entegrasyon isteyen büyük bir kitle var ve bu kitle
ayrılamaz bir kitle. Biz coğrafi sınırları da ayıramıyoruz.
Konya’yı, Ankara’yı, İstanbul’u, Manisa’yı ne yapacaksınız? Böyle
bir imkân yok. Kimse de bunu istemiyor zaten -birkaç fanatik
dışında-. Bence şu yanlışa düşmemek gerekir: Kürtler için değil
bütün vatandaşlarımız için bir şey yapmak gerekir. Dolayısıyla
üniversitedeki kızlarını kılığı kıyafeti yüzünden kapı dışarı
etmeyeceksin. Devlet tekelciliği nedeniyle 1 milyondan fazla
gencinizi üniversite sınavından sonra değersiz damgasıyla
damgalamayacaksın. Kaldıracaksınız devlet tekelciliğini. Kolektif
kimlik fantazilerini besleyen şeyler her yerde biriken
mağduriyetlerdir. Ne yapacaksınız? Alevileri zorunlu din eğitimine
zorlamayacaksınız. Din eğitimi önündeki engelleri kaldıracaksınız.
Seçmeli din eğitimi vereceksiniz. Siz seçmeli din eğitimi
vereceksiniz ki, ardından Fatiha okuyacak bir evladı kalmadığını
düşünen, çocuğunu İmam Hatip’e göndermek zorunda kalmasın. Kendini
ötekileştirilmiş hissedenler sistemle kavga eder. Birikmiş
mağduriyet başka bir kolektif kimlik fantezisine, örneğin siyasal
İslamcılığa dönüşür. Devletin adaletine inancını yitirmiş
milyonlarca mağdur daha ilave ediyorsunuz. Tıpkı Erdoğan’ın şiir
okudu diye hapse atılması gibi. Bu size mutlaka geri
döner.
Anadilini ya da bölge dilini ailesinde öğrenebildiği kadar
öğrensin, ama asıl önemlisi, dünya dillerini kullanabilir hale
gelsin. Kimse çocuğunun bir davanın yeminli militanı olmasını,
davada çarpışmasını, çocuğunun ölüm haberini duymak istemez. Herkes
çocuğunun iyi bir eğitim aldığını, insanlara yararlı olduğunu
görmek ister. Bu yetmez. Akıllı teşvik politikaları
uygulayacaksınız. Türkiye’nin ciddi bir gelir adaleti problemi
vardır. Vergi, tarım ve sosyal güvenlik reformunu ve teşvik
politikalarını dörtlü olarak, -bir arada birbiriyle uyumlu olarak-
düşünmeniz gerekmektedir. Teşvikleriniz farklılaştırılmış olacak
ki, birikmiş gelir dağılımı adaletsizliğini ortadan kaldıracak bir
sürecin önü açılsın. Ortaya koyduğum formül, Türkiye’yi sosyal
güvenlik sisteminin daha 10 yıllar boyu açık finansmanı yapmaktan
kurtarır. Bataktan kurtarır. Kayıt dışılığın yarattığı haksız
rekabetten kurtarır, milyonlarca insanın sosyal güvenlik
şemsiyesinden mahrum biçimde yaşamaktan kurtarır. Ortaya koyduğum
formül Türk sanayini istihdam üzerinden teşvik ederek dünya ile
rekabet edebilir bir hale getirir. Bunun için de ilave bir tek
kuruş kaynağa ihtiyaç yok. Şu anda sosyal güvenlik sisteminin açık
finansmanı için ayırdığımız 20 milyar dolar para yeter. Türkiye bu
yoksulluğu akıl dışılığı yüzünden yaşıyor.
Demokratikleşme adına AKP’ye destek verdiğiniz noktalar olur. Terörle mücadele yasasındaki kaygılarınızı bizzat giderek Sayın Cumhurbaşkanı’na iletmeyi düşünüyor musunuz?
Bunu kabine içinde de söyledim, bu tartışma akut hale gelmeden önce de söyledim. Ama bu sözleri dışarıdan muhalefet olarak söylemenin bir talihsizliği var. Bu çağrıları ben yaptım. Sayın Cumhurbaşkanına siyasi parti liderlerini bir toplantıya çağırması için çağrıda bulundum. Meclisi bir genel görüşme için toplaması için Başbakana ve Hükümete çağrıda bulundum. Hükümet bizi yok sayarmış gibi yapmaktan bir siyasi fayda umuyor. Ben işin çok temel bir ülke meselesi olduğunu söylüyorum. Bu mesele, “iç politikada neyi satarız nasıl satarız” diye pozisyon alacağımız bir mesele değil. Güvenlik sorunlarının çözülmesinin anahtarı, özgürlüktür. Bu sorunu adalet çözer. Bu kanun çok büyük belalar çıkarır Türkiye’nin başına. Kanuna bak bir taraftan nasıl adamı içeri atarım diye bakıyor, diğer taraftan nasıl salıveririm diye bakıyor. Böyle bir saçmalık olamaz.
Türkiye etkin pişmanlık kurumunu bir araç olarak eninde sonunda
kullanacaktır. Kullanmalıdır da, ama diğer unsurlarından ayrı
olarak yaptığında, bu hiçbir şey kazandırmaz, sadece
kaybettirir.
Terörle mücadele kanunu etrafında yapılan tartışmaların, sonunda
gelip Öcalan’ın salıverilmesi meselesine dayanmış olması bize
gösteriyor ki, Öcalan yattığı yerden Türkiye’yi idare ediyor. Ne
Öcalan’ın nede PKK’nın böyle bir gücü yok. Öcalan ve PKK’ya böyle
bir fenomeni kazandıran Türkiye bütünlüğünü savunması ve inşa
etmesi gereken kurumların- güçlerin sadece refleksten ibaret ve
kendi pozisyonlarını gözeten zaaflarıdır. Bu zaafları çeşitli
biçimde çoğaltmak mümkündür. Yani “Diyarbakır’da güvercin, Söğüt’te
şahin olmak” bunun bir göstergesidir. “Ya sev ya terk et” başka bir
örneğidir “Biz bu konuda tarafız bizi bu işe karıştırmayın” daha
başka bir örneğidir. Siz bu işte tarafsanız biz neyiz? Biz
pazarlamacı mıyız? Ülkenin bir sorunu varsa bu hepimizin bir
sorunudur. Bu sorunun doğru bir çözümü varsa o çözüm konusunda
birlik olmamız gerekir. Birlik olmak dururken herkesin kendine,
kendi işine en çok yakıştırdığı veya kendisi için en yararlı
bulduğu pozisyona çekilmesi bana çok acıklı bir durum olarak
gözüküyor. On binlerce ana çocuğunun hayatından endişe ederken,
milyonlarca insan ülkenin geleceğinden endişe ederken, on
milyonlarca insan bu akıl dışılığın bedelini geri kalmışlık, açlık,
yoksulluk olarak öderken herkes kendi fiyakasını düşünüyor. Tek
kelimeyle ayıptır ve tarih bunu affetmeyecektir. Neyi hedefliyoruz
ve nereye varacağız. Bu koyundan başka post çıkmaz. Bu koyundan
başka postlar çıkarmaya çalışanlar hakikatten çok ayıp ediyorlar.
Çünkü işin içinde can var, kan var, işin içinde ülkenin istikbali
var. Kimse şunu söyleyemez: Biz üstümüze düşeni yaparız, geri
kalana karışmayız. Karışmayın o zaman. Kimi kandırıyorsunuz. Ne
karışmamak ne de keyfi karışmak gibi bir özgürlüğünüz var. Ölçü
kaçmasın. Buradan Türk Silahlı Kuvvetlerine söylüyorum elbette
karışmalısınız. Ama şöyle karışırız böyle karışmayız demek gibi bir
seçim özgürlüğünüz yok. Öte yandan hükümetin de yaptığı başka bir
şey. Devletin konusu diye bir ayırım getirip belli alanlarda
görevsizlik kararı vermek, kenara çekilmek, popülist bir tavır
takınmak yakışan bir şey değil. Başımızdaki hükümet muhalefet mi
iktidar mı bir kere bunu anlayalım. Canının istediği zaman
muhalefet istediğin zaman muhalefet olmayacaksın. YÖK reformunu
çıkarma, öğrenci reformunu çıkar. Bu tam taşları bağlayıp ötekileri
serbest bırakma işidir.
Türkiye bu meseleyi sadece kendi meselesi olarak görerek çözemez.
Türkiye’nin çözümü sadece kendisi için değil Irak’taki Kürkler,
Türkmenler, Şiiler için de olmalıdır. Suriye’deki Kürtler için de
olmalıdır, İran’daki Kürtler için de olmalıdır. Türkiye’nin
bulacağı çözüm böyle olmalıdır. Hem dünya için çözüm hem Türkiye
için olağanüstü bir kazançtır. Türkiye bunu yapabilir, dünya
konjonktürü buna çok müsaittir. ABD’nin Ortadoğu’daki durumu bunun
için büyük fırsatlar sunar mahiyettedir. Türkiye tehdit gibi
gördüğü şeylerle içine büzülüp kapanacak bir ülke olmaktan çıkıp,
tehdit gibi görünen şeylerin fırsat değerine odaklanmalıdır. Eğer
ufkunuzu Güneydoğu’dan ibaret tutarsanız bir çözüm bulamazsınız.
Erbil’i, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ufkunuzun içinde
göreceksiniz.
Kaynak: Sabah Gazetesi
Röportaj: Özay Şendir