Bu söyleşi Türkiye'yi sallayacak!
Abone olDilek Yaraş, Haberajanda Dergisi adına İsveç'e gitti, PKK itirafçısı ve JİTEM'in karukutusunu konuşturdu. Ortaya tüyler ürperten itiraflar çıktı.
Abdülkadir Aygan
PKK, itirafçılık ve JİTEM üçgeninde son derece kilit bir isimdi.
Abdullah Öcalan'ın akrabasıydı. Bölgede son 30 yılda yaşanan her
çeşit terörün kara kutusuydu.
12 Eylül öncesinde PKK'ya katıldı, Kıbrıs'ta askerliğini yaptığı
sırada Kıbrıs Rum kesimine kaçtı. Sonra da PKK'ya katıldı ve dağa
çıktı. Yıllarca dağda kaldı. Ardından itirafçılık yasasından
yararlanıp teslim oldu.
Ve bugün hala varlığıyla yokluğu tartışılan JİTEM'e katıldığını
itiraf etti. JİTEM'de yaşadıklarını anlattığında, tarif ettiği bazı
kuyulardan insan kemikleri çıktı. Ve ölüm tehditleri aldığında bir
gece aniden yurt dışına kaçtı. Bu başdöndürücü hayat hikayesi
aslında bölgede yaşananların belki de özetiydi.
O günden beri bazı yerlerde söyleşiler yatı ama bu kadar derine hiç
inmemişti. Haber Ajanda Dergisi yazarı Dilek
Yaraş'a anlattıkları, Türkiye'de yeni bir tartışmanın
fitilini ateşleyeceğe benziyor..
Dilek Yaraş sordu, Abdulkadir
Aygan Türkiye'nin ilk kez duyacağı tüyler ürperten gizli
bilgileri anlattı.
-Abdullah Öcalan kendisiyle ne zaman ve nasıl irtibat kurdu?
-Namaz kıldığında teröristler onunla nasıl dalga
geçti?
-Atatürk'e ve Fethullah Gülen'ie olan hayranlığı nereden
geliyor?
-Hangi eylem yapılmak üzereyken PKK'dan
ayrıldı?
-JİTEM'de karşılaştığı dehşet verici katliamlar üzerine ne
yaptı? JİTEM'de kurucu veya iç personel olarak çalışan kimler
vardı?
- Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım yaşıyor mu yaşamıyor
mu?
- KCK ve PKK avukatları neden ısrarla onun Türkiye'ye
gelmesini istiyor?
-Musa Anter'i o gece kim nasıl öldürdü?
-PKK'ya “Benim bölgemde eylem yapma. Bak şu, şu bölgelerde
eylem yapabilirsin” diyen komutan kimdi?
-Efsane Albay olarak anılan Erdal Sarızeybek hakkında
dehşete düşüren iddialar...
-KCK operasyonları hakkında ne düşünüyor, neden bu
operasyonları çok önemli buluyor? “Bunların dışarıdaki damarları”
derken neyi kastediyor?
-Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkındaki fikirleri ne?
Habur görüntüleri için ezber bozan açıklamaları.
- PKK'nın ölüm tehditleri devam ediyor mu?
Ve daha onlarca soru, onlarca cevap. Her biri birbirinden önemli bu
soru ve cavaplar.
İşte Dilek Yaraş'ın İsveç'in bir kasabasına doğru başlayan
yolculuğu, yolculuk sırasında hissettikleri, Aygan'la
“Kurtlar Vadisi” senaryolarını aratmayan
buluşması, buluşma sonrası soruları, Abdulkadir Aygan'ın hafızalara
kazınacak cevapları:
Başlangıç:
Çoğunuz gibi ben de Abdülkadir Aygan’ı eski bir PKK itirafçısı ve
JİTEM’in iç yapısını deşifre eden biri olarak okumuş ve hafızamın
bir köşesine koymuştum. İsveç’te yaşadığını bildiğim halde
kendisiyle bir röportaj yapmayı düşünmemiştim. Açıkçası çok fazla
takip de etmemiştim. Hakkındaki bilgim, siyasetle ilgilenen sıradan
bir vatandaştan halliceydi. İsveç’e gideceğimi duyan Sevgili
Muhteşem Tıraş, facebook’ta tanışıp diyalog kurduğu Aygan’a benden
bahsettiğini ve bir röportaj yaparsam görüşmeyi kabul edeceğini
söylediğinde, neden olmasın diye düşündüm ve Yavuz Selim’in de
onayını alınca, hiç hesapta olmayan bu söyleşi için hazırlanmaya
başladım.
Aygan’ın JİTEM’le ilgili anılarını okumayı en sona bırakmıştım. Trenle İsveç’in içine doğru yol alırken okuduğum JİTEM anıları bana gittikçe karanlık bir tünelin içine doğru çekildiğimi hissettirdi. Herşey o kadar koyu ve karanlıktı ki an geldi, “İlk durakta geri dönsem, vazgeçsem bu röportajdan” diye düşündüm. Onca yıllık gazetecilik hayatımda böyle bir duyguyu ilk defa yaşıyordum. Mavi Marmara röportajları da ağır ve acı bir olaya dayanıyordu ama söyleşileri yaptığım insanların yolu aydınlıktı. Aygan’ın anıları ise dibi görünmeyen kapkaranlık bir yoldu. O karanlığın içinden geçen insanın, yani Aygan’ın, tünelin ucundaki ışığa ulaşmak için çabaladığı, korku filmlerini aratmayacak bir yol...
Bu duygularla, Aygan’la
sözleştiğimiz yere vardığımda karşımda tipik ve samimi bir Anadolu
insanı buldum. Yolun bundan sonrası benim inisiyatifimden çıkıyordu
artık. Çünkü Aygan ve ailesi, İsveç devletinin korumasında, kimliği
ve adresi gizli bir hayat sürüyor.
Aslında, Aygan’ın “Hoş geldin” faslından sonra söyledikleri genel ruh halini de yansıtıyordu. Beni beklerken, durakta yabancı ve tuhaf giyimli bir kadın görmüş ve kendisini takip ettiğinden şüphelenmiş. Bir süre takip etmiş kadını ama sonra vazgeçmiş. Ben, her zamanki rahatlığımla, “Turisttir merak etmeyin” deyince Almanya’dan, İsviçre’den, Hollanda’dan aldığı tehdit maillerini anlatıyor. Eh, benim için rahat olmak kolaydı tabii ki; uzun yıllar hem PKK hem de JİTEM’in içinde yer alıp, her türlü olaya şahit olduktan sonra her ikisinin de bütün pisliklerini deşifre ederek çıkmış ve iki zıt (!) grubu da kendisine ölümüne düşman etmeyi başarmış olan ben değildim nasılsa...
Aygan ailesinin yaşadığı kasabaya varana kadar uzun bir yolculuk yapıyoruz. Yol boyunca karşıma çıkan yer bildiren tabelaların hiçbirine bakmıyorum. Gazeteciliğimi (istemeden de olsa) muhbirliğe dönüştürmemek için kendimce aldığım bir önlem işte… Hani, olur a, Aygan’ı tehdit edenlerden biri onunla görüştüğümü duyunca “Nerede yaşıyorlar?” şeklinde bir soruyla çıkıverirse karşıma diye... Gülmeyin ama, siz de bir röportaja hazırlanacağım diye günler boyu Kurtlar Vadisi dizisindekilerden beter, hem de gerçekten yaşanmış hikayeler okursanız, benim gibi düşünürdünüz herhalde. Hatta belki de o kadarına bile gerek yok; olaylara şöylece kıyısından köşesinden değinen şu mütevazı yazının tamamını okumak bile benim oradaki haleti ruhiyemle aynı frekansa getirebilir sizi… Bu konuda iddiaya mı girseydim ne!...
Her neyse, biz yavaş yavaş başlayalım en hakiki öz Kurtlar Vadisi hikayemize:
Yolda, henüz yeni geçirdiği ve
-kazaya tanık olanların ifadesiyle- meleklerin yardımıyla
kurtulduğu trafik kazasını anlatıyor Aygan. Aynı, rahmetli
Şenol Özbek’in geçirdiği kazaya benziyor anlattıkları. Şüpheli
bir araba tuhaf hareketlerle yoldan çıkıp devrilmesini sağlıyor,
sonra da ortadan yok oluyor. Sonuç: Hurdaya çıkmış bir araba,
haftalar süren tedaviler ve hala ağrıyan kaburgalar...
Şenol Özbek’i çok seviyormuş Abdülkadir Aygan.
Facebook’ta arkadaş olmuşlar. “Önce yanlış anladık birbirimizi,
terörle ilgili bazı konularda tartıştık. Ama daha sonra ikimizin de
özde aynı şeyi düşündüğümüzü ve insanlığa, Türkiye’ye hizmet
amacında olduğunu anlayıp çok iyi arkadaş olduk. Sık sık istişare
ederdik...” diyor.
Eve vardığımızda kapımızı eşi Asya açıyor. Biraz sonra, büyük oğlan (91 doğumlu) Salih ve en küçük kız Zeynep (1994) yanımıza gelerek gayet sıcak bir şekilde “Hoş geldin” diyorlar. Hemen ardından, şirinlik muskası Mustafa (2001) ile tanışıyoruz ve anında arkadaş oluyoruz. O kadar sıcak ve neşeli bir çocuk ki onu sevmemek imkansız; üstüne üstlük bir iltifat, bir hizmet ki, sormayın...
Trendeki kaçma duygusu, bu insanları yakından tanımak hikayelerini dinlemek isteğiyle yer değiştiriyor. Acelem de yok pek. Benim gidebileceğim ilk tren ancak ertesi sabah…
Aygan çiftinin iki çocuğu daha var. 82 doğumlu Leyla ile 90 doğumlu Zeliha. Leyla’nın da iki buçuk yaşında Helin isminde bir kızı var. Helin, Kürtçe’de “yuva” demekmiş. Yuva kavramının sürekli tarumar olduğu bir ailenin yeni nesli için en uygun isim, diyorum içimden. Eşiyle beraber Almanya’da yaşayan Zeliha hamileymiş. Anlayacağınız, yakında bir bebek daha geliyor Aygan ailesine.
Abdülkadir Aygan’ın anlattıklarının oluşturduğu ağır hava, Mustafa’nın ara sıra yanımıza gelmesi ve şakalaşması sayesinde dağılıp hafifliyor. Onun neşeli varlığı, soluklanmak ve dengeyi bulmak için bir hava koridoru işlevi görüyor adeta.
Asya, annesinin amcaoğlu olan Abdülkadir Bey’le on altı yaşındayken, Aygan’ın kaçak olarak yaşadığı zamanlarda düğünsüz derneksiz evlendirilmiş. “Nasip böyleymiş, bir arabaya bindik ve gittik.” diyor Asya. Aygan’ın Türkiye’yi ayağa kaldıran JİTEM itiraflarını da yurtdışına çıktıktan sonra gazetelerden öğrenmiş Asya. Böyle bir hayat sen ve çocuklar için de çok zor olmuştur, dediğimde, gülüyor ve “Ohoo, sen ona soracağına asıl bana sor. Otuz üç senedir bu çilenin içindeyim. On sene beraber değildik. Altı yedi sene cezaevindeydi. Üç sene kaçaktı.” diyor.
Kocasının JİTEM’de çalıştığını bilip bilmediğini sorduğumdaysa “Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben onu askeriyeye bağlı bir devlet memuru zannediyordum. Gerçi göreve çıkarken, ‘Dönemezsem, hakkınızı helal edin.’ derdi ama, herhalde teröristlerle savaşmaya gidiyorlar, diye düşünürdüm. İşkencelerden, JİTEM’in yaptıklarından hiç haberim yoktu. Hiçbir şey anlatmazdı ki...” diyor.
Vicdan muhasebesi
Sürekli kaç göç içinde bir hayat,
her ay değiştirilen evler… Leyla babasını ilk kez üç yaşındayken
görmüş mesela. Ve sonra ailece yurtdışına kaçış... O kadar kaç
göçlü, cezaevleri kapılarında geçen evlilik hayatları boyunca
ayrılmayı hiç düşünmemiş de Asya, bir tek bu yurtdışı işi çıkınca
“Acaba ayrılsam mı?” demiş. Sonra annesinin “Senin yerin kocanın ve
çocuklarının yanıdır.” telkiniyle vazgeçmiş. “Zaten bu
ayrılıklardan başka da bir sorunumuz, geçimsizliğimiz yoktu.”
diyor.
Tabii ki bütün bir aile olarak “kaçak” statüsünde ülke değiştirmek hiç kolay olmamış. Hele Asya için: “Yola çıkarken annemgiller öyle bir ağladılar ki sanki ölü çıkıyordu evden. Biz de çok ağladık. Beş gün İstanbul’da kaldık, sonra Rusya’ya geçtik. Ben Mustafa ve Zeynep’le Rusya’da kaldım. Oradan Prag, Viyana ve Almanya’ya geçtim. Çok korktum tabii. Beni uçağa bindiriyorlar, ‘şurada ineceksin’ diyorlar. Dil bilmiyorum bi’şey bilmiyorum…”
Dilini bilmediğin, soğuk bir ülkenin ücra bir köşesinde dokuz sene açık hava hapishanesi gibi bir hayata ne çocuklar ne de Asya alışabilmiş. İsveç’in hem havası hem de insanları soğuk, diyorlar. Geldiklerinden beri de hiçbiri Türkiye’ye gidememiş. Bir tek Asya, o da bu sene, yani dokuz sene sonra gitmiş memleketine ve biraz da olsa hasret gidermiş.
Asya’nın cefakarlığı ve vefakarlığı eşinde, minnet ve şükran duyguları olarak karşılık bulmuş:
“Eş konusunda çok şanslıyım. Allah razı olsun ondan. O zor günlerde, kaybolduğum zamanlarda hiç şikayet etmedi, yokluğu sorun yapmadı. Şerefiyle bekledi beni… Bütün bunlar onun inançlı olmasından, aile terbiyesinden kaynaklanıyor. İltihaplı romatizmasına rağmen beş vakit namazını aksatmaz, tespihini çeker. Son geçirdiğim trafik kazasından da onun duaları ve evimizin içinde kılınan namazlar sayesinde kurtulduğumu düşünüyorum.”
Eskiden de eşi gibi inançlı mıydı, diye merak ediyorum. Face’teki paylaşımlarında yaptığı inanç ve iman vurguları, paylaştığı ayet ve hadisleri görünce de aynı şeyi düşünmüştüm.
“Annem, babam, abilerim namazında niyazında
insanlardı. Ailemden de çevremden de bir tek ben ‘terörist’ çıktım…
Akrabam olan eşim ve ailesi de öyle, namazında niyazında inançlı
insanlardır. Böyle bir çevrem olduğu için Cenab-ı Hakk’a
şükrediyorum. İnsanın değişmesinde bunun etkisi büyüktür. Aslında
yapı olarak hep böyleydim… Dağda dahi, yemeğe başlarken içimden
“Bismillah” demek geçerdi. Dil ile söyleyemesem de içimden
söylüyordum. Mesela, örgütte bir iki kişi ara sıra namaz
kılıyorlardı… Bu duruma diğerleri alaycılıkla yaklaşırken, ben
onlara saygı ve sempatiyle bakıyordum.
Bu yapı vicdan muhasebesini de getirmiş olmalı beraberinde ki işin sonu itirafçılığa kadar varmış. Ne dersiniz?
“Aynen... Yani bir eylem anında can alacak kadar acımasız olacak şekilde şartlandırılmışsan dahi hiç değilse o yaptığından ‘Keşke yapmasaydım!’ deyip vicdanen bir muhasebe yapman lazım.”
Siz dediniz mi?
“Çok… Bu güne kadar hep dedim ve
diyorum da… (Bunu derken, boynu bükülüyor hafifçe ve gözleri
doluyor ya da bana öyle geliyor.) Ama ‘keşke’lerle yaşanmıyor. Olan
olmuş... Neticede, kul kendi hakkını sana helal etmediği sürece sen
o kula borçlusun ve cezanı göreceksin. Allah, kulunun kendisine
karşı yaptığı hataları affedebilir, ama zarar verdiğin canına
kastettiğin insan ile yüzleşmen gerekiyor.”
Siz hiç zarar verdiğiniz biriyle
yüzleştiniz mi?
“77’de vurduğum, Ülkü-Bir Başkanı olan lise müdür yardımıcısının babası gelmişti mahkemeye. Nur yüzlü bir amcaydı. Onu görünce kahroldum, ağladım. Affetmesini istedim. Ama affetmedi… Haklıydı da… Ne emeklerle büyütmüş oğlunu, o yaşa getirmiş. Nasıl affetsin onu vuranı!? Tamam, belki oğlu da bir tarafın militanı olmuş, ya vuracak ya vurulacak… Sen o mücadelenin içindeyken bu kriteri düşünüyorsun. Karşındaki militan silahlı, senin amacının önünde engel, diye düşünüyorsun. O da seni öyle düşünüyor. Düşman oluyorsun. Tek çare, birbirini ortadan kaldırmak... Ama sonra, düşününce ve işin aslını öğrenince insan büyük bir pişmanlık ve vicdan azabı duyuyor.”
“Çocukluk idolüm Atatürk’tü!”
1958 yılında, Urfa’nın Suruç ilçesinin köyünde doğan Aygan’ın yolu da Osmaniye’deki ortaokul yıllarında ülkücülerle kesişmiş.
Atletizm sporundaki başarıları ve düzgün kişiliği ile Osmaniyeli ülkücülerin dikkatini çeken Aygan, onların davetiyle bir süre derneklerine gitmiş birkaç kez. Hatta, dernektekiler tarafından, sınıfının ülkücü temsilcisi olarak bile seçilmiş. Ama bir süre sonra, oradaki konuşmaların fikirlerine uymadığını görmüş ve özellikle de Atatürk hakkında ileri geri konuşmalarından rahatsız olduğu için ayrılmış aralarından… Laf aramızda, ben ülkücülerin Atatürk düşmanı olduğunu hayatımda duymadım, ama en azından oradakiler öyleymiş demek ki...
Aygan’ın Atarük konusunda bu kadar hassas olması ise çok eskilere, taa çocukluğuna dayanıyor. Çünkü, ilkokul döneminde müthiş bir Atatürk hayranlığı başlamış onda. Bu durum lise birinci sınıfa kadar sürmüş. “İdolüm Atatürk’tü. Ona benzemek ister, onun gibi olmayı hayal ederdim.” diyecek kadar hem de…
Atatürk’ün en çok hangi özelliğinin onu etkilediğini sorduğumda ise, “Kurtuluş savaşını yapmış, ülkeyi yabancılardan kurtarmış… Çocukluk şeyi yani bilemiyorum. Neyi kurtaracaktım ki?! Desem ki Türkiye’yi, Türkiye kurtulmuş. Desem ki bazılarının dediği gibi ‘Kürdistan’ı, o zaman ‘Kürdistan’ diye bir şey duymamışız ki... Öylesine bir hayranlık işte...” diyor gülerek.
Her neyse, bu ayrılışın sonunda ülkücülerle arasında husumet başlar. Bir gün tesadüfen CHP’lilerin duvara slogan yazma eylemine katıldığı sırada ülkücü grubun saldırısına uğrayıp, aldığı kurşun yarasıyla hastanelik olur. Bu olay için, ülkücülerden nefretin, PKK’ya ise sempatinin başlangıç noktası diyebiliriz.
O dönemi, “Bilirsiniz, akbabalar bir yerde leş kokusu aldılar mı hemen oraya konarlar, bunlar da öyle… Benim o yaralanmam ve ülkücü kesime düşman olmam üzerine Abdullah Öcalan (tabii akrabalık da var ya) ‘geçmiş olsun’a geldi…” sözleriyle ifade ediyor Aygan.
Öcalan o ziyaretinde, “Adana’da
liseye başlayacakmışsın. Oraya bizim Haki (Karer) arkadaşımız
gelecek, onlar seninle temasa geçecekler.” sözleriyle Aygan’ın
PKK’yla ilk bağlantıyı kurmasını sağlar… Ardından, yakalanana kadar
süren sağ-sol çatışmaları dönemi başlar.
NİZİP'TEKİ ÜLKÜCÜLER NASIL
KATLEDİLDİ?
KİMLERİN EVİNE İŞYERİNE BOMBA
ATILDI?
PKK O DÖNEM KENDİ İÇİNDE NASIL İKİYE
BÖLÜNDÜ?
VE PKK'DAN NASIL KOPTU, JİTEM'E NASIL ADIM
ATTI?
TÜM BU SORULARIN CEVAPLARI BİR SONRAKİ SAYFADA
[PAGE]
Nizip’teki ülkücülerin kırılması
Abdülkadir Aygan: “Nizip’te o zamanlar ülkücü gençler güçlüydü. Bunlarla ilk çatışmalar Nizip Lisesi çevresinde başladı. Solcuları, CHP’lileri dövmeye başladılar. Herkes kavga ediyordu. Birbirlerine silah çekiyorlardı. Halkın Kurtuluşu, Halkın Sesi gibi örgütler ve Maocular da vardı.
Bir ara Nizip’te güçlendik. Örgüt, sağcıları oradan temizlemek için silahlı mücadele kararı verdi. Dinamit, fünye gibi patlayıcıları da kendimiz yapıyorduk. Bu patlayıcıları ülkü ocaklarına, ülkü ocakları başkanının evine atıyorduk. O sıralar ülkücü kesimden beş-on kişi öldürdük. Böylece ülkücü kesimin etkinliği kırıldı. Aynı tip eylemler diğer bölgelerde de gerçekleştirildi. Üç-dört kişilik hücre evler silahlandırıldı.”
“Aşireti aşirete kırdırdılar”
Abdülkadir Aygan: “Solun içinde kırk çeşit fraksiyon vardı. Bunların arasından bir kesim de Devrimci Doğu Kültür Ocakları altında toplanmıştı. PKK onlara Kürt milliyetçisi olarak bakıyordu. Kimisi Kürt ulusunun bağımsızlığını istiyordu. Kimisi de ‘Kürdistan’ demiyordu da ‘Doğu’ya da yol yapılsın, hizmet götürülsün.’ falan diyordu.
Bu arada PKK da bu grubun içine girdi ve Lenin’in, Stalin’in kitaplarından yola çıkarak ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı.’ tartışmasını başlattı. Tartışma yerleri de genellikle solcu öğretmenlerin gittikleri TÖB-DER’lerdi.
Daha sonra bunlara ‘Apocular’ denildi. Sol kesim bunlara ‘ulusalcı’ diyordu ve sosyalizmi arka plana alıp Kürt ulusu meselesini öne aldıklarını düşünüyorlardı. ‘Siz halklar arasına nifak sokuyorsunuz, işçi sınıfını bölüyorsunuz.’ diyorlardı.
Apocular ise, ‘Kürtler özgür olmadan işçi sınıfı özgür olamaz.’ diyorlardı. Daha sonra bunlar, lümpen, bir baltaya sap olamamış, toplumda saygınlık edinememiş, etnik kökeninden dolayı horlanmış, dışlanmış, kişiler arasında taraftar toplamaya başladılar. Antep gibi sanayinin gelişkin olduğu yerlerde işçilere de el attılar.
Urfa tarafında, güya feodalizme, ağalığa karşı mücadele altında bir aşireti öbür aşiretin üzerine saldırttılar. Yıllarca aşiretler arasında, akrabalık bağları olmasına rağmen düşmanlık yarattılar. Birçoğu birbirini öldürdü, baskılar sonucu batıya, büyük şehirlerdeki varoşlara göçüp oralarda perişan bir şekilde yaşamaya başladılar… İşte sol kesim içindeki Kürt meselesi böyle başladı.
78’de, eli silah tutanları,
ülkücülere, faşistlere karşı silah kullanıp başarılı olanları her
bölgeden birer ikişer topladılar. Maraş’tan, Antep’ten,
Tunceli’den, Diyarbakır’dan gelip Urfa’da toplanıldı. Orada
hedefler belirlendi.
İlk kırılma noktası
Yine 78 yılında, örgütün aşireti aşirete kırdırma politikasından ve kaldığı hücre evindeki arkadaşlarının kendi kafasındaki “devrimci” yaşantıya uygun olmayan tarzlarından rahatsız olan Aygan, kısa bir not yazarak silahını bırakır ve Nizip’e ailesinin yanına döner. Ama rahat bırakılmaz. Örgütün ileri gelenlerinden Mustafa Karasu tarafından “Sen nasıl örgütü ve silahını bırakırsın?” denerek, Abdullah Öcalan’ın yanına Antep’e götürülür. Öcalan, Nizip’te kalmasına onay verince ailesinin yanına geri döner. Bu arada ailesi, örgüt işlerinden uzaklaşır umuduyla amcasının kızıyla nişanlarlar. Fakat, bu işlerden sıyrılmak o kadar da kolay değildir. Öcalan’ın teşvikiyle, bir yaralama olayına karışır ve polis tarafından aranan bir kaçak durumuna düşer. O durumdayken, ailelerin baskısı ile bir kaçağa yaraşır şekilde, yani düğünsüz derneksiz evlenir. Sene 1979...
80’in Şubat’ında ve tabii ki kaçak olarak, bir arkadaşının evinde kalırken, ev sahibinin öğrenci olan kayınbiraderi, bir kahveye bomba atıp gelir. Onu takip eden mahalle bekçisi evi tespit eder ve sabaha karşı düzenlenen baskında, Aygan da evdekilerle beraber, üzerinde (herhangi bir olayda kullanılmamış) iki tabanca ve kitaplarla yakalanıp tutuklanır. Dosyası sivil mahkemeye devredilince dışardan yargılanmak için serbest bırakılır…
Son kırılma noktası ve PKK’dan kopuş
Abdülkadir Aygan: “Kuzey Irak’tan, 85’in Mayıs ayında yirmi kişi civarında giriş yaptık. Görev alanımız, Siirt, Şirvan, Bitlis ve Fatsa’nın bir kısmıydı. Gece gündüz yürüyerek, Şirvan bölgesine kadar geldik. Bir gün grup komutanımız, ‘Şu mezradaki Ramazan Şerif, bizden önce gelen grubu ihbar etmiş. İki arkadaşımız şehit olmuş. Cezalandırmamız gerekiyor. Mezrayı basacağız ve hepsini öldüreceğiz.’ dedi.
Keşif grubunda görev alıp mezraya gittim. Sabaha karşı mezrayı gözetlerken vicdanımla muhasebe yaptım. Öldüreceğimiz adam bir ajansa eğer, onun günahını bu kadınlar, çocuklar ve masum insanlar niye çeksin, diye durumu sorguladım. Ve vicdanım bunu kabul etmedi. Ben bu yola, bir kişi için masum insanları yok etmek üzere girmemiştim.”
Aygan farketmedi ama ben lafın burasında o olayın, yani Aygan’ın vicdani uyanışının, bir sene öncesine, PKK’nın 84 yılındaki ilk baskınına, Eruh-Şemdinli’ye gittim...
O günlerde Duran Kalkan tarafından, kılavuz olarak Şemdinli bölgesine gönderilen Aygan, bölgede PKK’nın ilk silahlı eylemi için keşif yaparken, hatta belki de Sarp dağlarında dolaşırken, ben de başka bir keşif ekibiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin doktor ve hemşirelerden oluşan sağlık grubuyla (Yüksekova’da yedeksubaylık görevini yapan o zamanki eşimin vesilesiyle) yanımda iki yaşındaki kızım da olduğu halde turistik gezi yapan, dağdaki Kürt kadınlarıyla, tercüman aracılığı ile de olsa yarenlik eden eden bir üniversite öğrencisiydim.
Aygan’ın kılavuzluk ettiği gruplardan biri Şemdinli baskınını gerçekleştirir ve erleri şehit ederken, bir başka grup da sabaha karşı 00:04’te bizim kaldığımız lojmanı kalaşnikoflarla tarıyordu… Kaderin garip bir cilvesi işte…
Haliyle, kılavuzluk yaptığı örgüt
elemanlarının, askerlerimizi öldürdüğünü öğrendiğinde vicdan
muhasebesi yapıp yapmadığını sordum…
“Kamplar arasında tek başıma erzak taşırken düşünme fırsatım oldu. Ama, o zamanki aklınla ‘Canım savaşta böyle şeyler olur. Düşman askeriydi onlar.’ diye düşünüyorsun.”
Doğru söylüyordu; o baskının ertesi sabahı bizler, yani kadınlar ve çocuklar apar topar helikopterlerle gönderilirken, eşlerimiz de Şemdinli dağlarına düşman öldürmeye gitmişlerdi.
Ne o taraf, ne bu taraf öldürdüklerinin aslında kardeşi olduğunu düşünmüyordu.
Düşmandı onlar… Düşmandık biz…
PKK ne yana düşer JİTEM ne yana
Ve şimdi Aygan’la ben, iki karşı
kampın insanı ya da iki eski “düşman” olarak, o günlerde yaşanan
acıları ve vahşeti, kah gözlerimiz dolarak, kah kanımız donarak,
ama illa ki soğukkanlı bir şekilde, soru-cevap şeklinde analiz
ediyorduk… Hayat böyle bir şey
işte…
Mezra baskınında masum insanların da
katledilecek olması, kahramanımızın PKK’nın örgüt içi yargısız
infazlarından, işkencelerinden, masum insanları öldürmesinden zaten
rahatsız olan vicdanı için bardağı taşıran son damla olmuş ve
devrimci militan Abdülkadir Aygan bir anda örgütü terkedip PKK
itirafçısı konumuna geçmiş. Ardından zorunlu askerlik görevi ve o
sırada kendisiyle bağlantı kuran JİTEM komutanlarının teşvik ve
talebiyle resmi(!) devlet görevi başlamış.
JİTEM'E GİRMESİNİ KİM
İSTEDİ?
JİTEM'İN BAŞINDA KİM
VARDI?
EKİPTE YER ALAN İSİMLER
KİMLERDİ?
HA PKK, HA JİTEM DEDİRTEN TÜYLER ÜRPERTİCİ
OLAYLAR
GENÇ KIZLAR, MASUM İNSANLAR NASIL
KATLEDİLDİ?
MUSA ANTER NEREDE KİM TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ?
TÜM BU SORULARIN CEVAPLARI BİR SONRAKİ
SAYFADA
[PAGE]
Neden kabul ettiniz JİTEM’için çalışmayı?
“Çünkü PKK’ya çalışırken insanlığa karşı, kendi halkıma karşı ve Türk halkına karşı da vicdanen borçlanmış oldum. İç yüzünü öğrendiğim, millet için çok zararlı bir örgüt olduğuna emin olduğum PKK’nın engellenmesi için elimden gelen herşeyi boynumun borcuydu. Devlet, jandarma teşkilatının içinde yarı resmi de olsa, JİTEM’i kurmuştu. Bu projenin hayata geçirilmesine sebep olan kişi de Cem Ersever’dir... Şunu söylüyordu Ersever: ‘Sıradan bir Kürt insanı benim kardeşimdir, onunla hiçbir sorunum yok. Ama PKK, başka güçlerin hizmetindedir ve hem Kürtlere hem de Türklere zarar vermektedir. Bu mikrobun temizlenmesi lazım. Ama bunu, düz bir askeri mantıkla yapamayız.’”
Ha JİTEM, ha PKK!
80’li yıllarını PKK’ya adayan ve fakat şiddeti sivil insanlara yönelttiğini gördüğü için ayrılan Aygan, 90’lı yıllarını adadığı JİTEM’de de aynı şeylerin yapıldığına şahit olur.
Sıra, yeni bir vicdan muhasebesine ve “Ha JİTEM, ha PKK!” denerek bu “karanlık” örgütten de ayrılmaya gelir.
JİTEM’in karanlığını Aygan’dan dinleyelim:
“JİTEM’de de iş çığrından çıktı. Diyelim bir kişi terörist olarak tespit edilmiş, yakalanmış. Bunu yanında kim varsa onu da yakalıyorlar ve görgü şahidi bırakmamak için onu da öldürüyorlar. Mesela, Mersinli bir kız vardı, terörist olan onun erkek arkadaşıydı. Gençleri gezerken aldılar ve kızı da işkenceyle sorgudan geçirip öldürdüler. Cesedi neden sonra bir köprünün altında bulundu.
Bir de o ortamdan faydalananlar, rant elde edenler var. Korucu başları, bölgedeki komutanlarla, idari yetkililerle iyi ilişkiler kurmuş olan, onlara haber elemanı kisvesi altında bilgiler vermiş olanlar, Kuzey Irak’a gidiyor, silah, uyuşturucu kaçakçılığı yapıyorlardı. Ellerindeki (komutanlardan ya da idari yetkililerden aldıkları) ‘Bu şahıs bizim haber elemanımızdır.’ kağıdıyla yol çeviren polise bile kafa tutuyorlardı.
Yine bu kişiler, kendi çıkarına ters düşen ya da hasmı olan insanları JİTEM’e ‘terörist’ olarak ihbar ediyorlardı. Sonra da o insanlar JİTEM tarafından alınıyor, suçlu olsalar da olmasalar da işkenceden geçiriliyor ve öldürülüyordu.”
İşkence yaptıklarını hep öldürüyorlar mıydı?
“O kadar işkenceden geçirdiğini nasıl bırakacak?!”
JİTEM bitti mi?
“Susurluk olayından sonra kamufle edilmeye başlandı. Hatta göstermelik soruşturma da yapıldı. Ankara’dan bir yüzbaşı gönderdiler. Bu yüzbaşı, hepimizin sembolik olarak ifademizi aldı. Ama orada kim gerçeği konuşabilecekti ki?!”
Musa Anter ve Yeşil
Musa Anter’in katlini
anlatır mısınız bize?
Olay günü, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Cem Ersever, Mustafa Deniz, Neval Boz, Hogir (Cemil Işık) ve Şırnaklı Hamit (Hamit Yıldırım) Diyarbakır’a geldiler. Cem Ersever ve Neval Boz ‘Nemrut dağına gideceğiz.’ diyerek yanımızdan ayrıldılar. Yeşil, Mustafa Deniz, Hogir ve Şırnaklı Hamit, Diyarbakır JİTEM Grup Komutanlığı karargahında, yanımızda kaldılar.
Akşam üzeri, Hogir ve Yeşil,
Şırnaklı Hamit’i, Musa Anter’in kalmakta olduğu otele gönderdiler.
Hamit, otele gidip geldi fakat, Musa Anter ile görüşemediğini
söyledi.
Tekrar otele telefon açtılar. Ne
konuştuklarını duymadım. Bir süre bekledik. Baktık ki ne gelen var
ne giden... Ben ve Hogir aramızda ‘Burada fazla bekledik, bu işte
bir terslik var. Polis devriyesi buradan geçerse bizi farkedebilir
ve sorun çıkar. En iyisi beklemeyelim ve Yeşil’in yanına gidelim.’
dedik.
Tarladan yürüyerek tepede, Land
Rover’in içinde bekleyen Yeşil ve Mustafa Deniz’in yanına gittik.
Onlar da durumdan huzursuz olmuşlardı. Şırnaklı Hamit, Musa Anter’i
getirmemişti çünkü.
Beş on dakika sonra Seyrantepe tarafında polis
arabalarının siren seslerini işittik. Yeşil, telsizden polis
kanalını izliyordu. Polis telsizlerinden ‘Bir şahıs eks olmuş.’
diye anons edilince, beklemekten vazgeçip, Land Rover’le
Saraykapı’daki JİTEM karargahına gittik. Karargahta, sivil memmur
Ali Ozansoy ana telsizin başındaydı. Ali’ye bu görevi, Tim Komutanı
Savaş Gevrekçi vermişti. Ali Ozansoy, ‘Hamit, Musayı vurmuş galiba’
dedi.
Otuz kırk dakika sonra Hamit Yıldırım geldi ve Musa’yı vurduğunu söyledi. Yeşil ve Hogir, ‘Senin görevin Musa’yı yanımıza getirmekti, niçin vurdun?’ diye kızdılar. Hamit de, ‘Otelden aldıktan sonra, taksiyle yanlış yola girmiştik, yanında yeğeni de vardı. Taksiyi geri çevirip Silvan yoluna girdik fakat çok şüphelendiler. Ben de bu yüzden onları Seyrantepe’de indirip, sokakta vurdum. Tabancayı da kaçarken sokaktaki çöp tenekesine attım’ dedi.”
Hamit Yıldırım’ın, üzerine vazife olmayan bu cinayeti işlemesi gerçekçi geliyor mu?
“Tahminimce, Hamit Yıldırım o sıralar Ergenekoncu subayların ajanıydı. Belki ‘Yeşil ve Hogir Musa Anter’i öldürmez.’ diyerek gizlice Hamit Yıldırım’a görev verdiler.”
Yeşil yaşıyor
mu?
“Yeşil’in yaşayıp yaşamadığı
hakkında bilgim yok.”
YAZDIĞI KİTABI TÜRKİYE'DE KİM TARAFINDAN
ÇALINDI?
ERGENEKON'İN İÇİNDE JİTEM MENSUBU KİMSE
VAR MI?
BDP'LİLERİN AVUKATLARI NEDEN HER DURUŞMADA
BU İSTEKTE BULUYOR?
DIŞARIDA SERBEST DOLAŞAN AMA SUÇLU OLAN
PAŞALAR KİMLER?
KİMLER O'NU SUSTURMAYA
ÇALIŞIYOR?
DEVAMI İÇİN BİR SONRAKİ SAYFAYA GEÇİN
[PAGE]
Hayatının kitabının telif hakkı gaspedilmiş
Abdülkadir Aygan’ın PKK ve JİTEM dönemlerinde yaşadıkları, burada göründüğü kadar basit ve sınırlı değil tabii ki... Lakin, gerek kendisinden dinleyerek, gerekse kitabından ve sitesinde yazdıklarından okuyarak öğrendiğim her şeyi “hakkıyla” yazmaya kalksam Sevgili Yavuz Selim’in, Haber Ajanda’nın bu sayısını –hatta gelecek sayısını- bu hikayeye tahsis etmesi gerekir. Ama konu benim kadar sizi de sardıysa, bir haberim var size: Aygan, bütün yaşadıklarını kayda alarak kitap haline getirmiş. Düşüncelerini de zaten kişisel web sitesinde hem de sık sık güncelleyerek yazıyor.
Gelin görün ki, hayatının kitabından yana da çok dertli Abdülkadir Bey. Çünkü, emek hırsızlığı kapsamına girebilecek çok nahoş bir olay yaşamış. Bendeniz de, telif haklarına karşı aşırı, (sosyal paylaşımlarda bile kaynağın tam ve doğru gösterilmesi için mücadele edecek kadar) hassas olduğum için, bu konuyu da anlatmadan geçemeyeceğim. Daha doğrusu, Aygan’a anlattıracağım.
İşte telif mağduru kitabın hikayesi:
“Kitabımın word halini eski Nasname sitesinin editörü Şükrü Gülmüş’e gönderdim ve Nasname’nin açmış olduğu yardım kanpanyasına katkı sunmak istedim. Kitabı Almanya’da ‘Çapraz Ateş’ adıyla bastırıp satan Şükrü Gülmüş, hiç kimseye bir kuruş para vermedi (Nasname’ye dahi)… Kaç adet bastırıp sattığı da meçhul. Sonra; Şükrü Gülmüş beni gazeteci-yazar Nevzat Çiçek’le tanıştırdı ve Nevzat’ın kitabımı Türkiye’de bastıracağını, bana da telif hakkından ve kitaplardan on adet vereceğini söyledi. Şifaen kabul ettim. Ancak, Nevzat Çiçek kitabımı kendi adıyla ve bazı yerlerinde çıkarma-ekleme yaparak bastırdı. Üstelik, ne bana ne de Nasname’ye ne 1 kuruş ve ne de 1 kitap gönderdi. Yazışmalarımızda söz vermesine rağmen bugüne kadar hiçbir sonuç yok. Tabii neticede, kitabımı Nevzat’a peşkeş çeken, Şükrü Gülmüş’tür. Avukatım da Nevzat’la görüştü, ‘Telafi ederiz.’ demiş ama hala hiçbir gelişme yok.”
Eh, Nevzat Çiçek olur da bu
satırları okursa, kitabın asıl sahibine birkaç kitap göndermeyi
ihmal etmez herhalde artık.
Bu arada, Abdülkadir Bey de kitabını (telif hırsızlarına demeyelim de “aymazlarına” inat) kişisel sitesinde yayınlıyor. Merak ediyorsanız oradan okuyabilirsiniz …
Dolayısıyla biz de artık, PKK ve JİTEM’in geçmişte kalan en derin, en karanlık ve en kapsamlı ayrıntılarına girmeden, olay(lar)ın günümüze düşen kısımlarına odaklanabiliriz.
Ergenekon’da JİTEM’den kaç kişi var?
Laf açılmışken, Ergenekon davaları hakkındaki görüşlerinizi de öğrenilim? JİTEM’de suç işleyen şahısları ve illegal olayları isim isim açıkladınız. Bu açıklamalarınız değerlendirildi mi?
“Bir tarafta, PKK cephesinde bir iki yüzlülük var. Hadi, PKK’yı bir yana bırakalım. PKK, bu meselede kabahatlı olan JİTEM’den daha beter bir şey zaten... Ama, Kürt halkının temsilcisi olduğunu iddia edenler yeri geldiğinde, ‘Faili meçhuller çözülsün!’ diyorlar, Cumartesi Anneleri’nin, kayıp yakınlarının etkinliklerine katılıyorlar ama Diyarbakır’da süren dava için hiçbir eylemde bulunmuyorlar. Apo’nun burnu akıyor diye neler yapıyorlar, üzerlerine bomba bağlıyorlar, ortalığı molotof kokteylleriyle savaş alanına çeviriyorlar. Yakıp yıkıyorlar. Ama orada kanunsuz bir şekilde on bin, on beş bin Kürt öldürülmüş, onu görmüyorlar… Kürt olsun, Türk olsun farketmez ayrıca…
Onların avukatları mahkeme heyetinden sadece neyi talep ediyor biliyor musunuz?! İsveç’e sığınan Abdülkadir Aygan’ın Türkiye’ye getirtilmesini… O mahkeme de bunları ciddiye alıyor ve beni istetiyor…”
Bir dakika, kafam karıştı… BDP’lilerin avukatları mı diyor bunu?
“Ya, BDP zihniyetli avukatlar işte... Bütün avukatlar onların zihniyetinde demiyorum. Ama bir kısmı da var ki bu faili meçhuller dosyasındaki bazı davalara giriyorlar ve orada ‘Ya mahkeme heyeti! Heey Ankara’dakiler! On on beş bin faili meçhul var. Herkes bunu duyuyor. Listeler yayınlanıyor. Her yerden tek tek cesetler, kemikler çıkıyor. Bütün bunları yapanlar bu üç-beş zavallı itirafçı mıdır? Korucu, uzman çavuş mudur?’ demiyorlar.
Mahkeme, suçlu sandalyesine itirafçıları oturtuyor, esas suçluları oturtmuyor. Ya kardeşim! Bu insanlar, o suçlar işlenirken ‘itirafçı’ statüsünde değildi ki… Bunlar devletin resmi memuruydu. Sicil numaramız var. On sene hizmet etmişiz. Sizin tayin ettiğiniz komutanların emrinde çalışmışız. O komutanlar nerede?
Çarşaf çarşaf liste veriyorum. En tepeden en aşağıya kadar isim veriyorum… En alttakiler mi suçludur, tepedekiler mi? Eğer, bu işin üzerine ciddiyetle gidilecekse, samimiyet ve dürüstlük varsa, tepeden başlanacak... Tepeden başlanamıyorsa da ortadan başlansın. Albaylara, generallere çıkamıyorsan, ortadaki binbaşılardan, yüzbaşılardan başla…”
E, birçok üst rütbeli subay da tutuklandı ama…
“Hani JİTEM’den kim var? Kaç kişi? Faili meçhuller var mı? O bölgedeki JİTEM’in emrinde çalışan astsubay bile, tim komutanının izni olmadan adımını dahi atamaz. Tim komutanının rütbesi en az yüzbaşıdır. Ondan sonra gelen bölük komutanıdır; onun da rütbesi en az binbaşıdır. Bunun üstü de Ankara’dakilerdir, Gruplar Komutanlığı’dır. Gruplar Komutanlığı’nda albaylar, yarbaylar var. Onun başında kim var? İstihbarat Başkanı… İstihbarat Başkanı kimdir? Generaldir... Ondan sonra da Genelkurmay’a, karanlık devletlere, taa Harp Dairesi’ne kadar gidiyor bu iş… Kökü Gladio’ya dayanıyor. Ve işin bu yönü takip edilmiyor. Bloke edilip, belli bir lokal düzeyde tutuluyor.”
Peki, “siz” ne için suçlandığınızı düşünüyorsunuz?
“Beni susturmak için yapıyorlar bunu. Beni, ailemi ve çevremi huzursuz ediyorlar ki susayım, tükürdüğümü yalayayım. Eskiden yaptığım açıklamaları değiştireyim, istiyorlar.”
Bugüne kadar yaptığınız açıklama ve itiraflar arasında değiştirdiğiniz ya da değiştirmek istediğiniz herhangi bir şey var mı?
“Hayır... Değiştirmedim. Kellem de gitse değiştirmem. Ben neysem oyum. Allah bir can vermiş, ne zaman alacaksa alır.”
Faili meçhullerin üzerine gidilmemesi hem çok acı, hem de ilginç… Neden böyle?!
“Faili meçhuller davasında ne
BDP’liler, ne sivil toplum kuruluşları dedikleri kesim, ne solcu
geçinen sözüm ona sosyal demokrat aydınlar, ne de insan hakları
derneklerinde ciddi bir çaba var. Hepsi sahtekar... Eğer bu konunun
üzerine giderlerse, PKK’nın da yaptıkları gündeme gelir diye
çekiniyorlar.”
Sizi de engellemeye çalışanlar oldu mu?
“İlk yurt dışına çıktığımda PKK benim bu tür şeyleri deşifre etmemi sabote etti. Daha İstanbul’dan çıkmadan, gazetecileri vasıtasıyla yaptılar bunu. Hemen röportaj adı altında sorgulama gibi bir şey yaptılar; söylemediğim sözleri de ekleyerek kitap haline getirdiler. İçine ne kadar kötü sıfat varsa doldurdular. Dicle Haber Ajansı’na çalışan Uğur Balık denen şahıs, içinde not tuttuğum ajandamın, belgelerin ve delil olarak gösterebileceğim fotoğrafların olduğu çantama el koydu. Daha sonra da utanmadan satmaya çalıştı onları.”
Hedefleri neydi?
“Hem PKK’nın hem de JİTEM’in pisliği ortaya çıkmasın diye uğraşıyorlardı. Tek suçlu olarak beni seçtiler. Cellat, katil hepsi benim. Sanki JİTEM’i ben kurmuşum, ben yönetmişim. Bütün faili meçhulleri ben yapmışım. Burdaki milliyetçi Kürt dernekleri bile bana cephe aldılar. İsveç resmi makamlarına dilekçe verdiler. Savaş suçlusu olarak yargılanmamı istediler. Bak sen!... Savaş mağduruyken savaş suçlusu ilan ediliyorum.”
Gerekçeleri neydi?
“Ben JİTEM’de çalışmışım, Kürtleri
öldürmüşüm, faili meçhul yapmışım, bilmem ne… Elinizdeki delil ne?
Benim anlattığımdan başka deliliniz var mı? Yok… İsveç hükümeti de,
“Getirin delilinizi, şahidinizi, yargılayalım.” Dedi. Aldığım
tehditler yetmiyormuş gibi bir de bunlarla boğuşuyorum.”
TERERİSTLERE ASKERİN KUMANYASINI GÖNDEREN
RÜTBELİ KİMDİ?
BENİM BÖLGEMDE EYLEM YAPMA AMA ŞURALARDA
YAP DİYEN KOMUTAN KİMDİ?
PKK KÜRTLERİN YÜZDE KAÇINI TEMSİL
EDİYOR?
KÜRTLER ÖCALAN'DAN DAHA ÇOK NEDEN
BARZANİ'Yİ SEVİYOR?
AYRINTILAR BİR SONRAKİ
SAYFADA
[PAGE]
Teröristlere giden asker kumanyaları
PKK’dan mı geliyor tehditler?
“Evet, evet… PKK’lılardan, kendisine solcu diyen bazılarından… Zaten Ergenokon’un tehditleri de Arif Doğan’ın vasıtasıyla yapılıyor. JİTEM’in en acımasız komutanı, Abdülkerim Kırca’nın arkadaşları olduğunu söyleyen emekli yarbay ve albaylardan da bol bol tehdit geliyor. Sözde Güneydoğu’da savaşan kahramanlarmış… Gördük sizi, gördük… Sizin orada savaştığınız dönem PKK’nın azdığı dönemdi. Şimdi sosyal paylaşım ortamlarında kahramanlık taslayan, hükümeti ihanetle suçlayan o yarbaylardan birisi Şemdinli’de görev yaptı…
Kimdir o?
“Sarızeybek diye birisi…”
Onun Şemdinli’de görev yapması ne anlama geliyor bu bağlamda?!
“92-94’te Şemdinli’de sınır tabur komutanıydı. Biz, bölgenin o dönemdeki vaziyetini biliyoruz. Eğer görevlerini hakkıyla yapmış olsalardı Şemdinli bugünkü hale gelmezdi.”
Ne yaptılar ya da yapmadılar ki?
“Ben diğer taraftayken yani Haftanin bölgesindeyken, hatta daha ilerisindeki Zap kampındayken, ona bağlı olan karakolların bölgesindeki köylüler bize katırlarla erzak ve komutanın mesajını getiriyorlardı. ‘Benim bölgeme gelmesinler, burada eylem meylem koymasınlar. Başka yerden, ‘şurdan burdan’ geçsinler.’ diye...
Kim diyor bunları?
“Karakol komutanları… İşte bu kahraman yarbayların, albayların görev yaptığı taburlara bağlı olan sınır karakolları... Bunların maiyetindeki yüzbaşılar, üsteğmenler falan...
Tam olarak anlayamadım durumu…
“Şimdi şöyle: Onun görev alanında
teröristler eylem koyarsa, onun siciline kaydolup terfisine etki
ediyor. O da, teröristler kendi bölgesinde eylem yapmasın diye,
askerin kumanyasından erzak gönderiyor onlara... Gözümle gördüm ben
bunu. Katır sırtında kutu kutu kumanyaları, konserveleri köylüyle
gönderiyordu… Şimdi kalkmış kahraman kesiliyorlar.”
PKK, Kürtlerin yüzde beşini bile teslim etmiyor
Bazı çevrelerde, PKK tabanının güçlendiği ve çoğaldığı algısı var. Sizin açınızdan nasıl görünüyor durum?
“Tam tersi... Benim algım, duyumlarım bunun tam tersini söylüyor.”
Mesela?...
“PKK, Kürtlerin yüzde beşinin oyunu, zorbalık, şiddet ve şantaj ve hileyle almıştır…”
Nasıl bir hileyle?
“Mesela senin ailenden bir kişiyi, on dört yaşındaki çocuğunu veya kardeşini, akrabanı almış dağa götürmüş. Orada vurulmuş o. Sen tabii, PKK’nın da propagandalarının etkisiyle onu vuran devlete ve askere karşı kinleniyorsun. Bu bir kan davasına dönüşüyor neredeyse. Böylece, samimiyetine inanmasan dahi, PKK’ya en yakın görünen partiye veriyorsun oyunu… Tamam, bir kısım oylar da gönüllü olarak veriliyor, kabul ediyoruz. Ama, bütün oyların gönül rızasıyla alsan bile sonuçta yüzde beşi geçmeyen oranınla, yüzde yüzü temsil etme yetkisi isteyemezsin.”
Peki, bu kanı durdurmak için ne yapmak, kimlerle konuşmak lazım?
“Herşey samimiyetle başlıyor. Ağızlarına ‘barış’ kelimesini sakız etmişler. Ama barış için samimiyet ve dürüstlük gerekir. Samimiyet kelimesini de her fırsatta, hükümete ve devlete karşı kullanıyorlar, ‘Samimi adım atarsanız biz varız.’ gibi şeyler söylüyorlar. İlk başta siz samimi ve dürüst olun, haddinizi bilin. PKK kendi haddini bilsin. ‘Ben Kürtlerin temsilcisiyim.’ diyor. Sen Kürtlerin ne kadarını temsil ediyorsun? Kaç Kürt’ün temsilcisisin? Bunu bir kere ölç biç… Senin değerin, ağırlığın o kadardır işte. İleri gitme...”
Kürtlerin diğer temsilcileri kim?
“İddia ediyorum: Türkiye’deki Kürtlerin yüzde yirmisi otuzu, Barzani’ye sevgi ve saygı duyuyor. Çünkü bu, dedesinden gelen bir miras gibidir. Dedeleri, o tarafa gitmiş, Barzani’ye peşmergelik yapmış, Barzani ile beraber dağda gezmiş, düşmana kurşun sıkmış… Bu şekilde çok Kürt var bölgede. Ama bu insanlar açık değil, kendilerini gizliyorlar. Devlet bunların bir kısmını biliyor. Bu sevgi için de onları suçlayamaz insan. Demek ki kendine yakın görüyor onları.”
Barzani etkisi ve sevgisi konusunu biraz daha açabilir miyiz?
“Her insan, ait olduğu kavmi veya milliyeti sever. 9-10 yaşına kadar Kürtçe konuşan, ana babası Kürt olan bir insan, kendini başka bir milleteten sayamaz ki... Evet, her milleti severim. Ancak kendi milletimi daha çok severim. Benim de, Barzani’ye olan saygı ve sevgim bu yüzdendir galiba... Yani, Kürtlere önderlik edip, Irak despot rejimine karşı kahramanca şavaşmış olmasından dolayıdır. Gençlik dönemimde ve bugün, mazlum milletlerin safındayım. Bu mazlum millet ister Kürt olsun, ister Türk olsun veya başka ırktan olsun, hiç farketmez...
Tarihte bir devlet kuramamışlar diye bazıları bunu Kürtlerin başına kakar. Kürtler de eziklik duyar. Ancak, Irak’ta Barzani önderliğinde bir federe bölgenin kurulması ve giderek burasının bağımsız bir Kürt devleti olması ihtimalinden dolayı Kürtler Barzani’ye büyük saygı duyarlar.
Ayrıca, Barzani, hiçbir zaman Kürt ve Müslüman özelliklerini kaybetmemiştir. Kültürüne, geleneklerine ve dinine sadık kalmıştır. Ailesinde şeyhlik vardır. Kürtler, Barzani’yi Kürtlerin savunucusu ve sembolü olarak görüyorlar. PKK ya karşı dik duruşuna da ben bizaat şahidim.”
Onun, AK Parti’nin 4. Kongresi’ne davet edilmesinin ne faydası olmuştur peki?
“Barzani’nin Türkiye ilişkileri yeni değildir. Eskiden, ilişkiler Ergenekoncuların kontrolünde sürdürüldüğü için gerekli fayda sağlanamamıştı. Ankara’ya gelmekle Kürtlere adres göstermiştir. Dost ve düşmanın kim olduğunu belirtip, ‘PKK’ye kanmayın.’ mesajı vermiştir. Bölgedeki Türkiye düşmanı devletlere de, kendisinin ve Kürtlerin Türkiye ile kardeş olduğunu göstermiştir.
O, Türkiye'ye dosttur zaten ve dost
olmak da zorundadır. Çünkü, hakimiyet alanının üç tarafı kapalıdır.
Sadece Türkiye kapısı açıktır. Dünya ile ilişkilerini buradan
sürdürmek mecburiyetindedir. 1992-93 yılında PKK ile savaşında,
birçok şehit vermiş ve birçok peşmergesi de
yaralanmıştır.”
Pekala, konumuza geri dönelim… Akan kanın durması için yapılması gerekenlerden bahsediyorduk.
“Şimdi, yüzde yirmi-otuz, Barzani’nin sempatizanı. Diğer tarafta, Kemal Burkay’ı ve diğer örgütleri tutanlar da var. Eski KUK’çuların, Özgürlük Yolu, Kawa, Rizgari gibi örgütlerin taraftarları var.
Bu demektir ki, Barzaniciler ve diğer bütün örgütler, hatta devletin temsilcileri de bir araya gelecekler ve “Dünya şartları şu, bölgenin şartları şu, içinde bulunduğumuz durum bu, biz şöyle bir şey izlersek yolumuz uçuruma gider. Şunu yaparsak düze çıkarız.” gibi, herkes kendi fikrini söyleyecek orada. O meclisten çıkacak karara da herkes uyacak.”
Size göre, hangi yol
düze çıkarır Türkiye’yi?
“Çok açık değil mi? Türkiye’nin
çevresi bu kadar düşmanla doluyken, sen Kürt ol, Laz ol, Çerkez ol
ne farkeder?! Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın. Bak
Amerikalılara!... Her milletten toplanmışlar orada. Amerika’ya
yapılan saldırılara karşı ‘Beni ilgilendirmez, Amerika’nın
meselesidir.’ diyorlar mı?! Demiyorlar... Onlarda o toprakları yurt
edinmiş olmanın getirdiği yurttaşlık bilinci var. Yaşadığı
toprakları kutsal biliyor. Vicdanıyla, aklıyla, gönlüyle kendisini
o topraklara karşı sorumlu hissediyor.”
BDP'NİN İÇİNDEKİ DERİN
DEVLET AJANLARI KİMLER?
ULUDERE OLAYI NASIL OLDU,
NE HİSSETTİ?
BARIŞ ADINA EN ÇOK
UMUTLANDIĞI AN NE ZAMANDI?
KCK TUTUKLANMALARINI
NEDEN DESTEKLİYOR?
DİYARBAKIR EMNİYET MÜDÜRÜ
RECEP GÜVEN İÇİN SÖYLEDİĞİ ÇARPICI
SÖZLER
HEPSİ BİR SONRAKİ
SAYFADA
[PAGE]
BDP’nin içindeki derin devlet ajanları
Böyle bir birlik duygusunu sağlamak için kimler ne yapmalı?
“Dürüstlük, samimiyet lafını ağzına dolayanlar, ‘barış’ lafını iki de bir gündeme getirenler ciddi olsunlar. Bunun gereğini yapsınlar, tersini yapmasınlar. Birisi ‘barış’ derken, öbür taraftan karakol basılmasın. Herkes haddini bilsin, ‘Temsil ettiğimi söylediğim insanlar benim dediğimi kabul ediyorlar mı acaba?’ diye düşünsün.
İddia ediyorum: Bugün hiçbir Kürt, ben de şahsen içinde olmak üzere, PKK’nın üzerinde hakim olacağı bir toprakta yaşamak istemiyor. Ha PKK, ha Kamboçya’daki Pol Pot yönetimi, farkı yok... Muz cumhuriyetinde yaşarım, PKK’nın yönettiği yerde yaşamam.
Bana, ‘Sen zaten örgütten ayrılmışsın, itirafçısın.’ diyebilirler. Tamam, bana değil, gitsinler sıradan bir Kürt’e sorsunlar, bakalım ne cevap verecek!? Ama baskı yapmadan sorsunlar. Özgür bir ortamda hür iradesiyle konuşsun adam.”
Az önce bahsettiğiniz “diğer” Kürt grupları, kendi aralarında (çözüm için) tartışıyorlar mı hiç?
“PKK’nın olduğu yerde tartışma olur mu hiç?! Eleştiri hakkı vermiyor ki kimseye... Bir Abant platformu falan oldu, birçok kişi oraya gitti. Ama sonuç yok... Çünkü, yılanın başına bu çözüm dayatılmadıktan sonra olmaz. O bu yola girmiyorsa da, her şey mübahtır. Bunların yok edilmesi, tasfiye edilmesi için Barzani de dahil, silaha ve şiddete karşı olan tüm örgütler seferber olmalıdır. Bulundukları hiçbir yere PKK’yı sokmamalıdırlar. BDP, bu çözüme uymazsa, ona da gereken yapılmalıdır. Gerçi ben anlıyorum, onların niyetleri başka…”
Nasıl yani?
“BDP çatısının altında yer alan herkesin niyeti kötüdür, demiyorum… Ama, içlerinde benim ‘derin devletin ajanı’ olarak bildiklerim de var maalesef...”
Yönetimde de var
mı?
“Evet, yönetiminde de var. Bazı BDP yöneticileri derin devletle içli dışlı. 1990 yılında, Diyarbakır Belediyesi’nin önünde, JİTEM komutanı Cem Ersever ve Orhan Doğan samimice kucaklaşıp özel sohbet ettiler. Selahattin Demirtaş, evlilik esnasında kardeşinin aracılığıyla JİTEM’ci Abdulhekim Güven’den para yardımı aldı. Yeşil, Muş’a gittiği zaman Sakık’lara ait Andok Oteli’nde paşalar gibi karşılanıyordu.
Diğerleri hakkında da duyumlarım var ama,
notlarımı bulup tekrar bakmam lazım. Mesela, BDP yöneticilerinden
dördünün kapalı kapılar ardında askeri yetkililerle görüştüğüne
dair Şırnak'taki bir kaynağımdan duyum aldım…
Ayrıca... BDP yönetiminde bulunanların çoğu zengin. Ya ağadırlar ya da şirket sahibidirler. Kendi çocuklarını dağa göndermezler. Onları en pahalı okularda okuturlar ve Türkiye'nin en lüks yerlerinde tatil yaparlar.”
BDP’lilerin PKK’lılarla kucaklaştığı manzaraya nasıl baktınız?
“Manzara tamamen bir provokasyon ve tahriktir. Nefret tohumları ekmektir. Terörden zarar görmüş insanların yüreğini yakan, kandan, kaostan beslenenleri, ülkede Kürt-Türk savaşı çıkmasını isteyenleri sevindiren bir manzara... Sonradan Karayılan da ‘Siz, siyasisiniz. Ne işiniz var onlarla?’ diye eleştirmiş. Karayılan, o açıklamayı yapana kadar ben internette kırk tane açıklama yaptım, ‘Oğlum siyasi isen git siyaset yap. Yok, dağdakiyle kucaklaşmak istiyorsan git onun kucağında yat. Silah arkadaşlığı yap onunla da görelim seni.’ dedim.
İkiyüzlülük yapmasınlar yani, ayıptır... Sen orada sana gönüllü olarak oy verenlere de ihanet ettin. Senin görevin, dağdaki teröristle kucaklaşmak değildi ki...”
“Bunlar, şeytandan ders almışlar!”
Açılımlardan umutlu
muydunuz?
“Başında çok umutluydum. Şimdi yine umutluyum ama ilk baştaki gibi değil.”
Ne açıdan?
“Muhalefet, hükümeti tek başına bıraktığı yetmiyormuş gibi, önüne takoz koyuyor, durdurmaya çalışıyor. Bak şimdi, Sayın Başbakan’ın sağlığı da bozuldu. Bu da benim kafamda soru işaretleri yaratıyor. Allah göstermesin yani, bir müdahale midir nedir bilmiyorum? Çünkü teknik artık çok gelişmiş; silahla, bombayla yapamadıklarını başka türlü yapıyorlar. Allah uzun ömürler versin. Adam iyi niyetle bu işe girişti fakat yalnız bırakıldı.”
En umutlandığınız adım ne zaman atıldı?
“Sayın Başbakan’ın her konuşması beni umutlandırıyor. 4. Olağan Büyük Kongre’de yaptığı konuşma da buna dahil. Gene Allah için söylemek lazım: Bu insan dobra konuşuyor ve ayrım yapmadan, geçmişin hatalarını yermeye cesaret ederek, asimilasyona karşı çıkıyor, yani Hakk’ın emirleri üzerinde gidiyor.
Bir Hacı Bektaş-ı Veli’yi dile getiriyor, ondan sonra Edebali’yi, sonra da Ahmed-i Hani’yi… Bu bizim değerlerimizin genel bir tablosudur. Ahmed-i Hani’yi Kürtlerin bir değeri olarak kabul eden bir insan Edebali’yi de kabul etmeli, Hacı Bektaş-ı Veli’yi de Mevlana’yı da kabul etmeli.
Biz bunların hepsini kendi değerlerimiz olarak kabul ettiğimiz, ayrım yapmadığımız zaman huzur gelir.”
Bir hata görüyor musunuz?
“Zaman zaman ben bile sosyal medya üzerinde Sayın Başbabakan’ın üslubunu eleştirdim. Ama son zamanda büyük bir gelişme ve düzelme var bu konuda. Ama o sert üslupların da nereden kaynaklandığını biliyorum. Karşı taraf çok sinsi, çok kurnaz çalışıyor.”
Kim onlar?
“Şu an Silivri’de olanların dışardaki damarları… Onlar tahrik ediyorlar. Sayın Başbakan’ı o üslupla konuşmaya mecbur bırakıyorlar. Çünkü biliyorlar ki, o üslupla tahrik olacak. Ondan sonra da ‘Mahalle kabadayısı gibi, Kasımpaşalı üslubuyla konuşuyor. Bir siyaset adamına bu üslup yakışmaz.’ demeye başlıyorlar. Ama onu sen tahrik edip o noktaya getirdin. Senin ona yaptığının bir damlasını sana yapsalar acaba sen nasıl davranırsın?”
Uludere olayı hakkında
ne düşünüyorsunuz?
“İki yönlü düşünüyorum. Birisi, yıllardan beri orada o işin yapıldığı biliniyor. Daha önce de bazı karakol komutanlarının öte taraftaki teröristlere, bölgelerinde eylem yapmasınlar diye kumanya gönderdiklerini anlattım. Bu tipler bu işten nemalandılar. Hem teröristler gümrük adı altında haraç aldılar bu insanlardan, hem de öte taraftakiler... Onlar müsaade etmese bir tane eşek bile geçemez ordan. Ne yazık ki rüşvet ve benzeri şeyler bizim toplumumuzun büyük ayıbı. Bu durum yıllardan beri böyle devam eden, her iki tarafın da yaptığı bu şerefsizlik çarkı, durumu bu noktaya getirdi.
Benim o bölgede kılavuzluk yaptığım dönemde kimse böyle kırk katırla, yüz katırla oradan geçemiyordu. Ta Uludere’nin yakınına kadar grupla gelmiş insanım. Eylem için geldik, eylem yapamadan döndük. Hatta PKK’lılar, “Cesim Cesim” adında birini ajanlık yapıyor diye yakaladılar; az kaldı öldüreceklerdi de KDP’liler kurtardı adamı.
Peki bu nasıl oldu da 85’li yıllardan sonra bu duruma geldi? Demek ki, JİTEM’in, Gladio’nun hakim olduğu dönemde kaçakçı sayısı arttırılmış…
İkincisi; onların kaçakçı olduğunu bile bile, kim emir verdiyse o da hatalı. Bir ihtimal daha var: Bu tarafa bilinçli olarak yanlış istihbarat verilmiş olabilir. Bu kaçakçıların içinde üst düzey PKK’lıların geçeceği haberi verilmiştir. Bu taraf da, büyük bir av yakalayacağız, diye ölçüp biçmeden bombalamıştır. Her halukarda ülkeye, insanlarımıza ve devlete de zarar veren bir olaydır.”
Habur açılımı amacına ulaşsaydı nasıl olurdu?
“Ha Habur’daki görüntü, ha “teröristlerle kucaklaşma” görüntüsü. Eğer o grup, devlete söz verdiği gibi gelseydi, iyiydi… Zaten Türkiye’de bir eyleme karışmamış olanlar gelecekti. Bir iyi niyet göstergesi olarak da bırakılacaklardı. Ondan sonra diğer gruplar ve en sonunda Türkiye’ye gelmesi halinde mutlaka yargılanacaklar gelecekti. Geride kala kala Cemil Bayık’ı, Duran Kalkan’ı, Murat Karayılan’ı kalacaktı. Onlara da bir çözüm bulunabilirdi. Kuzey Irak’ta kalabilirlerdi mesela... Daha sonra kim isterse Avrupa’ya geçerdi, isteyen de gelip teslim olabilirdi.
Ama PKK’nın kendini tasfiye etmesini istemeyenler bunu sabote ettiler. Dağdakilerin çoğu, ‘Örgüte bağlıyım.’ falan diyor ama, içinden de devlete teslim olmak istiyor. İşte bunu boşa çıkarmak için bu operasyonu yaptılar. PKK’lıları o kıyafetler ve şov havasında getirdiler oraya.
Sen bunu böyle yaptığın zaman oğlu Van’da şehit olan insan ne düşünecek, ne tepki verecek?! Siyaset yapmak istiyorsan, sivil giyin gel. Peşmerge kıyafeti ile değil. O zaman davul zurna bile hoş görülebilirdi. Ama böyle Peşmerge kıyafetleriyle, zafer işareti yaparak değil, ‘Serok Apo’ diyerek değil…
Örgüt sloganı atmasalar, dağdaki kıyafetleriyle gelmeseler, ben de gidip davul zurna çalayım, ‘Hoş geldin’ diyeyim. Niye sevinmeyeyim ki, insanın iyiliği içindir.
Onları o şekilde yönlendirenler suçlu, o şekilde karşılayanlar suçlu. Bir tane aklı başında insan yok muydu içlerinde? Ahmet Türk’ler filan, niye hiç uyarmadılar? Sen bu görüntüyü verdiğinde ne desen inanmazlar sana.
Dolayısıyla, bu işin sekteye uğrayacağı başından belliydi. Devlet serbest bırakacaktı ama bu görüntüler yüzünden önce serbest bıraktılar, sonra da geri topladılar. Böylece, savcılar ve hakimler de verdikleri sözde durmamış oldular. Örgüttekiler, bu sefer yine yaygara kopardılar, “Bak geri topluyorlar. Kendi ayağıyla geleni bile içeri atıyorlar.” Dediler. Bunlar, şeytandan ders almışlar...
KCK’yı ve KCK
tutuklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Görünüşe göre şöyle bir durum var: Örgüt, dünya ve bölge şartlarının değiştiğini, hiçbir yerde artık silahlı mücadeleyle, şiddet ve terörle başarı elde etme şansının olmadığını bal gibi de biliyor.
Başındakilerin de ömrü ne kadar sürecek ki? Onlar şu an hayattaysa, kendileri Kuzey Irak’ta kimsenin dokunamadığı bölgedeki güvenli yerlerinde durup garibanların çocuklarını ölüme gönderdikleri içindir
Yani örgüt, eninde sonunda silah bırakmaya mecbur olduğunu bildiği için, silahsız koşulların düzenini hazırlıyor. Başka türlü, devlete paralel bir örgütlenme yapıyor. Görüyorsunuz, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i, örgütün (belediyenin işçi kadrosundaki) siyasi komiseri sorguluyor. Bunların kuracağı düzen, işte böyle bir düzen...
Devlet de bunun içine kendi ajanlarını yerleştirdi. Çalışma şeklini, şemasını öğrendi; baktı ki örgüt iyilikle yola gelmiyor, bastırdı operasyonu...
İnsanların “sadece” Kürt oldukları için topluca tutuklandıkları söyleniyor…
“Hayır, o hiçbir zaman doğru değil. Ya, Kürt olduğu içinse gitsin benim kardeşimi tutsun devlet. Bir sürü Kürt var, hani yirmi beş milyon Kürt vardı Türkiye’de?! Hadi hepsini yakalasın onların ya da yarısını yakalasın bakalım. Olabilir mi? Polise tokat atanları tutuklamayan devlet, diğerlerini niye “Kürt” diye tutuklasın ki!? Rahat duran kimse tutuklanmaz.
Bu yakalananlar, öyle delilsiz yakalanmıyorlar. Bunun sorumluluğu var. Muhakkak ya şemada vardırlar ya da içlerindeki itirafçılar ve ajanlar bildirmiştir.
Biri gazeteci diye KCK’li olamaz mı yani? Yarın öbür gün, burada hakimiyet kurulduğu zaman, örgütün basın yayın sorumlusu olacak bu adam, yayın alanında çalışacak. Öbürü başka bir alanda çalışacak. Her biri bir göreve verilecek. Hepsi silahlı milis kuvveti olmayacak ki…
Bir de örgütün, içlerindeki suça
bulaşmamış silahlı kişilerle, üs savunma güçleri kurma hedefi
vardı. Yani, kurduğu düzenini kendi silahlı güçleriyle koruyacak.
Neresinden bakarsan bak, iyi niyetli bir şey değil bu.
En son hükümet ve cemaata karşı çıkmalarının
sebebi de bu. Çünkü bu hükümetin gittiği yol birlik ve huzura
götürüyor, Türkiye’nin kalkınmasına ve gelişmesine, düşmanlıkların
ortadan kaldırılmasına götürüyor. Bu onların işine
gelmiyor.”
İki arada bir derede kalan yargı
Şu sıralar çok tartışılan “yargıyı” nasıl görüyorsunuz bulunduğunuz yerden?
“Yargının bağımsız olması gerekir. Maalesef, şu anda gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de yargı, sağdan soldan, zaman zaman muhalefet, zaman zaman da hükümet tarafından hırpalanıyor.
Mesela, bir konuşmada Sayın Başbakan çıkıyor ve muhalefete, ‘Yargı bağımsızdır, bizim denetimimizde değildir.’ diyor. Ardından, Cumhurbaşkanı çıkıyor, ‘Ergenekon davasından yargılananlar milletvekili seçilmişlerdir. Bunların, cezaları belli olana kadar Meclis’te olması gerekir.” diyor. Sen niye karar veriyorsun ki… Sen hakim misin, savcı mısın, ceza profesör müsün?! Ondan sonra, Kılıçdaroğlu da çıkıyor, ‘Yargı katledilmiştir. Hükümetin elindedir. Özel Yetkili Mahkemeler lağvedilmelidir.” diyerek içerdekilerin avukatlığını yapıyor.
Bu durumda, bir yargı mensubu ne yapabilir?! Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık... İki arada bir derede kalıyorlar. Bu da onları yıpratıyor, görevlerini rahat ve adil bir biçimde yapmalarına engel oluyor. Ülkeye zarar veren bir durum bu...
Ekim ayının ilk haftasında, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne atanan Recep Güven’in“Ölen teröriste, ‘Keşke terörize olmasına mani olabilseydim’ diye ağlarım” açıklaması gazetelerin baş sayfasına yerleşti ve çok tartışıldı. Benim sormak istediğim konu ise doğrudan sizi ilgilendiriyor… Gerçi, haberi duyar duymaz size “Kim bu şahıs? Nasıl biridir?” diye sormuştum ve siz de “Orada aynı dönemde görev yapmışız ama, sima olarak çıkaramıyorum kendisini.” demiştiniz. Fakat bakın, hemen ertesi günkü (9 Ekim) Habertürk gazetesinin haberinde de şahsınızdan bahsedilerek aynen şöyle deniyordu: “Güven, Ergenekon operasyonlarında karargâhtaki adamdı. Operasyonlar iller bazında yapılır ancak, merkezde istihbarat ile kaçakçılık ve organize vardır. Tüm o operasyonlarda Recep Güven karargâhtaydı. Bölgedeki en önemli operasyonu olarak, İsveç’te yaşayan itirafçı Abdülkadir Aygan’ın itirafçı olmasındaki etkisini sayabiliriz. Abdülkadir Aygan’ın itirafçı olarak verdiği bilgiler çok önemli katkılar sağlamıştır.”
Doğru mudur bu bilgiler? Tanıyor musunuz ya da nasıl tanıyorsunuz Recep Güven’i?
“Habertürk'te çıkan haber kasıtlıdır. Recep Müdürle Diyarbakır'da tanışmış olabilirim. Ancak, benim itirafçı olmamala hiçbir ilgisi yoktur. Zira ben 1985 yılında Siirt'te devlete teslim oldum. O sırada Recep Bey’le hiç karşılaşmadım.”
Dünyaya yeniden gelebilseydi
PKK'dan JİTEM'e bütün bu
açıklamaları yapmanızın sizin için en önemli ve en can alıcı nedeni
nedir? Sizi ne motive ediyor? Ve bu açıklamalarınızın neyi
değiştirmesini, nelere vesile olmasını umud
ediyorsunuz?
“PKK’ya katılırken mazlumların hakkını savunmak amacıyla yola çıktım. Kandırıldığımızı, üyesi olduğum örgütün mazlumlara değil, zalimlere hizmet ettiğini anladım ve ayrıldım. JİTEM’de görev alırken de mazlumların hakkına tecavüz edenlerle savaşacağımı sandım. Ancak zamanla, PKK ve JİTEM arasında hiç bir fark olmadığını anladım. Çünkü, karşıt gibi görünenler, aynı odağa hizmet ediyorlardı. İkisinin de faaliyetleri, Türkiye’yi bölünmeye götürüyordu.
Açıklamalarımdan kişisel menfaat beklemiyorum. Gelecek nesillerin ders almasını arzu ediyorum. PKK'nın peşine takılan halkımın uyanmasını ve geçeği görmesini istiyorum. Devletin de geçmişteki ve devam eden yanlış politikalarını gözden geçirmelerini istiyorum.”
Yaptığınız itiraflara çevrenizden nasıl tepkiler geldi?
“Ben, PKK’ya girdiğimde de yalnızdım, PKK’dan ayrıldıktan sonra da… JİTEM’e girdiğimde de, oradan ayrıldığımda da yalnızdım. Belki şu dönemde veya bu dönemde yaptıklarımdan dolayı, içinden iyi diyenler vardır. Ama görünürde bir çekimserlik var. Belki çevrenin korkusundan, bilemiyorum... Belki de yapılan antipropagandanın etkisi altında kalmaktandır…”
JİTEM'i deşifre etmeyip, görevinize devam etseydiniz, bugünkü hayatınız nasıl olurdu?
“Ne olacağını ancak Allah bilir ama
haksızlığa tahammül etmeyen bir karakterde oluşumdan dolayı
JİTEM’deki üstlerimle ters düşebilir ve faili meçhul edilebilirdim.
Veya şu an Cemal Temizöz gibi, Abdulhekim Güven gibi cezaevine
atılıp yargılanabilirdim. Veya diğer sivil memurlar gibi başka bir
askeri birlikte memur olarak çalışıp emekliye
ayrılabilirdim.”
Türkiye'ye dönüp
yeni bir hayata başlama isteğiniz/umudunuz varsa, bu nasıl mümkün
olacak?
“İsveç’te yeni bir sayfa açtım.
Ailece buraya adapte olmaya çalışıyoruz. Türkiye’de ne bana ne de
aileme huzur ve hayat hakkı tanımazlar. Ayrıca, küstüm... Herkese
küstüm... Öz kardeşlerime bile küstüm... Bu küskünlüğüm ne zaman
geçer, bilemem. Burnumda vatan hasreti tütse de
dayanacağım.
Türkiye gerçekten demokratik bir ülke olursa,
darbeciler ve teröristler halkın gazabından nasibini alırsa, ancak
o zaman dönerim. Saygı duyduğum Sayın Başbakan ne zaman
dönebilirsin derse, o zaman dönerim. Muhterem Fethullah Gülen Hoca
ne zaman dönerse ben de o zaman dönerim.”
Hayatınızı yeniden yaşama şansınız olsaydı, nasıl bir hayatınız olmasını isterdiniz?
“Gene, Abdülkadir Aygan olarak
gelmek isterdim. Fakat siyasete bulaşmamış, sporcu, hümanist ve
doğa hayranı bir Abdulkadir Aygan olarak.
ÖNEMLİ NOT: Bu söyleşi,
Haber Ajanda Dergisi'nden özel izin alınarak yayınlanmıştır.
Söyleşinin birebir orjinal halini okumak için HABERAJANDA DERGİSİ'Nİ ziyaret
edebilirsiniz
Röportaj: Dilek Yaraş
Kaynak: Haber Ajanda
Dergisi