Bu mektup Aysel Tuğluk'u zora sokacak
Abone olAysel Tuğluk'un Taraf yazarı Yasemin Çongar'a gönderdiği mektubun sırrı ortaya çıktı
Van Bağımsız Milletvekili ve DTK Eşbaşkanı Aysel
Tuğluk'un büyük yankı uyandıran "Yasemin Çongar'a Açık Mektup"
başlıklı mektubunun KCK operasyonları kapsamında tutuklanan Nihat
Oğraş tarafından cezaevinde kaleme alındığı
belirlendi.
Koma Civaken Kurdistan (KCK) ile Barış ve
Demokrasi Partisi (BDP) arasındaki bağı ortaya koyacak belge Sabah
gazetesinde yer aldı. Abdurrahman Şişmek'in özel haberi kamuoyunda
yankı bulacak.
Oğraş'ın kendi el yazısıyla Tekirdağ 1
Nolu F Tipi Cezaevi'nden gönderdiği, "Yasemin Hanım" diye başlayan
mektubu, Tuğluk'un üzerinde hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan
Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'a
gönderdiği belirlendi. Mektup, 26 Eylül'de Taraf Gazetesi'nde
Markar Esayan'ın yönettiği "Her taraf" adlı sayfada Aysel Tuğluk'un
imzasıyla yayınlandı.
KCK BAĞLANTISININ BELGESİ
Edinilen bilgilere göre Oğraş, mektubunu Aysel Tuğluk'a 20 Eylül
2011'de gönderdi "Merhaba Sevgili Aysel" diye başlayan mektubun 2
sayfası Aysel Tuğluk'a hitaben yazılmış, 4 sayfası ise "Yasemin
Hanım" hitabıyla başlayan ve Taraf'a gönderilen metin. Nihat
Oğraş'ın cezaevinden Aysel Tuğluk'a gönderdiği 6 sayfalık mektubun
her sayfasındaki el yazısı birbirinin tıpatıp aynısı. Oğraş, Aysel
Tuğluk'a gönderdiği mektuba, "Merhaba sevgili Aysel; içeride en
güzel şeylerden biri sevdiklerinin seni görmeye gelmesi...
Gitmeleri de en kötü şey olsa gerek!" diye başlıyor ve "Buluşmak,
görüşmek umuduyla esen kal, hoşça kal sevgili Aysel. Selamlar"
diyerek bitiriyor. Oğraş tarafından cezaevinden gönderilen ve Aysel
Tuğluk imzasıyla yayınlanan mektup, KCK ile BDP arasındaki bağı
belgeli olarak göstermesi açısından anlamlı. "Mektubun müellifi"
Nihat Oğraş, KCK operasyonları kapsamında, Ankara'da 4 Haziran'da
gözaltına alınmış ve sevk edildiği İstanbul'da, mahkeme tarafından
"örgüt üyesi" olduğu iddiasıyla 7 Haziran'da tutuklanmıştı.
ÖZERKLİK İLANININ DA MİMARI
Oğraş'ın KCK yönetiminden alınan seçim talimatlarına ilişkin 13
sayfalık belgeyi Aysel Tuğluk'a ilettiği de ortaya çıkmıştı.
Oğraş'ın ayrıca KCK'nın özerklik ilanı ile ilgili talimatlarını da
DTK ve BDP'ye ilettiği anlaşılmıştı. Bilindiği gibi "özerklik"
ilanı metni, 14 Temmuz'da Diyarbakır'da yapılan DTK toplantısının
ardından Aysel Tuğluk tarafından okunmuştu. KCK tutuklusu Nihat
Oğraş, aynı zamanda BDP'nin örgütlenmeden sorumlu eski Eşbaşkan
Yardımcısı ve BDP Parti Meclisi üyesi. Oğraş'ın avukatlığını Aysel
Tuğluk'un yaptığı öğrenildi. Aysel Tuğluk'un, PKK/ KCK yönetiminden
aldığı talimatları DTK ve BDP'ye ilettiği öne sürülen Nihat
Oğraş'ın cezaevinden yazdığı mektubu kendine mal ederek
yayınlanması yazı kültürüne ve etiğine de aykırı bir durum.
ORİJİNAL MEKTUBA EKLEMELER
YAPILDI
Oğraş'ın mektubuna bazı eklemeler yapılarak
Taraf'ta yayınlandığı belirlendi: "Mektuptaki 'İktidar aşkı
vicdanı öldürür her gün biraz daha' cümlesi, yazıda
'İktidar aşkı her gün biraz daha vicdanı öldürür'
diye değiştirilmiş. Taraf'taki metin Winston Churchill'in
cümlesiyle başlıyor. Oğraş'ın mektubuna 'Bu tarzın cumhuriyet
tarihi boyunca yapılanlardan ayırt edici bir yönü vardır: AKP,
Kürtleri öldürüp intihar süsü vermeye çalışıyor! İttihat ve Terakki
zihniyeti bile bunu düşünemedi Yasemin Hanım!', 'Çünkü bilirler ki
kötü bir barış, savaştan daha berbattır.', 'Anlamak yaşamın
başlangıcıdır.', 'Unutmayın savaşın ilk şehidi
hakikattır.'"
OĞRAŞ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ VE BASIN SÖZCÜSÜ
İki ay kadar önce tutuklandığı belirlenen Nihat Oğraş'ın ise "KCK
yürütme kurulu üyesi" ve "KCK basın sözcüsü" olduğu iddia ediliyor.
Yapılan aramalarda 'KCK Anayasası', 'KCK mahkemeleri', 'KCK yürütme
kurulu' gibi belgelerin yazılı olduğu dökümanların ele geçirildiği
ifade edildi. Aramalarda, KCK'nın İstanbul'u üç bölgeye ayırdığına
dair belgelerin de bulunduğu belirtildi.
AYSUL TUĞLUK'UN YASEMİN ÇONGAR'A YAZDIĞI MEKTUP SONRAKİ SAYFADA
[PAGE]
Yasemin Çongar'a Açık Mektup!
"Savaş zamanı, hakikât o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir
duvarla korunur.”
Winston Churchill.
Yasemin Hanım;
“Savaşı kim başlattıysa o durdursun” kolaycılığı etrafında devam
edegelen “Çözüm”tartışmaları, kısa yoldan “elbette Kandil (Kürtler)
başlattı” ezberi ve hemfikirliğine vardırılıyor. Haliyle Kürt
siyasetiyle ilgili herkes ve her kurum hem zan hem sorumluluk
altına alınıyor. Hatta“bedel ödeyecekler” düsturuyla demokratik
Kürt siyasetine dönük tehdit ve dayatma karışımı bir tutumla çağrı
bile yapılıyor: “Tarafınızı seçin!”
Siyaset ve medyanın iktidarcı işbirliğiyle çok tehlikeli, çok
riskli bir gündem kurgulanıyor: “Bizimle birlikte yaşamak istiyor
musunuz, istemiyor musunuz?..”
Yazık ki “az daha barışıyorduk ama Kürtler yine oyun bozanlık
yaptı” mottosuna dramatik biçimde kendini inandırmaya çalışan basın
ehli az değil. Bu propagandif söyleme dünden razı bazı iktidar
sevicileri de “evet ama yetmez” hevesiyle Kürtlerin artık “mağdur
ve mazlum” olmadığını dillendiriyorlar. Daha geçenlerde Kürtçe
şarkı söylemek tahrik indirimi sayılmışken...
İktidar aşkı, her gün biraz daha vicdanı öldürür. Sağ-muhafazakâr
basını (yandaş diyorlar) artık okumuyorum. Onurunu koruma çabası
içinde olan Kürtlere de okumamalarını salık veriyorum. Birkaç
istisna dışında büyük çoğunluğu ‘yeni konsept’in bir parçasına
dönüşmüşler. Geçmişte askerî vesayet baskısı altında böyle
davranılırdı. Şimdilerde o vesayetle çarpışmış ve hegemonlaşmış
iktidar gücüne gönüllüce kalemşorluk yapılıyor! Onlar tarafını
seçmiş bizi de çağırıyorlar!..
Yasemin Hanım;
Gazetenizi her gün okuyorum. Özellikle de köşe yazılarınızı. Emre
Uslu ve hatta Melih Altınok’u da! Söyleyecek sözüm çok kendilerine
ama bu mektubun konusu ve kapsamı buna müsait değil. Zaten
yazılarımda Diyarbakırlıların deyişiyle “çaxtırmadan” göndermelerde
bulunuyorum.
Hem siz hem diğer arkadaşlar son dönemde Kürt siyaseti ve
hareketine dönük yoğunca eleştiriler yapıyorsunuz. “Niye?” diye
sormayacağım elbette. Tümüyle haksızlıkta yapıyorsunuz diyemem.
Ancak şunu sorabilirim: Sizler de mi “barışı Kürtler istemedi”
savına inanıyorsunuz? Zira tüm eleştirilerinizin odağında
(önceliğinde) sürekli olarak Kürt siyaseti ve Kürt hareketi var.
Bizler de olan-biteni anlamaya çalışıyoruz ama bir önyargı
üzerinden değil. Propagandif değeri hayli yüksek ve etkili“tam
barışıyorduk ki Kürtler yine savaşa başladı” iddiası aslında “yeni
strateji”nin giriş cümlesidir. Kutsal metinlerin ilk sözlerine ne
kadar da benziyor değil mi?
“... Ve her şey böyle başladı!”
Şimdilerde yeni dogmamız bu maalesef.
Eleştirilerinize yanıt vermeyeceğim. Bunun için yazmıyorum zaten.
Lakin eleştiri yapma tarzınıza ilişkin birkaç söz söyleme zorunda
hissediyorum kendimi. Böylece sizlerin de Kürt siyasetini daha iyi
anlamaya yardımcı olmuş sayılırım belki. Nabi Hocam’ı, Roni
Margulies ve Alper Görmüş’ü bahsedeceğim tarzın dışında tuttuğumu
da ifade etmeliyim.
Özellikle seçimden sonra dozajını biraz daha yükselttiniz
eleştirilerin yukarıda bahsettiğim “savaşı Kürtler başlattı” ön
kabulüne dayandırmanız hem aydın hem gazeteci kimliğinizle çelişir.
Sizin esas sorumluluğunuz sorgulamak olmalı. Gücü, iktidarı,
devleti, devletlileri “olağan şüpheli” olmaktan çıkarırsanız
adaletin, özgürlüğün, demokrasinin ve de barışın itham edilmesine
yol açarsınız. Bir önyargıdan kurtulup başka bir önyargı edinin
demiyorum asla. Ancak Kürt meselesi olanca çözümsüzlüğüyle ortada
duruyorken, çözüm imkânına rağmen, buna meyletmeyen devleti ve
iktidarı-ki birincil derecede sorumludurgörmezden gelemezsiniz.
“Çok şımardılar (aslında azdılar), hak ediyorlar, samimi değiller,
mazlum değiller, mağdur hiç değiller” gibi kıyıcı bir dil ile
muktedirlerin şu an kullandıkları dil arasında nasıl bir fark
vardır? Fazladan ne talep ettik? 3500 tutuklamayı hak edecek ne
yaptık? (ki yazıyı yazdığım şu sıralarda bile operasyonların devam
ettiğini hatırlatayım.) Hangi hak ve hukuka kavuştukta
mazlum-mağdur olmaktan çıktık?
Kürt meselesinde olup- bitenler, şu son yaşananlar-tartışmalar
sizlerin anlattığı, kurgulandığı kadar siyahbeyaz değil inanın.
Gerçeğin bir yüzü, bir yönü olabilir sadece. “Görüştüler,
konuştular, anlaştılar ama kandilin şahinleri süreci sabote etti”
demek meseleye ciddi bir hakimiyetsizliği ifade eder.Bu anlatım
hiçbir şey ifade etmez. “Resmî görüş” dışında bir anlam
taşımaz.
Keşke her şey bu kadar basit ve düz olsaydı. Hakeza refleksleriniz
-niyetten bağımsız olarak- devleti (ya da siyasi iktidarı- ben
ayırmıyorum) korumakollamaya dönük gelişiyor. Her olayda, her
durumda olağan şüpheli Kürt siyaseti! Hani sizleri okurken adaletin
gölgelendiği hissine kapılıyorum. “Devleti ha akladılar ha
aklayacaklar” algısı yaratıyorsunuz. Bırakınız niyeti varsa devlet
kendini aklasın. Geçmişini yargılasın ve gelecek tasarımını
açıklayarak huzura çıksın.
90 yıldır halkların nefesini kesen bir devletten söz ediyoruz
Yasemin Hanım!
Yazılarınızın barındırdığı imalar, anlamalar, yargılar ve tespitler
“gerçek” denen olgunun karşısında sahiden çok spekülatif
duruyorlar. Özerkliği silah zoruyla ilan etmemizden, silahla
koruyacağımıza; hava operasyonlarında katledilen yedi sivilin
aslında bombardımanda katledilmediğine; Öcalan’ın ev hapsi
konusunda bir anlaşmaya varıldığından tutalım da ayrılık-karşıtlık
teorilerine kadar geniş bir skalada uzayıp giden tartışmaların
“gerçek” olanla, gerçekleşenle alakası nedir sahiden ?
Uzatmayayım, değerlendirmelerinizde (analiz ve kurgularınızda)
ciddi boşluklar var ve bu boşluklar ortaya başka bir “gerçek”
çıkarıyor. Bu boşluklar doldurulmayınca sonuç “Kürt hareketi barışı
istemedi, savaşı başlattı ve AKP düşmanlığı üzerinden bunu
sürdürüyor”a dönüşüyor. Basit ve net!
Tabii ortaya çıkan ses kaydı da (MİT-PKK) tüm bunları teyit eden
bir materyal oluyor, birçok veri sunuyor!
Keşke süreç bu denli mekanik, kesintisiz, birbirini tamamlayan
biçimde gelişseydi ve bir anlayışauzlaşıya varılabilseydi.
Karmaşık, zorlayıcı, dalgalı ve gel-gitlerle dolu bir karakter her
zaman baskındı. Bütün topluma sunulduğu gibi “müzakere” kapsamı ve
uzlaşı havasında gerçekleşmedi. Dolayısıyla hiç olmayan
uzlaşıyı-anlaşmayı bozan da yok!
Yasemin Hanım;
Barış ve çözüm çabalarına saygı duyarak, görüşmelerin de
mahremiyetine sadık kalarak kendi yaklaşımlarımı ve argümanlarımı
izah etmeye çalışacağım.
2006’dan bu yana başlatılan ve birkaç kez kesintiye uğramasına
rağmen 2011 Temmuz’una kadar devam eden görüşme süreci hem
aktörleriyle hem de niteliğiyle kimi değişimlere de uğramıştır.
Bazı dostların aracılık etmesiyle, Türkiye’de DTP üzerinden
başlayan bu süreç zamanla Kürt hareketinin temsilcileriyle ve en
nihayetinde İmralı ile muhatap olunmasıyla doğru bir seyir
izlemiştir. Türkiye, Avrupa,Güney alanı ve İmralı ile sürdürülen bu
görüşmeleri bilinen ekip ve genelde aynı perspektifle
gerçekleştiriliştir. Burada önemli dönemeç 2010 Temmuz tarihiyle
birlikte görüşme heyetine, siyasi iradenin temsilcisinin de
katılımıdır. Eğer nitelikli görüşmeden bahsedilecekse bunun miladı
söz konusu tarihtir. Diğer görüşmeler (Türkiye, Avrupa, Güney) ya
tamamlayan ya da paralel ve yan görüşmeler biçiminde ele
alınmıştır.
Bunlar az-çok ilgili olanların bildiği hususlardır. Görüntü herkesi
yanıltabilir. Sistematik -kapsamlı- çok yönlü bir görüşme manzarası
hâkim çünkü. Oysa arka planda, işin derinliğinde olup-bitenler bu
tablodan farklıdır. Hem eş başkanlık sıfatım hem de İmralı’ya
gidip-gelme imkânı vesilesiyle son beş yıllık sürecin özü hakkında
bilgi sahibiyim. Çokça tartışılan “Oslo görüşmesi”ni de biliyorduk.
Arada gidip-gelen mektupları da okuma şansına sahip olmuştuk.
Taraflarca gerektiği kadar bilgilendiriliyorduk ayrıca! Ki, tüm bu
süreçlerin kimi tutanak ve raporları da halen mevcuttur.
Görüntü itibarıyla görüşmeler her alanda sürüyor, ilerleme
kaydediliyor, mesafeler alınıyor ve hatta uzlaşmaya varılıyor!..
Yanıltıcı olan da bu zaten. Dışarıdan böyle göründüğü kesin.
Tabanımız-kadrolarımız bile bu yanılgıyı yaşadılar. Ama içeriden
böyle görünmediği de kesindir.
Bizlerin temel-esas argümanlarından biri şu: Son beş yıllık
görüşmelerin tümü tartışma, birbirini tanıma, anlama, ölçme-biçme
şeklinde gelişti. Bu yanlış da değil. Ancak, ne zaman ki bu süreç
tamamlandı ve iş pratik adım atma, çözüm zeminini güçlendirecek
düzenlemelere geçme safhasına geldi, işte kriz ve tıkanma tam da bu
safhada baş gösterdi. Aşılamayınca da süreç koptu, çatışmalar
başladı. Bu süreç içinde bırakınız çözüm zemini adına adım atmayı,
aksine ortamı ve görüşmeleri zorlayan uygulamalara da girişildi.
Takvimi göz önünde bulundurarak hatırlatmakta fayda var. Ateşkesten
bir gün sonra başlatılan KCK operasyonları, Habur dönüşü sonrası
kapatılan parti, bitirilemeyen askerî operasyonlar, Başbakan’ın DTP
ve sonrasında BDP’ye yönelik tutumu, üslubu, dayatmaları vs. vs.
Tüm bunlar devletin görüşme amacına bağlı olarak strateji dahilinde
geliştirilen taktik hamlelerdi.
Heyetin iyi niyetini, çabasını, hakkını teslim ederek söylemeliyim.
Ne her şey “çözüm” adına yapıldı ne de süreç ortaklaştırılabildi.
Usulden esasa, yöntemden amaca, biçimden içeriğe, taktikten
stratejiye varıncaya kadar ortada ciddi ve giderilemeyen
farklartutumlar mevcuttu. Rezervler, ön şartlar, barajlar başından
sonuna kadar muhafaza edildi. Heyetin inisiyatifi sınırlıydı.
Verilen görev kapsamında kaldılar ve “eylemsizlik ile geri
çekilmeyi” hiçbir şart kabul etmeden ısrarla talep ettiler. Esas
gündem buydu. Kırılma nedeni de yine bu dayatma oldu. Devam
ediyorum...
2006 yılından 2011 ortalarına kadar beş yılı aşkın bir süreden
bahsediyorum
Yasemin Hanım!
Bu sürecin muhasebesi-analizi doğru yapılmalıdır. Yüzeysel ve
teknik bakılarak hemencecik özveriyi gerçekten göstermiş olan Kürt
siyaseti mahkûm edilemez, edilmemelidir. Sormak ve öğrenmek
gerekiyor: Süreçler neden kesintiye uğradı? Bu kesinti dönemlerinde
kaç insanımız öldü-öldürüldü? KCK operasyonlarının amacı neydi,
neden yapıldı, neden sürece dayatıldı? Öcalan’ın yol haritasıyla
bir bağlantısı var mı? Hangi adım atıldı, hangi sözler verildi de
yerine getirilmedi? Öcalan’ın koşullarında ne gibi iyileştirmeler
yapılacağı söylendi, niye yapılmadı? Habur süreciyle ilgisi nedir?
Bu süreç nasıl geliştirildi? Çökmekte olan aynı süreci birlikte
kurtarmak için hangi canhıraş çabalar gösterildi? Bu çabalara
rağmen fatura kimlere kesildi,kimler cezalandırıldı?..
Ve esas soru: Tüm bunlar neden yapıldı? Hangi dayatma için?
Ha, birde yol haritası var. “Müzakere edelim” yol haritasının
neredeyse iki yıllık bir gecikmeyle 2011 Mart ayında verildiğini de
söylemeliyim. “Açılım” siyasetinin geliştirildiği zamanlardır!
Önemlidir, zira iki tarafında katılım gösterdiği bu süre, aslında
yol haritasının gizlenmesiyle ayrı ayrı, hatta tek taraflı
işletilmek istendi. Ama bizler bilmesek de yol haritasını
bilen,hazırlayan Öcalan ile görüşülüyordu!
Tüm bunların atlanarak, boşluklar bırakılarak sürecin basit ve
şeklen değerlendirilmesi hepimizi yanıltır. Ortaya sadece bir
görüntü çıkarır ama gerçeği gizler!
Heyetin yeteneğini, meseleye hâkimiyetini, çabasını yeniden
vurgulayarak belirtmeliyim ki, görüşmeler oluyordu, doğru.
Tartışmalar yapılıyordu, doğru. Genel perspektif-anlayış düzeyinde
(inkârasimilasyon- demokratik çözüm) mutabık da kalınıyordu, bu da
doğru. Ancak esas olarak işleyen/işletilen iki ayrı süreç
vardı.
Öcalan ve Kürt siyaseti, yol haritasını (daha sonra revize edilerek
hazırlanan protokolleri) esas alarak sürece katılıyordu. Devlet ve
iktidar ise “açılım” denen alternatif muammayla kendi sürecini
işletiyor ve MGK’da kararlaştırılan yaklaşımını da bu eksende
dayatıyordu. 2010 yılının Temmuz ayına kadar böylesine ayrı,
farklı, çatışmalı ve karşılıklı taktik hamlelerle yıpratıcı bir
süreç yaşandı. Bu tarihten sonra hem görüşmelerin niteliği
yükseltildi hem de taraflar mevcut pozisyonlarını gözden
geçirdiler. Söz konusu protokoller bu süreçten sonra hazırlandı ve
tartışmaya açıldı. Bilinen klişe ifadeyle, taraflar bir adım geri
attılar denilebilir (en azından teknik olarak böyle.)
İlkesel-stratejik tutumlar muhafaza edildi. Kolaylaştırıcı
pozisyona geçtiler de diyebiliriz.
Dikkat edin, Öcalan’ın “Devlet- Hükümet” ayırımını en çok
kullandığı söylemler bu dönemdedir. Zira, görüşmelerde heyetin
makul bulduğu, ortaklaşılan kimi hususları siyasi irade devreye
girerek reddediyordu. Ne farklı bir öneri, ne farklı bir düşünce
geliştiriliyordu. Ön şart “eylemsizlik ve hemen geri çekilme”
olarak Öcalan’a ısrarla dayatılıyordu. Bundan bir milim dahi
sapılmadı. Ne inşa edilmiş bir güven ne de bir güvence söz
konusuydu. Başbakan “hükümet olarak biz pazarlık yapmayız”
cümlesini bu sebeple sık sık kullanıyor. Bizlerin de sürekli olarak
“iyi niyet anlamına gelecek pratik adımları atın, bu süreci
ilerletir” dememizin sebebi de buydu. Bazı pratik adımlar
atılsaydı, şahsi iddiama odur ki, geri çekilme gündeme
gelebilecekti. Öcalan bunu sağlayabilirdi. Ama yapılmadı. Öcalan’ın
“bana boş havuzda yüz diyorlar” isyanını burada yeniden okumakta
fayda vardır.
Her fırsat bulduğumuzda her platformda söylüyoruz: “Bu kadar
muktedir olan, devlet ile özdeşleşmiş, devlet kurumlarını siyasi
çözüme ikna ettiğini söyleyen bir hükümet neden tek bir iyi niyet
göstermez, tek bir pratik adım dahi atmaz?”
Yanıtı yine devlet paradigmasında aramak gerekiyor. “Pazarlık yok!
Silahı bırakıp geleceksiniz,devlet sonra gereğini yapar.”
Kürtler bu kadar badireden sonra bunu yaparlar mı sizce?
Yapmıyorlar zaten. Onurlu barış, adil çözüm, demokratik uzlaşı
kavramalarını bu kadar sıklıkla kullanmamızın hikmet-i sebebi
budur.
Kanımca basının, aydınların, sivil toplumun yapması gereken
tarafları protokolleri açıklamaya zorlamaktır. Öcalan, defalarca
“protokollerin eksiği varsa giderelim, fazlası varsa birlikte
çıkaralım” dedi. Ama devlet “pazarlık yok” kibri ve kompleksinden
bir türlü kurtulamadı. Siyasi iktidarın yönetmeilişkilenme tarzı
“gücümü kabul edin, verdiğimle yetinin” tarzıdır ne yazık ki...
Bu tarzın cumhuriyet tarihi boyunca yapılanlardan ayırt edici bir
yönü vardır: “AKP, Kürtleri öldürüp intihar süsü vermeye
çalışıyor!” İttihat ve Terakki zihniyeti bile bunu düşünemedi
Yasemin Hanım!
Geride otuz bin ölü bırakmış Kürtler, halen anayasada yer
bulamamış, anadilinde şarkılar söylüyor diye yuhalanan, özgür
iradesiyle siyaset yapıyor diye tutuklanan bir halktır. Önder diye
kabul ettikleri şahsiyet o koşullarda iken ve daha pek çok
haklımeşru talep ve sebep dolayısıyla Kürtler bu dayatmayı kabul
etmezler. Ölürler de yine kabul etmezler... Çünkü bilerler ki “kötü
bir barış, savaştan daha berbattır.”*
Uzattım galiba. Söylenecek - tartışılacak çok şey var aslında.
Görüşmeleri, arayışları, çabaları tümden yadsımak doğru değil. Ama
yeni bir yaklaşım ve yöntemle ele alınmaları muhakkak.
Buna çok ihtiyaç var. Çocuklar daha fazla ölmeden harekete geçmek
gerekiyor.
Birbirimizi eleştirelim elbet. Ama anlamaya da çalışalım.
“Anlamak yaşamın başlangıcıdır.” Yaşamın başladığı yerden, yeni bir
hayat kurabiliriz hep birlikte.
Unutmayın “savaşın ilk şehidi hakikattır.”**
Sitemlerimi, eleştirilerimi, üslubumu anlamanız dileğiyle...
Hoşçakalın.