Bu Kürt kızı kendini neden yaktı?

Abone ol

Evrim, liseyi 3'üncülükle bitirmiş çok zeki bir kız. Leyla Zana gibi olmak istemedi. Amaçları farklıydı ama olmadı ve kendini yaktı.

Resmi ismiyle Evrim, esas ismiyle Evin, ablasının deyişiyle "Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz" gibi bir not bırakıp yaktı kendini. Vasiyetiyle, Dicle kenarında kendini yakan Mustafa'nın yanına gömüldü. Ağabeyinin sorusuyla; "İstatistikler 40-50 çocuğu gösterdiğinde mi soracağız; bu çocuklara neler oluyor..."

Evin kimi gazetelerde hiç yer bulmayan, kimilerinde kahramanlaştırılan, kimisinde sayfanın bir köşeciğine sıkıştırılan "Evrim Demir Kendini Yaktı" haberinin öznesi. Nesnesi çok... Evin'in doğduğu yıl 1993'te, Şilan'daki köyleri boşaltılınca, Muş Bulanık'a taşınıyor aile. Yedi çocuklu ailenin en küçüğü Evin, burada doğuyor. En büyük ağabeyi kardeşine 'Evin' ismini verip dağa çıkıyor. 'Evin' Kürtçe aşk demek. Aşk, Türkçe 'Evrim' olarak geçiriliyor kayıtlara. Babası erken okula başlasın diye iki yaş büyük yazdırıyor kızını nüfusa. Kimliğinde yaşı 18 gözükse de, aslında 16. Ailesinin dağa gitmesin, yanlarında kalsın, okusun diye üzerine titredikleri. Titredikleriydi... Sonunda dağa değil, ölüme gitti. Bir ağabeyi, Kimya Mühendisliği'nde okurken gitmişti dağa. Büyük ablası kanserden ölmüştü. Evin kendini yaktığında çok olmamıştı isim ağabeyinin ölüm haberi geleli. 73'te Ala Rızgari'ye, 80'den sonra PKK'ya katılan yine mühendis amcasının kahramanlık hikayeleriyle büyümüştü. Amcası da dağda öldürülmüştü. Evin'in hikayesini dinlemeye Bulanık'a gittiğimde, babası camide, annesi evde taziyeleri kabul ediyordu.

Bulanık BDP teşkilatından Rami Çelik ve Mahinur Taş'la buluşup camiye gittik önce. "Gerçekleri yazacaksınız konuşalım" dediler önşart. Gerçek dediğinin şaibesi silinmedikçe güvenemeyecektik birbirimize. Gerçeğin şaibesi ayıracaktı bizi. Bulanık'ta minibüsten indiğimde çay içtiğim esnaf, Silvan'daki son saldırının şaibelerini tartışıyordu. Gerçek neydi? Caminin duvarında Evin'in çerçeveletilmiş fotoğrafının önünde oturan babasının, taziyeye gelenlerin gerçeğini ne kadar biliyorduk. Tek bildiğim, tek bir Fatiha suresinin olduğuydu.

Ve Evin'in resminin önünde hep birlikte, aynı sure okundu. Sonrasında baba Sadullah Demir anlatmaya koyuldu; "O yanımızda kalan tek çocuğumuzdu. Fen Lisesi'ni kazandı Dersim'de, göndermedim uzakta diye, yanımda kalsın diye. Ben derdim ki; 'Neden okuyup da Leyla Zana gibi olmuyorsun. Neden siyasete girmiyorsun?' Baba sen yanlış düşünüyorsun diyordu. Onları beğenmiyordu."

RAHAT UYUSUN BU KEDİCİK

Demir'lerin üst kısmı hâlâ inşaat olan iki katlı evlerindeyim. Karşıda dağlar, sarı başaklar, şekerpancarı tarlaları. İnşaatı tamamlanmamış balkonda taziyeye gelenlerle oturuyor anne. Evin'in odasına geçiyorum. Yola çıkmadan önce nasıl girerim o odaya diye düşünüyordum. Dizlerim titrer, boğazım düğümlenir diye... O kadar soğukkanlıydı ki herkes, Demir ailesinin içinde Demir gibiydim. Yıllardır süren savaş, ardı ardına kaybedilen çocuklarla ölümün öldüğü yerdeydim... Odaya girdiğimde, Evin'in kendini yakmak için çıktığı pencerenin yanındaki yatağında ablası uzanmış, kardeşinin yarım bıraktığı Kemal Basooğlu'nun 'Delal ve Zilan Katliamı ve Gerçekleri' kitabını okuyordu. Anlamaya çalışıyordu kardeşini. "Ona hep önce Dostoyevksi'yi oku, Tolstoy'u oku, bunları sonra okursun. Daha çok küçüksün bunlar için dedim. Dinlemedi."

Şırnak'ta resim öğretmeni ablası, yanına almıştı kardeşini iki sene, okulunu bitirsin istemişti önce. Şırnak Anadolu Lisesi'ni üçüncülükle bitirse de, üniversiteye hazırlanmak yerine dağları düşlüyordu Evin. "Kimseyi dinlemezdi. Bir asi çocuktu. O da, dağdaki kardeşim Seyfo da yıllardır çekilen acının üzerine küllerimizden doğan umudumuzdu." diyor ablası. Doktor olmak isteyen Evin'in üniversiteye hazırlık kitaplarının sıra sıra dizildiği masasının altına çöküp defterlerini okuyoruz. Ablası, Evin'in halıdan topladığı saçlarını sardığı küçük kağıdı açıp saçları gösteriyor. Sonra çocuk ruhunu anlayayım diye bir defter. Defterin üzerinde kedi fotoğrafları var kare kare. Uyuyan kedi karesini kesip defterin arasına koymuş Evin rahat rahat uyusun diye. Diyarbakır'da çay içerken boyacı çocuklara şiir yazmış, sarı başakları anlatmış kırılgan kelimelerle. Önderine anlatmış, önderini anlatmış. Partideki yozlaşmayı yazmış. Kürt sorunu üzerine notlar almış. Nietzsche'nin Zerdüşt'ünden alıntılar yapmış... Yazdıklarını okurken anlamamışız. Geçip gitmiş zaman ama duvardaki saat hâlâ biri çeyrek geçiyor. "Bir buçuk senedir öyle" diyor ablası. Evin'in masasının üzerindeki, ortası olmayan kol saati çekiyor dikkatimi. Zaman çerçeveden ibaret burada sanki. Zaman, Evin'in odasında küçük, yuvarlak bir boşluk...

GİTMEK...

Evin'in üç gün önce arkadaşlarıyla piknik yaptığı tepeye doğru yürüyüşe çıkıyoruz ablasıyla. 14 Temmuz'da Diyarbakır Cezaevi'ndeki büyük ölüm orucu direnişinin yıldönümünde kendini yakmayı planlayan Evin'in beklediği üç gününü konuşuyoruz. Üç gün içinde "Gitmek" filmini seyretmiş arkadaşlarıyla. 'İki Dil Bir Bavul'u seyretmiş. Herkes izlesin istemiş. Gözlerini çatlak toprağa dikmiş, "Sessizce tutabilsem yasımı. Sessizce de değil aslında. Ses..." deyip susuyor abla. Susuyoruz. sonra yine fısıldıyor; "Sessizce, sessizce...." Pancar tarlasının yanında oturduğumuzda, anlatmaya başlıyor. Ağabeyi de, kendisi de İmam Hatip Mezunu. Ağabeyi bir dönem namazını niyazını eksik etmezken, İslamcı çevrelerdeyken sonra anarşist olmuş. İktidarı sevmeyen, kendisini "anarşist" diye tanımlayan, tarih üzerine yüksek lisans yapmaya hazırlanan, 30 yaşında bir genç.

SAVAŞ İNSAN VİCDANINI ALIR

Evin'in odasında kardeşinin TÜBİTAK'tan aldığı madalyayı, ağabeyinin Türkiye çapında 44.'lüğünün ispatı başarı belgesini göstermişti bana. "Bunları özellikle gösteriyorum çünkü hep böyle ailelerin cahil olduğu sanılıyor. Babam, annem hep okuttular bizi" demişti. Söz yine Evin'e gelince "O bir yere ait olamayan bir çocuktu" diyor. Oraya gitti gözleri bozuktu... Almadılar. Aslında Evin toplumda tutunamamış, delirmiş olan bir Van Gogh'tur" deyip soruyor; "Ben nasıl yasımı tutayım? Cenaze diye iki resim gördüm. Abimin amcamın fotoğraflarını... Ortada beden yok, kemikler bile yok."

Gece... Taziyeye gelenler gitmiş. Baba elinde feneri, kızının kendini yaktığı Erik ağacının dibinden gelmiş. Üzüntünün hiç bu kadar parladığını görmemiştim bir insanın gözlerinde. Anne Süheyla Demir ve kardeşlerle mutfakta çay içiyoruz. Ankara'da öğretmenlik yapan küçük erkek kardeş konuşmak istemiyor. Evin'in yatağına girip kitap okuyor. "O çok duygusaldır" diyor ablası. "Çok okumaz ama bir laf eder kalırsın. Mesela dün dedi ki ölüm sıfırdır. Ne ekler, ne çıkarabilirsin?" Ardından anne alıyor sözü "Barış" diyor. "Biz felç olmuşuz artık" diyor. O konuşuyor, abla çeviriyor. Çeviri istemiyor aslında acı. Beş parmağının beşini gösterip üçünü keser gibi yaptığında anlıyorsunuz. "Biz nereye gidelim?" diye soruyor ısrarla; "AKP'ye oy verince mi vatandaşız biz?" diye soruyor. "E de, daha yeter!" oluyor son sözü. Yaşlılar namazlarını kılıp uykuya çekilince ağabey, abla ve ben kalıyoruz mutfakta. "Babanıza neden Hacı diyorlar?" deyince, "Hacılıkta Erbakan'la yarışır" diyor Evin'in gülümsemesi yüzünden eksik olmayan, her daim esprili ağabeyi. "Nasıl gülebilir ki insan. Yani nasıl bu kadar soğukkanlısınız?" diye sorunca "Savaş insanın vicdanını alır" diyor. "İlk başlarda mesela arkadaşlarımı aldıklarında üzülürdüm. Şimdi gülüyorum" diyor. Sonra abla cenazede yaşadıklarını anlatıyor; "Evin ve öldü kelimelerini yan yana getiremiyorum. Cenazede çığlıklar attım. Toprağa gidene kadar çığlıklar attım. Sonra yukarı bakıp 'Allah'ım sen bizi niye unuttun?' diye sordum da, günah işliyorsun dediler"

DAVA DEDİĞİN BİZ OLMUŞUZ

Sohbetin baş kişisi tedirginlik sanki. Üç arkadaş, onlardan ve bizden çekinmeden konuşamıyoruz. Konuşsak da yazamıyorum... Hâlâ dağda bir kardeş var. Evin gittikten sonra o da giderse yaşayamaz anne baba. Tek söyleyebileceğim iki kardeşin arasındaki farklılık. Birinin diğerinin her söylediğini duygusal bulması. Ötekinin diğerinin söylediklerini mantığa sığdıramaması. Ağabeyi için kendi iradesini kullanan bir birey Evin, ablası için o daha çocuk. Ağabeyi için aile yıkılması gerekli bir kurum. Abla için "Keşke koruyabilseydik aile değerlerini. Keşke kardeşim bana adımla hitap etmeyip abla deseydi." Ağabey için Evin'in ölümü bir amaca hizmet ediyor. Bulanık ve Diyarbakır'daki gençleri radikalleştirecek. Abla için "Öndere saygımız, inancımız büyük ama dava dediğimiz biz olmuşuz. Bizim çocuklarımız olmuş. Savaşı kazansak da Evin'i kazanma savaşını kaybettik." Pek çok konuda farklılık olsa da, ortak olan ikisi için de, yöntemi tartışılır ama barış.

Sabaha yaklaşırken, Evin'in ablası temiz pijamalar çıkarıyor bana. Üşüyen sırtıma hırka veriyor. Sırtımı sıvazlıyor uzun uzun. Aynı odada bütün dünyanın aynı uykusuna çekiliyoruz. Uyumadan önce "100 yıl yaşamış insanın dertleriyle yüklüyüm" diyen 26 yaşındaki bu kızın "güzelliğini" düşünüyorum. Sabah erkenden kalktığımda çay veriyor Evin'in annesi. Elinde kova, kazlara, horozlara yemek veriyor. "Bahçe var ama çocuk yok" oluyor son sözü. Vedalaşırken, bir gün bir gece kilitlenmiş gözyaşlarım akıveriyor. Taksinin camından yarım yamalak evin önünde el sallayan Evin'in annesi ve ablasına bakıp, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum; "Biz ne yaptık? Biz hep birlikte ne yaptık..."

'Anne su, anne su' Anne babasına meyve tabağı hazırladıktan, babasının çoraplarını yıkayıp başucuna bıraktıktan sonra 02.00'de bahçedeki kanalın yanında, babasının dört gecedir elinde fener, yastık yaptığı taşa başını koyup ağladığı erik ağacının altında çakıyor çakmağı Evin. Kahramanlaştırdığı, Diyarbakır Hapishanesi'nde kendini yakanlar gibi... Hemen suyun kenarında yapıyor bunu. Su ve ateşin yan yanalığı, minibüs şoförlerinden BDP'den Mahinur Taş'a, kahvedeki yaşlılardan sokaktaki gençlere pek çok kişiye göre iradenin kuvvetinin ispatı. Mustafa Malkoç da öyle yapmıştı.

Annesi kızını bulduğunda, şokla bir döşek kapıp geliyor. Kızını döşeğe yatırıp, üzerine çarşaf örtüyor.Evin "Anne su anne su" diyor. Hastane yolunda slogan atıyor. Hastanede polis, hepimizin sorması gereken soruyu, sorgu mahiyetli soruyor; "Seni kim yaktı? Seni kim yaktı?" Polisin alındığı odaya anne alınmıyor. Evin içerde "Anne anne" diye inliyor.

İki mektup bırakmış geride; bir ailesine, bir de davasına... Aile mektubu "Size karşı verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim" diye başlıyor, "Beni artık burada tutacak bir güç yok" diyor. Satırların yanına bir de 16 yaşının resmi, gülen surat çizmiş.
Dava mektubunda ise hepimize sesleniyor. "Bana da artık yer verin" diyor. Hatip Dicle'nin ve tutuklu vekillerin haklarından bahsediyor. Kan olmayan bir dünya dileğiyle 'kan kanla temizlenmez diyor'...

RADİKAL

Günün Önemli Haberleri