Bu hafta ne okumalı?
Abone olİşte size Mart'ın ikinci yarısında piyasaya sunulmuş birbirinden ilginç kitaplar.
TUHAF ZAMANLAR
-Bir 20. yüzyıl hayatı -
Eric Hobsbawm
20. yüzyıl tarihini diğer asırlarınkinden ayıran en önemli izler;
dünya savaşları, siyasal devrimler, imparatorluklardan ulus
devletlere geçişler, kültürel alt üst oluşlar, toplumsal
çatışmalar, iktisadi düzenler ve düzensizlikler ve tüm bunların
etrafında oluşan modern kültürel bir hayat içerisinde sürülür.
Eric Hobsbawm, bu yüzyıl boyunca sayılan değişimlere adeta ilk
elden tanık olan, kişisel olarak değişimlerin insanlar üzerindeki
etkilerini bizatihi yaşamış önemli Marksist tarihçilerden biridir.
Tuhaf Zamanlar Viyana’dan Berlin’e, Londra’dan São Paulo’ya,
Moskova’dan Küba’ya, Manhattan’dan Brezilya sokaklarına sadece
kitaplarda yer alan büyük olayların küçük kahramanları olarak
değil, olayların fiili kahramanları olarak yer almış insanların
hikâyelerini büyük bir tarihçinin hayatına dahil ediyor.
İspanya İç Savaşı’ndan LSE’ye, caz kulüplerinden müzisyenlere,
Komünist Partiler’den İngiliz Marksist Tarihçileri’ne, faşizmden
demokrasiye, sokaklardan üniversite anfilerine uzun ve dolu dolu
yaşanmış bir hayatın mahir bir tarihçinin kaleminde nasıl bir araya
geldiğine şaşıracak, Hobsbawm’un yaşam öyküsünü zevkle
okuyacaksınız.
Önsöz’den
“...Bu kitap, yazarının bir resmi savunması niteliğinde değil. 20.
yüzyılı anlamak istemiyorsanız, kendi kendini aklayanların,
kendisinin avukatlığına soyunanların ya da tam tersi nedamet
getiren günahkârların otobiyografilerini okuyun. Bunların hepsi de
ölüm nedenini bizzat cesedin araştırdığı otopsilerdir. Bir aydının
otobiyografisi düşüncelerini, eylemlerini, duruşunu içermeli ama
bir savunma dosyası olmamalıdır. Ömür boyu komünizme bağlı kalan,
sıradışı ‘Marksist teorisyen Hobsbawm’la ilgilenenler ve
gazetecilerin sıklıkla sorduğu sorular için sanırım bu kitap
yanıtlar içeriyor. Gerçi hedefim bunları yanıtlamak değildi. Tarih,
siyasî hayatımı yargılayacaktır -ki zaten bunu doyurucu bir şekilde
yerine getirmiştir- ve okurlar da kitaplarımı değerlendirecektir.
Peşinde olduğum tarihsel idraktır, onaylanmak, hemfikirlik ya da
duygudaşlık değil...”
ERIC J. HOBSBAWM
1917’de Viyana’da doğdu. Çocukluğunu Viyana, Berlin ve Londra’da
geçirdi. Üniversite eğitimini Cambridge Üniversitesi’nde tamamladı.
İtalya, Amerika, İngiltere ve Güney Amerika’da çeşitli
üniversitelerde dersler verdi.
İngiltere Komünist Partisi Tarihçiler Grubu üyesiydi. 1956’da
partiden ayrılan diğer üyelerden farklı olarak 1991 yılına kadar
parti üyeliği devam etti.
Kitapları İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Almanca, Çekçe, Macarca
ve Arapça olarak yayınlandı.
Tuhaf Zamanlar
İletişim Yayınları, 549 Sayfa
Çeviren: Saliha Nilüfer
Dizi: Biyografi -3
Tür: Otobiyografi
DİRENİŞ ÜÇLEMESİ
-Dullar / Ölüm ve Bakire / Okuyucu-
Ariel Dorfman
“Bu kitaptaki üç oyun, ‘özgürleşme’ ve ‘tahakküm’ denen birbirine
karşıt iki deneyimin sürekli keşfedilmesi sürecinin bir parçasıdır.
Sahnede ve tarihte nihai sonucunu hâlâ bilemeyip sadece tahmin
edebildiğimiz, insanlığın hâlâ belirlemeye çalıştığı çözüm yolu, bu
çatışma sonucunda ortaya çıkacaktır. Devlet de bu süreçte
başkaldıranları cezalandırmak, henüz başkaldırmamış olanlarıysa
buna cüret etmekten uzak tutmak için farklı ve birbiriyle kesişen
yollara başvurur. İşte, benim oyunlarım da Devlet’in başvurduğu bu
yolları teşhir etmeyi amaçlar: Dullar’da kayıplar, Ölüm ve
Bâkire’de işkence ve Okuyucu’da sansür. Sofia, erkeklerinin
gömülmeden ve anısız bırakılmalarına izin vermez; Paulina,
kendisine yapılan işkenceleri unutmaz ve topluma da unutturmamaya
çalışır; Tanya ise kendisine ihanet eden kocayı gölgesi gibi
izlemek ve yaptıklarını itiraf ettirmek için ölümden geri döner. Bu
oyunlarımda ele aldığım asilerin hepsinin kadın olması da gayet
doğaldır, tesadüf değildir. Çünkü kadınlar, çoğunlukla toplumun en
az güçlü, en marjinal üyeleridir; ama bir isyan ederlerse, bunu
dünyanın çatlayıp yarılmasını sağlayan bir kararlılık, öfke ve
onurla yaparlar.”
[Ariel Dorfman]
Direniş Üçlemesi
Agora Kitaplığı, 276 sayfa
Çeviren: Mehmet F. İmre
Dizi: Tiyatro
BAHARDA YİNE GELİRİZ
Barış Bıçakçı
“Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk
edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü?
Değil! İnsana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu
yıkıntı çünkü. Şehirde otomobiller, yollar ve binalar, sonunda
bütün sıcaklıkların evrenin ölgün sıcaklığıyla aynı olacağı bir
geleceğe doğru son hızla gidiyor, uzanıyor, yükseliyor. Ama
aralarında banka memuru sevgili dostum Tuğrul’un da bulunduğu
sağlığına dikkat etmeyen, fazlasıyla hayalperest bazı insanlar var
ki, onlar gece kurdukları saatin sabah çalışmamasını veya en iyisi
geriye gitmesini gönülden dileyerek tatlı tatlı esniyorlar.”
Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve ‘farfara’dan gına
getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı’nın
anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.
‘Baharda Yine Geliriz’de de, incelikli tablolar çiziyor Barış
Bıçakçı. İnsan ilişkilerinden enstantaneler; ‘durumlara’,
duygulara, akıldan esenlere, gönülden geçenlere dair ince
fırçalar... Uçucu intibaların izini süren bir görme ve ‘bilme’
biçimi...
Baharda Yine Geliriz
İletişim Yayınları, 109 sayfa
Dizi: Çağdaş Türkçe Edebiyat - 157
LİNÇ KÜLTÜRÜNÜN TARİHSEL KÖKENİ: MİLLİYETÇİLİK
Murat Belge
Söyleşi: Berat Günçıkan
23 Mart 2005’te Mersin’de on binlerce kişinin katıldığı Nevruz
kutlamalarında 12 ve 14 yaşlarında iki çocuğun Türk bayrağını
yaktıkları gerekçesiyle başlayan olaylar, 2005 yılında Türkiye
siyasetine damgasını vuran en karakteristik gelişmeydi.
Zaman içinde bir ‘ulusal hassasiyet’in kabarışıyla birleşen bu
süreçte gündelik hayatımızı dipsiz bir şiddet uçurumuna sürüklemeyi
arzulayan güçler, Orhan Pamuk davası ve Ermeni Konferansı gibi
fırsatlardan yararlanmakta hiç gecikmediler ve her kademedeki
devlet yetkililerinin de aleni teşvikiyle, linç girişimlerini
ülkenin dört bir tarafına yayarak bir korku atmosferi yaratmaya
koyuldular.
Berat Günçıkan’ın geniş bir zamana yayılan bu doyurucu ve ufuk
açıcı söyleşi kitabında okuyacağımız üzere, Murat Belge bütün bu
tarihin yakından takipçisi. Ona göre, yeni bir dalga halini almaya
yüz tutan bu milliyetçi saldırganlığın mücbir sebebi, ulus-devlete
duyulan inancın son kırıntıları. Ulus-devlet, kurulurken nasıl
milliyetçiliğe yaslanarak tarih sahnesinde boy göstermişse,
çağımızda da çözülürken yine milliyetçiliğe yaslanarak diklenmeye
çabalıyor.
Biliyoruz ki, ulus-devletini kuran hiçbir ülkenin geçmişinde temiz,
kansız bir tarih yatmıyor. Fakat hiçbir ulusun kendi geçmişiyle
yüzleşmeden, işlediği suçları kabullenmeden ‘uluslar ailesi’nde
kansız bir gelecekle yer alması da mümkün görünmüyor.
Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik
Agora Kitaplığı, 256 sayfa
HARİKALAR ODASI
Georges Perec
Anlatı akrobatından küçük bir dev yapıt
Georges Perec’in ‘sanatsal vasiyeti’ diye anılan Harikalar
Odası’nda, sahte tablolar üstüne sahte bir anlatının labirentinde
ilerlerken, okur, yazarın harikalar evrenini belirleyen her öğenin
tadına varacak: Oulipo, oyun, bilgi, ansiklopedi, ironi, gotik,
gerçek, eğlence, hayalet, ayna, yansıma, keşif, yolculuk, masal,
bengi dönüş ve diğerleri…
“Harikalar Odası” diye anılan tablolar öteden beri büyülemiştir
beni. Kendi içinde bir müze olan, imge olan, bir dizi tablonun
temsilini veren bir tablo düşünün; dahası, zaman zaman bu
tabloların içinde bir dizi tablonun vb. temsil edildiği bir tablo
daha oluyordu, birbirini izleyen tüm “tablo içinde tablo”lardan çok
hoşlanıyordum.
Georges Perec
Harikalar Odası
Sel Yayınları, 88 sf.
Çeviren: Esra Özdoğan
Dizi: Roman
MALUM DÜNYA
Edward P. Jones
Henry Townsend kunduracılıkla geçimini sağlayan bir köleyken, eski
sahibi Robbins’in ona öğrettiklerinin ışığında, köle sahibi zenci
bir çiftçi olmuştur. Henry’nin ölümüyle çiftlik dağılmaya başlar.
Köleler gecenin örtüsüne bürünerek birbiri ardına firar ederler.
Townsend çiftliğinin ötesindeki malum dünyanın çivileri teker teker
dökülmektedir.
Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasında mekik dokuyan bu iddialı
ve aydınlatıcı roman, özgür ve köle siyahları, beyazları ve
Kızılderililerin hayatlarını tek bir kumaşta dokuyarak, kölelik
kurumuyla yaratılan günümüzün çok boyutlu dünyasına daha derin bir
kavrayış sunuyor.
“Derin bir şefkat ve az rastlanır yeteneklere sahip bir yazardan,
ironiyi, hüznü, neşeyi, acıyı, gizemi ve malum dünyanın geçici
insani varoluşunun can acıtıcı esprisini, okuyucuya mucizevi bir
biçimde aktaran çok etkileyici bir kitap.”
[Peter Matthiessen]
Malum Dünya
İnkılap Kitabevi, 455 sf.
Çeviren: Murat Sağlam
Tür: Roman
MUHABBET EVİ
Sadık Yemni
Bilinen dünyayla bilinmeyen dünyayı harmanlayan gerilim
romanlarıyla tanınan Sadık Yemni’nin son romanı ‘Muhabbet Evi’
Everest Yayınları arasından çıktı.
“Yabancılaşmaktan, duyarsızlaşmaktan, vicdansız, duyarsız tüketim
canavarı çocuklar yetiştirmekten, antidepresansız yaşayamamaktan
korkuyorum. En çok da gereksiz yere benden korkan yerlilerden
korkuyorum. Çünkü burada yaşıyorum. Burası benim elvatanım. Böyle
bilesin.”
Sadık Yemni bu kez Avrupa ile Müslüman dünyanın gerilimini ele
alıyor. Sinemacı Theo van Gogh’un Afrika kökenli bir Müslüman
tarafından öldürülmesinden sonra iyiden iyiye yükselen İslamiyet
karşıtı tavır ve Avrupa’daki Müslüman toplumun yüzleşmek zorunda
kaldığı çelişkiler bu kitabın temel izleğini oluşturuyor.
Sadık Yemni, “medeni” Avrupa gerçeğinin içinde barındırdığı iki
yüzlü değerler karmaşasını ve bu değerlerin kimiyle uzlaşıp kimiyle
çelişen “yabancı”nın çapraşık durumunun yarattığı gerilimi ele
alıyor bu kitabında. Karşıt duruma itilen iki dünyanın, Doğu ile
Batının birbirine değdiği, birbirini tamamladığı açılardan
gözlemlendiği ilginç bir roman Muhabbet Evi.
Sadık Yemni’nin gizemli dünyasına ilgi duyanların olduğu kadar,
günümüz dünyasının bu derin yarılmasını da merak edenlerin mutlaka
okuması gereken bir kitap.
Arka Kapaktan…
Usta yazar Sadık Yemni’nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez
Amsterdam’da geçiyor. Hollanda’da sinemacı Theo van Gogh’un
öldürülmesiyle yükselmeye başlayan yabancı karşıtlığından yola
çıkan Muhabbet Evi, Avrupa gerçeğine içeriden bakmayı deniyor.
Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla
olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim,
Hıristiyan dünya ile Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu
kitabın ana temaları. Ön planda ise her zamanki gibi Sadık
Yemni’nin fantastik dünyası ve kahramanları var.
Sadık Yemni’den bir kez daha, somut dünya ile bilinmeyen, elle
tutulamayan dünya arasında, gerilimle örülmüş bir roman: ‘Muhabbet
Evi’.
Muhabbet Evi
Everest Yayınları, 197 Sayfa
TIFFANY’DE KAHVALTI
Truman Capote
1940’lı yılların New York’unda hareketli cemiyet hayatı öğleden
sonra barlarda içilen martinilerle başlar, Tiffany’de edilen
şampanyalı kahvaltılar ile son bulurdu. Bu renkli hayatın ilginç
simalarından Holly Golightly, küçük dairesinde erkek arkadaşları
için verdiği ev partileri ile dikkat çekiyordu. Görünüşte eğlenceli
ama yüzeysel bir hayat süren bir çocuk-kadın olan Holly
Golightly’nin yaşamı çözülmeyi bekleyen gizemlerle yüklüydü. Genç
bir yazar adayı ise bu gizemleri çözmek için çoktan yola çıkmıştı
bile...
Truman Capote’nin bir klasik haline gelen bu uzun öyküsü filme
çekildiğinde gizemli ve hüzünlü kadın karakteri ile sinemada da
yankı uyandırmış, hem okurların hem de izleyicilerin belleğinde iz
bırakmıştır.
Tiffany’de Kahvaltı
Sel Yayınları, 124 sf.
Çeviren: Meral Alakuş
Dizi: Roman
SİYAMLI İKİZLER
Aydın Arıt
Bir bulmacanın şifrelerini çözmek için, başdöndürücü hızla kıtaları
dolaşan bir gurup insanın polisiye maceralarını anlatan ‘Siyamlı
İkizler’, türünün meraklılarını olduğu kadar, dönem kitaplarını ve
tempolu maceraları sevenleri de eğlenceli bir yolculuğa davet
ediyor.
İlk olarak 1953 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen
‘Siyamlı İkizler’ okuyucuya, Çağdaş Türk Edebiyatı’nın kült
romanlarından birini okuma şansını sunuyor.
Siyamlı İkizler
İnkılap Kitabevi, 368 sf.
Tür: Roman
DANSÖZÜN ÖLÜMÜ
Şebnem Şenyener
‘Dansözün Ölümü’, bedeni örten tüller gibi sırlarla dolu bir yasak
aşk cinayetini anlatıyor. Şimdiye dek hep erkek kalemine nasip
olmuş açık saçık bir hikâye...
Şebnem Şenyener’in yeni romanı ‘Dansözün Ölümü’, soluk soluğa
okuyacağınız bir polisiye. Mu, New York’un en ünlü dansözüdür.
Gerçekçi Fransız ressam Gustave Courbet’nin, Osmanlı diplomatı
Halil Bey için yaptığı ‘Dünyanın Kökeni’ adlı erotik yapıtı,
Brooklyn Müzesi’nde ilk kez sergilenecektir. Açılışı ‘yedi tül
dansı’ ile Mu yapar. Mu, aynı gece soyunma odasında, tablodaki
modelin pozunda, bir resim çerçevesine yerleştirilmiş bir halde ölü
bulunur. Edebî tutkularıyla tanınan Dedektif Simontaut,
şüphelilerden biyolog Hircan’ı yazar Godolphin’i, menajer Şerif’i,
plastik cerrahı Leroy’u, oyuncakçı Testo’yu ve ‘arzunun isimsiz
filozofu Homunculi’yi sorgular. Birbirleriyle çelişen ifadeler,
‘yedi tül dansı’nın perde perde açılan tülleri gibi, tutkunun,
aşkın ve utancın sürekli değişen yüzünü aydınlatırken, Simontaut,
edindiği ipuçlarıyla cinayeti çözer.
İnsan zaman zaman durup bir düşünmek, nefes almak, rahatlamak
ihtiyacı duyar. Bazen, mavi bir ufka bakarken, siyah bir göktaşına
dokunduğumuzda, yüksek bir kayanın gölgesinde serinlerken ya da bir
yelken direğinin altında sert bir rüzgârı göğüslediğimizde,
karanlık bir mağarada damlayan suyun yankısında, yabani bir sesin
tınılarında ya da gece karanlığında bazen bir kadınla bir erkek
arasında giderilebilir bu ihtiyaç. Vaktiyle, milyonlarca yıl önce,
atalarımızın yaşadığı vahşi topraklardaki hayatın yankısıdır bizi
çağıran. Bu mercekte medeniyet ile tanışıklığımız henüz çok taze,
hala çok genç. Yeni pabuç gibi dar. Yüreğimizi sıkıp sıkıştıran
türden. Alıp veremediğimiz pek çok hesap içindeyken, vakti zamandan
çalınacak bir nefes, kısa bir tatil bedenimizi kökenine
yaklaştırır, özvatanına yatırır. Orada zevk hariç, boşaldığının hiç
farkına varamadığımız, tarih öncesine ait bir yığın his yeniden
dolar, tatmin bulur. Orada, onca sürede birikip de medeni
karakterimize vuran deneyimin aksini görme, merhabalaşma imkanına
kavuşuruz kısa bir anlığına da olsa. Şansımız varsa bu ziyaretten
beş aşağı beş yukarı, yarım yamalak, belli belirsiz bir ifade
yakalarız. Esip geçen bir koku, akıp giden bir su, düşüp eriyen bir
kar tanesi türünden varlığı ile yokluğu kısacık anlara mahsus bir
ifade. Kökene ait bir ifade. Okuyacağınız bu hikâye o ifadenin
peşindedir. Beynimizde hani adresini hâlâ bir türlü bilemediğimiz,
anahtarları, kilitli kapılarının arkasında asılı duran yığınla
köşkten birisine nihayet bir giriş yolu açan ifade.
1866’da Paris komününün gerçekçi ressamı Gustave Courbet de,
Osmanlı diplomatı Halil Bey için ‘Dünyanın Kökeni’ tablosunu
yaptığında aynı ifadenin peşindeydi, bir köken arayışı içindeydi
kuşkusuz. Modelinin başını, yüzünü, ayaklarını dışarıda bırakarak
örttüğü bir gerçek yerleştirdi tablosunun merkezine. Bugün hâlâ
kimsenin kimliğini tam olarak bilemediği kadın. O yıllarda yanında
kalan ve dönemin iddialı pek çok ressamına modellik yapan İrlanda
asıllı Joanna Hiffernan da olabilirdi bu model. Yüzü görünse de
görünmese de ressamını kuşkusuz etkisi altına alan, “Beyaz
Senfoni”nin, “Uyuyanlar”ın ve daha pek çok aynı dönem tablosunun
başarısında rolü küçümsenmeyecek bir kadın. Uzun kızıl saçları,
kalpleri ölümcül ağıyla kuşatan türden. Aynı yıllarda, kutsal
yazımın kayıp yaratılış hikâyelerinin “Lilith”ini kızıl saçları ve
elinde aynasıyla resmeden Daniel Gabriel Rossetti’yi etkisine alan
estetik. Halil Bey’in Paris’teki metresi, salonunda, Flaubert gibi
etkin sanatçıları, politikacıları, diplomatları ve tüccarları
ağırlayan Jeanne de Tourbet de olabilirdi Courbet’nin gerçekçi
resminin altında yatan. Kısaca kimliği hâlâ tartışmalı, dolayısıyla
bugün hâlâ tabii bir mahrem ‘Dünyanın Kökeni’.
Courbet’den sonra, ilk sahibi Halil Şerif Paşa tabloyu kendi örf ve
âdetlerine uygun yeşil bir örtüyle örttü. Sanat koleksiyonuyla
kuşaklar boyu ailesini doyuran, Mısır doğumlu, Paris eğitimli, Yeni
Osmanlıların koruyucularından olan Halil Bey’in giyinme odasında
tuttuğu tabloyu özel misafirlerine yemek üstüne gösterdiği
anlatılır.
Budapeşte’de Baron Francis Hatvany’nin koleksiyonuna geçtiğinde
‘Dünyanın Kökeni’nin üzeri bu sefer karlı bir şato tablosu ile
örtüldü.
‘Dünyanın Kökeni’nin son sahibi “cinselliğin cinselliği” teziyle
tanınan felsefeci Jacques Lacan. Tablonun bilinen son örtüsü ise
onun eşi Slyvia Lacan’ın fikri.
‘Dünyanın Kökeni’ni, George Bataille’dan boşanmasına yol açan aşkı
Lacan’a doğum günü hediyesi olarak veren sinema oyuncusu Slyvia,
tabloyu Guitrancourt’daki banliyö evinde ziyaretçileri rahatsız
etmeyecek şekilde rahatça asabilmek için, kızkardeşinin birlikte
yaşadığı sürrealist ressam Masson’dan yardım istedi. Sürrealizmin
iddialı üyelerinden biri olan Masson, ‘Dünyanın Kökeni’nin soyut
bir kopyasını böyle üretti. Ve Courbet’nin gerçeği Masson’un
“gerçekaltı”na yerleşti. Çerçevenin kenarından açılarak sürülebilen
bir gizli mekanizma sayesinde.
Bugün görsel dağarcığımıza yerleşen pek çok ressamın çıplak
modeline referans noktası olan ‘Dünyanın Kökeni’, sanatın gerçekle
hesaplaşması çerçevesinde son derece önemli bir yer sahibi. İnsanın
köken arayışının bir ifadesi olarak. Sonu körlükle biten her
destandaki gibi bu arayışın sürekli örtüleduran üstünün
hikâyesi.
Tablodan ilham alarak yapılan 20. yüzyılın belli başlı sanat
eserleri en büyük müzelerde başköşede sergilenirken ‘Dünyanın
Kökeni’ üstü örtülü hayatını sürdürdü 1987’ye dek. 1987’de New
York’ta Brooklyn müzesinde “Courbet’ye yeni bir bakış” adlı sergide
diğer eserlerin yanında, nihayet, ilk kez örtüsüz yerini aldı.
Nasıl oldu bu iş demeye gerek yok. Bu hikâyeyi bize, edebiyatta
kökeni kaybetme endişesinin en önemli ürünü olan detektif
anlatacaktır. Mahremi tamamen örtüsüz bırakan tek şey bir
cinayettir çünkü. Cinayetle bozulan düzeni, adaletsizliği ise
yeniden kurabilecek, düzeltecek tek kişi ise detektif. Bizim
detektifimiz böyle doğdu, rahmetten. Ölüm dünyasının haritasından.
Başkentli bir detektifin hatıratından. İhtiras, aşk, arzu ve
nefretin yedi yüzü ile tanıştı Mu’nun dansında, onu örten tüllerin
ardında.
Bu kitapta okuyacağınız hikâye insanın başına aniden vuran, onu
alıp hayattan kaçıran, habersiz zamansız yakalayan, pençesine alan,
beklenmeyen, asla sönmeyen, söndürülemeyen yasak bir aşka dairdir.
Terleyen ellerin, titreyen nefesin, kızaran yüzün, sevincin,
heyecanın, endişenin, korkunun, utancın, yürek çatlatan acıların ve
insanın doktoru ile bile zor konuşabileceği arzuların sebebi bir
aşk.
Kimyacıların, molekül biyolojisi, sinir fizyolojisi uzmanlarının
içinden çıkamadığı, beynin en az on bir bölgesinde otuzdan fazla
biyolojik kimyasal mekanizmanın ve yüzlerce özel genin devreye
girmesiyle beliriveren tuhaf kaza ya da mucizedir bu hikâyenin
sebebi. Bu konuda söylenmiş en eski sözden yola çıkıp tutkunun ve
cinselliğin tehlikeli, karanlık, sisli, yokuşlu yollarında ölümle
sonuçlanan bir serüvendir bu. O halde, hikâyenin anlatıcısı,
cinayetle bozulan düzeni, adaletsizliği yeniden kurup, dengeyi
sağlamaya yeminli detektiftir. Utancın, gizli duyguların üstünü
örten örtüleri açarak cinayeti çözecektir detektif Bizim
detektifimiz böyle doğdu, rahmetten. Ölüm dünyasının haritasından.
Başkentli bir detektifin hatıratından. Sevdanın yedi yüzü ile
tanıştı Mu’nun dansında, onu örten tüllerin ardında.
Dansözün Ölümü
Can Yayınları, 152 sf.
Dizi: Polisiye
Tür: Roman
NTV