Bu gazeteciler neden evet diyor?
Abone olDört kadın gazeteci. Dördü de 'evet'çi... Referanduma sayılı günler kala neden 'evet' dediklerini yazdılar.
İNTERNETHABER.COM- 12 Eylül'de yapılacak
referandumda gazeteciler oylarının rengini açıklıyor. İşte onlardan
dördü de bugün köşelerinden 'evet' oyu vereceklerini ilan etti.
Bunlar Sabah yazarı Nazlı Ilıcak, Habertürk yazarları Amberin
Zaman, Balçiçek Pamir ve Nihal Bengisu Karaca.
HSYK'NIN YAPISININ DEĞİŞMESİ
Sabah yazarı Ilıcak üç maddede topluyor evet nedenini? "Benim için en önemli değişiklik, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapısının değiştirilmesi" Ilıcak'ın ilk gerekçesi. Ergenekon davasının önünü kesmekle eleştirdiği HSYK'nın değişecek olmasını olumlu buluyor.
ASKERLERİN SİVİL MAHKEMELERDE YARGILANMASI
Mevcut bir çok davada adı geçen asker sanıkların hiçbirinin
askeri mahkemelerde yargılanmayacak olması da Ilıcak'ın bir diğer
dayanağı...
12 EYLÜL DARBECİLERİNE HESAP SORULMASI
Ilıcak için önemli olan bir diğer husus da geçici 15. maddenin kaldırılması. 12 Eylül darbecilerinden hesap sorulacak olması da Ilıcak'ın üçüncü gerekçesi oldu:
"Çok sayıda dava açılabilir ve referandum "evet" ile sonuçlanırsa, halk iradesinin verdiği destekle, muhtemelen, mahkemelerden "zaman aşımı yok" sonucu da çıkabilir. Böyle bir gelişme olmasa dahi, halkın "12 Eylülcüler hesap versin" diye sandıkta tepkisini ortaya koyması bile, demokratik bir mesajdır."
Nihal Bengisu Karaca'nın 'evet' için hangi özel nedenleri
var?
Nihal Bengisu Karaca (Habertürk): 'Evet'imin kişisel ve
bencil nedenleri
Dedem deli gibi rakı içermiş, bazen de votka. Alkol komasına girecek kadar. Arkadaşları da öyleymiş, ne oluyorsa hep beraber. Yıllar yılları kovalamış, olgunlaşmış, içkiden soğumuş, dine meyletmiş. Bu meyil, "sakıncalı" bir kitabı incelerken başka bir asker tarafından görülmüş. Sonra bitmek bilmeyen tayinler. Oradan oraya sebepsiz, sürgün gibi değişiklikler.
Yıllarca. Son tayin edildiği yerde dosyasını inceleyen üstü, "arkadaş sen neymişsin yahu?" diye takılmış bir gün. "Nereye gitsen, senden evvel bir yazı gidiyor, bize de geldi. Sahi, söylesene, neydi o kitapçıda baktığın kitap?" O kitap, Hüseyin Hilmi Işık'ın İslam Ahlakı kitabı.
Dedem o gün karar vermiş olabildiğince çabuk emekli olmaya. Şükür ki, emekli olabildi dedem, çünkü anneannem başı açık bir öğretmendi. "Yeterince" firesi yoktu dedemin. Neden bu kadar erken, sorusunu geçiştirirdi. O sustukça, dedemi yoldan çıkaran(!), sonraları başını da örttüğü için öğretmenliği bırakan anneannem sazı eline alır, "Konuşsana, seni takip etmediler mi, peşine adam takmadılar mı, hâlâ toz kondurmuyor sevgili ordusuna, şuna bak!" diye heyheylenir, dedemin "fişlenmişliğini" yüzüne vurur, adamı utandırırdı.
Anneannem "sistemi" anlamış ve ona o kadar öfke duymuştu ki, hayatının büyük bir bölümünü "cumhuriyet kadını bir öğretmen hanım" olarak geçirmiş olmasına rağmen, notları bir hayli iyi olan kızlarını üniversiteye göndermedi. Annem ve teyzem, yapılmış saçlar ve kısa eteklerle dolaştılar, akşamları sinemaya gidebildiler ama üniversiteye asla! Üniversite, sistemin kalbiydi çünkü. Teyzem anneannemi uzun yıllar affetmedi.
Babamın hikâyesi de benzer. Cumhuriyet "projesinin" imkânları sayesinde, hayata iyi bir yerden başlamış, Gümülcine'den kazanıp geldiği maarif kolejini Atatürk sevgisiyle ve hayranlığıyla tamamlamış ve fakat cumhuriyetin "sahipleri" tarafından fark edilen nitelikleri dolayısıyla burnundan getirilmiş bir adam.
ODTÜ Mimarlık, sonra Hacettepe Tıp, resim yapılır, enstrüman çalınır, okul derece ile bitirilir, fakat üzerinize afiyet bir kusur var: Namaz! Bu durum egemen Kemalist düşünce tarafından "devlet düşmanlığı" ile kodlanmak, sol çevre tarafından "Aa sen faşistmişsin" ifadesiyle itham edilmek için yeterli. Allah'a şükretmeyi faşizmle, mürtecilikle, devlet düşmanlığıyla, İrancılıkla, ilintileyen çarpık "aydınlanma"nın sonucu yine aynı:
Fişlenme, "kadro yok"lar, gittiği yere kendisinden önce giden "bilgi notları", vakit kaybı, emek kaybı, ekonomik güçlükler vs. Bir flashback. Yıl 1976. Sistem tarafından henüz o denli fark edilmemiş olan babam ve ben oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyoruz, mutluyuz. Bir tablo hatırlıyorum sonra. Babamın yaptığı. Başı çerçeveye girmemiş olan kırmızı yağmurluklu bir kadın, tuhaf tuhaf bakan ıslak bir şempanzenin elinden tutmuş, ıslak bir caddede yürüyor...
Çok güçlü ve bir o kadar güzel bir resim. O tabloyu yaptıktan
sadece sekiz yıl sonra Babalar Günü'nde aldığım bir after shave'i,
"Benden nefret eden adamların, dinden de nefret eden kibirli
adamların kokusu bu.
Bana bir daha böyle hediyeler alma!" diyerek reddeden, ailesini
terk ettiğini henüz fark etmemiş bir adam var karşımda.
Hani diyorlar ya, solu bitirmek için İslamcılığı desteklediler, filan... Nereye gelmiş bu destek ben hiç görmedim. Bizim sülaleye hiç uğramadı o "ferahlık". 28 Şubat döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılan 3 binden fazla askerin neler yaşadığını ise tahmin bile edemiyorum. Şofben satıp pizza dağıtmak zorunda kalmış binbaşıları biliyorum da, aile hayatları neye dönüşmüştür, bilmiyorum. Bildiğim, Cumhuriyetin verdiği hakların ve imkânların; "sahiplerinin" ördüğü dikenli teller yüzünden çizik çizik olduğu. Çocukların; devletin terk ettiği, cumhuriyetin terk ettiği erkekler ve kadınlar tarafından terk edildiği.
Tekrar tekrar terk edilmesi insanlığın.
Sandıktan "evet" çıkması demek, tedavi eden bir
cumhuriyetin başlaması demek. "Halk'ın vatandaş
olması demek.
"Vatandaş" olmak demek, ebeveynlerin büyümesi demek; terk
edilmemesi gerektiğini anlamaları çocukların. Benim
"evet"imin kişisel nedeni budur.
Balçiçek Pamir'in başı belaya girecek mi?
[PAGE]Balççek Pamir (Habertürk): Oyumu açıklıyorum, başım belaya girer mi?
Son günlerde "Hayırcılarda yeni bir moda var. Özellikle meslektaşlarımda...
Diyorlar ki, "Hayır deyince iktidar aleyhine oy
kullanmış oluyorsun, bu iktidarın muhalefet edene gösterdiği tavır
net, o yüzden başımız her an derde girebilir. Her an
dışlanabiliriz, her an işimizden atılabiliriz".
İnanıyorlar mı yoksa bu dönem öyle mi gerektiriyor gazetecilik
duruşu açısından bilemem. Ama şunu biliyorum bugün burada
açıkladığım oy rengi sayesinde benim yaşayacaklarım, hayırcıların
yaşayacakları mahalle baskısı ve itilmiş kakılmış tavır açısından
solda sıfır kalacak. İnanın! Dün Sözcü Gazetesi referandumda
"Evet" vereceğimi yazmış. Daha ben bile kafa
karışıklığı içerisindeyken... Daha ben bile karar verememişken...
Loto gibi bir şey olmuş yani! Ama iyi tutturmuşlar! Dün telefonum
susmak bilmedi. CHP'nin önde gelen ve değer verdiğim isimleri tek
tek aradılar. Bayramımı kutlamak için değil elbette. Ne yalan
söyleyeyim, babasına yakalanmış suçlu çocuk psikolojisine
girdim.
"Ne, sen evet mi vereceksin yani?" diye soranlara
bir-iki şey geveledim... Geveledim de... Olmadı... Telefonun diğer
ucunda göremediğim kaşlar havaya kalktı birden, biliyorum,
hissettim. İyi ama bu iş parti işi değil ki! Dün aynaya baktım uzun
uzun... Ve niye "Evet" diyeceğimi düşündüm.
Bir gece yarısı evimizden götürülen TİP'li babam için mi mesela?
Çok değil yedi yaşındaydım sadece... Ya da iflah olmaz bir iyimser
olarak demokrasinin hâlâ siyasette gizli olduğuna inandığım için
mi? Yargıyı ele geçiriyorlar mantığında, benim seçtiğim olsun
olmasın, seçilmişlerin atanmışların önünde gelmesini arzu ettiğim
için mi yoksa?
"Bütün kötülüklerin anası siyasettir!" cümlesini
benimsemediğim için mi? Hâlâ umudum olduğu için mi? Belki de
başkadır nedeni... "Sahiden inanıyor musunuz bu
değişikliklerin 12 Eylül'ü yargılayacağına?" sorusuna inat
olabilir mi? Hiçbiri değil galiba... İtiraf edeyim... Asıl neden
başka.
Çok değil 10 yıl sonra örneğin bir üniversitede, örneğin
öğrencilerle sohbet ederken, bıyıkları yeni terlemiş bir
delikanlının "Özgürlüklerden bahsediyorsunuz ama siz referandumda
hayır oyu vermediniz mi?" cümlesine muhatap olmamak için. Yani
sadece kendimi düşündüğümden...
O gün orada cunta anayasasının değişmesine "Evet oyu
verdim" demek başka, "Hayır verdim
ama..." diye başlayan monologu sürdürmek başka...
"Ama"sını dinlemezler... Asla! Haklılarda! O yüzden sevgiyi okuyucu
oyum "Evet"tir... Her şeye rağmen... Her şeye
rağmen ne mi demek?
1- Bu oy sayesinde AKP'li olarak anılacağım orası kesin. Ama ne
dün, ne bugün ne de gelecekte, o partiye oy verme şansım sıfırın
altındadır.
2- Vatan haini kabul edileceğim. "Gün seferberlik günüdür, Balçiçek
delirdin mi sen?" diyenler sadece kaş kaldırmakla yetinmeyecekler,
müthiş bir mahalle baskısı gelecek, hissediyorum.
3- İşin kötüsü hem enayi yerine konulacağım hem de zekâma hakaret
edilecek. Kim tarafından mı? Kuşkusuz AKP tarafından...
Çünkü sunulan Anayasa değişikliğinin özgürlükler edinme yolunda en
büyük adım olmadığının da farkındayım. Üstelik bu Anayasa ilk defa
değişmiyor ki... Ne kamu çalışanları, ne kadın, çocuk ve özürlü
hakları tam... Yetmez! Üstelik yargıdaki Adalet Bakanı motifi
ısrarını da anlamış değilim! Ama yine de yapamıyorum sevgili okur.
Siz bunu bir dertleşme kabul edin. Aramızda kalsın lütfen.
Aynaya bakıyorum ve bir Cunta Anayasası'nın değişmesi için "Hayır"
oyu verebileceğime inanmıyorum. Mümkün değil. Varoluşuma aykırı
öncelikle.
Sonra dostumu düşünüyorum 12 Eylül Diyarbakır Cezaevi'nden kurtulan
nadir adamlardan birini, Selim Dindar'ı... Dün
oğlu aradı, bayramımı kutladı, Heja konuşurken bir
kazayla kaybettiğimiz Selim geldi aklıma... Nasıl
hayır derim? Hadi dedim, nasıl açıklarım, nasıl anlatırım? Önce
kendi inanmadığım bir şeye? İster duygusallık deyin, ister gereksiz
idealizm... Ne derseniz deyin, sevgili okuyucu oyumun rengi
bellidir.
Yolunu yordamını beğenmememe, içeriğini yeterli bulmamama rağmen,
Anayasa değişikliğine "Evet" diyorum. Çünkü
içimden başka türlüsü gelmiyor!
Amberin Zaman'ın 'evet' gerekçesi ne?
Amberin Zaman (Habertürk) : Hayır! Ih ıh boykot! Yoksa
acaba? Evet! Evet! Evet!
Pazar günü Allah kısmet ederse sandığa gidip birçoğunuz gibi oy
kullanacağım. Meseleyi uzun uzun tarttım. Bazen
"hayır" diyesim geldi.
Özellikle Başbakan'ın "hayırcılara yönelik sarf
ettiği aşağılayıcı üslup beni çileden çıkardı.
Kürtlerin taleplerinin hiçbir şekilde kale alınmaması da boykot
fikrine yaklaştırmadı değil. Ama en sonunda "evet"
demeye karar verdim. Çünkü öngörülen değişiklikler hiçbir şekilde
yeterli olmamakla birlikte demokrasi çıtasını yükseltiyor. Sil
baştan bir Anayasa yazmanın önünü açıyor. Militarizme darbe
vuruyor.
Darbeciler bundan böyle sivil mahkemelerde yargılanabilecekler. Bu
başlı başına bir devrimdir.
Hayırcıların kullandıkları temel argüman AK Parti'nin Anayasa
reform paketi eliyle laikliğin son kalesi olan yargıyı ele
geçirmeyi planladıkları yönünde. Oysa 1980 darbesi yadigârı olan
mevcut hukuk sisteminin çoğunlukla statükoyu muhafaza etmek üzere
çalıştığı apaçık ortada. Avrupa'da Anayasa hukuku alanında önde
gelen otorite olarak kabul edilen Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu
Başkanı Gianni Bucjuicchio Zaman Gazetesi'nin
Brüksel temsilcisi Selçuk Gültaşlı'ya ifade ettiği
gibi şu anda yargıda bir nevi "kast sistemi"
var.
Bucjuicchio bu konuda bakın neler diyor: "1982
Anayasası'na göre Danıştay ve Yargıtay mensupları Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu'nu (HSYK) seçiyor.
Karşılığında HSYK da onları atıyor." Yani körler ver sağırlar
birbirlerini ağırlar vaziyetinden söz ediyoruz. Görüşlerine biat
etmeyen savcılar ve yargıçlar Şemdinli örneğinde en çıplak haliyle
sergilendiği üzere meslekten men edilebiliyor. Sahi zavallı
Ferhat Sarıkaya nerede? Hani Şemdinli
iddianamesini kaleme alan eski Van Cumhuriyet Başsavcısı?
Neyle geçiniyor bilen var mı? Ya Kenan Evren
yargılanmalı dedi diye 2003 yılında HSYK tarafından şutlanan Adana
Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu?
Bir de yargı siyasallaşacakmış.
Çünkü şu anda son derece tarafsız? Öyle mi? Getirilen değişiklikler
sayesinde hem Anayasa Mahkemesi'nin hem de HSYK'nın tabanı
genişliyor. Parlamento da artık üye atayabilecek. Cumhurbaşkanının
da atadığı üye sayısı artırılacak.
Böylece daimi tıkaç görevini sürdüren yargıdaki statükocu
zihniyetin egemenliği artık son bulacak.
Hayırcılar diyor ki Meclis'te çoğunluğu bulunan parti böylece
yargıyı ele geçirecek. İktidarda AK Parti olduğu için dincileri
atayacak. Burada bir mantık hatası var. AK Parti memlekete kazık mı
çaktı? Ebediyen iktidarda mı kalacak? Seçimle geldikleri gibi
seçimle gideceklerdir bir gün. Sivil diktatörlüğe doğru hızla yol
alıyoruz, Tayyip Erdoğan'ın padişahlığını ilan
etmesine ramak mı kaldı? Anayasa paketinin de bu planın bir parçası
olduğunu iddia edenler var.
Erdoğan'ın üslubu, en ufak eleştiriye karşı dahi
sergilediği tahammülsüzlük ve medyaya yönelik baskıları elbet de
otoriter bir zihniyeti çağrıştırıyor. Laik kesime hayat tarzlarına
dokunulmayacağı yönünde yeterince ikna edici açıklamalarda
bulunmamış olması da Başbakan'ın bir diğer eksiği. En son milli
basketbol maçında ponpon kızların Erdoğan'dan saklanılması bu tür
kaygıları daha da perçinliyor.
Zannederseniz kızlar striptiz yapıyorlar. Peki,
Erdoğan laik kesimi ferahlatıcı söylemlerde
bulunsa onlar dinlemeye hazırlar mı? Pek emin değilim. Zira
öylesine şartlanmışlar ki Erdoğan karşılarında bir şişe Johnnie
VValker devirse dahi "takiye yapıyor" derler
gibime geliyor.
Problem kısmen de laik ve muhafazakâr kesimin aynı sosyal ve kamu
alanlarını paylaşmalarından da kaynaklanıyor. Bu özellikle üst
gelir kesimi için söz konusu. Birbirlerini tanımıyorlar.
Geçenlerde sevgili Bejan Matur'un Zaman
Gazetesi'ndeki köşesinde belirttiği gibi aradaki bu duvarları en
iyi kadınlar yıkar.
Birlikte katıldığımız Pakistan gezisi esnasında Camiine
Koç ile Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan
birlikte selzedeler için ağlarken tam da böyle bir tablo
sergilediler.
Evet, ben "Evet" diyeceğim.
Ancak referandumdan ne çıkarsa çıksın AK Parti reformların peşini
asla bırakmamalıdır. Ve özellikle Kürt sorununun çözümüne yönelik
çabalarını yoğunlaştırarak sürdürmelidir. Zaten ülkemizin en ağır
problemi olan Kürt sorunu çözülmedikçe istediğimiz kadar sandığa
gidelim gerçek bir demokrasiye asla sahip olamayız.
Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.