Bu da oldu Türkler altın üretti
Abone olİnanılır gibi değil ama iki Türk biladamı resmen altın üretti. Böyle giderse evde bile altın üretilebilecek.
Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik
Üniversitesi'nden iki Türk profesör, laboratuarda biyolojik ortamda
altın parçacığı üretmeyi başardı.
Yapay evrim denen bir yöntemle virüs ve bakteri proteinleri
kullanılarak gerçekleştirilen çalışma, Amerikan bilim çevrelerinde
büyük yankı uyandırdı. Altın yapmanın şifresine ulaşmanın bin
yılları bulan zahmetli yolu, yaşamın sırlarından biri olan doğal
seleksiyondan geçiyor; yani moleküllerin birbirlerini tanıyıp seçip
ayırmayı bilmesinde yatıyor.
İŞİN SIRRI SİMYA'DA
Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir.
2500 YILLIK RÜYA GERÇEK OLDU
Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. "Felsefe
taşı" bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik
Üniversitesi'nden iki Türk profesör laboratuarda biyolojik ortamda
altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal
metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof
yumurtasıyla değil; yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış
evrimle altın üretiyorlar.
Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve
Mühendislik Merkezi'nin (GEM-SEC) kurucusu ve yöneticisi Prof.
Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler
Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji Genetik
ve Biyoteknoloji Araştırmaları Merkezi'nin yöneticisi Prof. Candan
Tamerler'in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendislikleri
için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın
üretebilmenin değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her
alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü
eniğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik gerçek,
doğadaki gibi malzemeler!
İŞTE ALTIN ÜRETMENİN
SIRRI
SIR MOLEKÜLLERİN TANIŞMASI
Prof. Sarıkaya, 1984'te ABD Kaliforniya Üniversitesi'nde doktora
çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde
deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir
gözüne. Deniz kabuğunun içyapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla
örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta
ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme
olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon
katarak: Çelik! O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı
taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına
varır. Biyomimelik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını
böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano
ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik
yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir
bilim dalı. Sarıkaya da 90'ların sonuna kadar geyik boynuzları,
sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür.
90'ların başında nanoteknoloji ve nano-biyo-teknolojinin yükselişi
biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır.
CANLI VE CANSIZ DÜNYA BİRLEŞTİ
Ancak tabiatı taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin
yetersizlikleri bir yana, bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile
onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş
minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bugüne dek
yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı
keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi
kendine: "Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun
yaptığı gibi yapmayalım?" Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada
"moleküler biyomimetiğin" kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu
çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog
arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış
sırasında, İstanbul'a 2001'de bir kongre için geldiğinde tanışır.
Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal
sıcak bakar ve "Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca
yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de
proteinleri kullanabiliriz" der. Çevresinde hayalperest damgası yer
ama yılmaz.
İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyo-mimetikte ilk kez canlı
dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel
söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih
etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD'de
olmak üzere Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri
yayımlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika,
titanyum, safir, silika, insan dişi dokuları ve altın
üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin
birbirini tanıması ve seçmesi, anlatalım.
ALTIN YAPIMI HABERİN
DEVAMINDA...
Öncelikle bir bardak suyun içine (deney tüpünün yani) küçük
altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve
virüsün bulunduğu "bakteri ve virüs kütüphanesi"
dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin
kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor.
Bu proteinlerin de peptit denen küçük bir kısmı alınıp
altın parçacıktı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da
milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek
altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz
tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye
soruyorum. "Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın
molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor.
Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat
hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine
yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak
dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hâle geliyor"
diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok
peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun
olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna molekül boyutunda
"tanıma" deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki
pep-tit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya
yanıtlıyor: "Biz akıllı molekül diyoruz. Molekül başka bir molekülü
tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa
bu akıldır işte. Peptitler de sanki canlı gibi". Peki, bir peptit
kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl
karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek
anlatmaya başlıyor: "Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın.
Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü
rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun
değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum
bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun
yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu
bırak, bir kız bir oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye?
Onun gibi işte..." Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum.
Vücudumuzdaki moleküllerin birbirini aynen bu şekilde tanımasalar
bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu
tanıma kavramına dayanıyormuş.
AKTÜEL