Kardak Fatih'i Altaylı!
Abone olSabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, Hürriyet'te çalıştığı dönemde yaşanan "Kardak Krizi"ni anlatmaya devam ediyor. Altaylı Kardak'a nasıl çıktı?
Altaylı "başlıklı yazısı ile dün yarım kaldığı anılarını
sürdürdü.
Yazı: Fatih ALTAYLI
Dün Kardak Krizi'nin nasıl başladığını, Hürriyet'in bu haberi nasıl
yaptığını ve SAT komandolarının Kardak'a doğru yola çıktığını
anlatmıştım. Bugün kaldığımız yerden devam edelim.
Bir sonraki gün, sabah erken saatlerde kalktık. Gümüşlük sahilinde,
20-30 kadar gazeteci meslektaşımız birlikte kiraladıkları bir büyük
balıkçı teknesine binmiş, Kardak'a doğru yola çıkma hazırlıkları
yapıyorlardı.
"Gelmiyor musun" diye sordular.
"Gelmiyorum" dedim. Çünkü benim gazetecilik anlayışım, "Herkesin
olduğu yerde haber olmayacağını" söylüyordu.
O sırada kıyıda duran bir sürat teknesi gözüme çarptı. "Bu kimin"
diye sordum. Sahildeki bakkala aitmiş. Ancak bakkal kapalıydı.
Evini öğrendim ve sabahın 6'sında kapıya dayandım. Zile epey bir
bastıktan sonra kapı aralandı. Don gömlek bir şekilde "Hayırdır"
diye sordu bakkal dostumuz.
"Sürat teknenizi kiralamak istiyorum" dedim. "Kiralık değil"
dedi.
"O zaman satın bana" dedim. Delirmişim gibisinden yüzüme baktı.
"Lazım, Kardak'a gideceğim" dedim.
"Bu havada olmaz" dedi. Gerçekten Bodrum'da pek ender görülen bir
hava vardı. Fırtına şeklinde bir rüzgâr ve sulu kar kıvamında bir
yağmur...
Israrlarıma dayanamadı. "Ben götüreyim" dedi.
Ben, eşim Hande, foto muhabirimiz Ertuğrul ve kameraman İbo sürat
teknesine atladık.
Gazetecilerin doluştuğu tekne sahilden ağır ağır uzaklaşırken, biz
Kardak'a doğru gazladık.
Ancak hangi kayalığın Kardak olduğunu bilmiyorduk. İlk kayalığa
doğru yanaştık. Ben dik sahile atladım ve tepe üzerinden bir grup
askerin bize doğru koşarak geldiğini gördüm. Doğrusunu söylemek
gerekirse ben onları "Bizim çocuklar" zannetmiştim. Çünkü yeşil
giysileriyle bütün askerler uzaktan birbirine benziyordu. Ancak
silahlar bana doğru doğrultulup, anlamadığım bir dilde bağırışlar
başlayınca "Yanlış kayalığa" çıktığımı anladım.
Gerisin geriye tekneye atladım ve "Gazla, bunlar Yunanlı"
dedim.
O sırada bir Yunan botu üzerimize doğru gelmeye başladı ancak biz
daha süratliydik ve bizimkilerin bulunduğu kayalığa doğru kaçtık.
Çevremiz savaş gemisi kaynıyor, gemiler birbirinin önünü kesecek
manevralar yapıp, birbirine diş gösteriyordu.
Türk askerlerinin bulunduğu kayalığa geldiğimiz sırada
komandolarımız adayı terk etmek için hazırlık yapmaya
başlamıştı.
"Gelirken getirmediniz. Bari dönüşte geleyim" dedim.
Kibarca "Olmaz" dediler. Ve 15 dakika sonra hazırlıklarını
tamamlayıp adadan ayrıldılar.
Kabaran denizde, fırtına altında, askerlerin botları, yanında bizim
sürat motoru Gümüşlük'e doğru yola çıktık.
Adadan biraz ayrılmıştık ki, ben askerlerin botuna "Geliyorum"
dedim.
Bu arada bizim tekne çılgınca sallanıyordu. Ertuğrul "Atlama abi,
düşersin" diyor, Hande ise "Atla atla. Atlayamayacaksan buraya
kadar ne geldin" diye gaz veriyordu.
Ben de teknenin burnuna doğru ilerledim. Sallantıdan ayakta durmak
imkânsız gibiydi. Ve bir an dengemi sağlayıp, askerlerimizin botuna
doğru uçtum.
Botu tutturamadım ama ucundan yakaladım. Askerler çekip bota
aldı.
Zaten çekmeseler, üzerimdeki kaz tüyü kaban ve ayağımdaki
postallarla suyun dibini boylamam işten değildi.
Sohbet ede ede kıyıya kadar geldik. SAT'ların özel silahlarını
gösterdiler, nasıl geldiklerini, adadan ayrılma emrinin ne zaman
verildiğini, Yunanlılarla eşzamanlı olarak kayalıkları boşaltma
kararı alındığını anlattılar.
Epey bir haber topladım.
Benim botta, kırmızı kabanımla fotoğrafım Batı basınında da
yayınlandı. Fransız ve Belçika gazeteleri fotoğraf altına "Kırmızı
ceketli olan, tim komutanı" dedi.
Epey bir güldüm.
Bir televizyonun canlı yayınında gelişmeleri anlatan bir
meslektaşım botta askerlerin yanında benim durduğumu görünce, canlı
yayın sırasında "Ha s.. Altaylı botta" dedi.
Velhasıl, yapılmasını "yanlış bulduğum" bir haberin devamında
başoyuncu olmuştum. Adım Kardak Fatihi'ne çıkmıştı.
Ama muhabirlik böyle bir şey işte.
Gazeteciliğin en keyifli yönü.