Bir şeriatçının müthiş itirafları
Abone olYola 'Laik devlet yıkılacak elbet' diye çıkan İslamcılığın teorisyenlerinden Mehmet Metiner, anılarında fanatik gelenekle hesaplaşmasını anlatıyor. Müthiş itiraflar için..
Tayyip Erdoğan hapisteydi. Ama FP'yi derinden yarabilmişti.
Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi isimler
Erdoğan'la sürekli temas halindeydi ve onun öngördüğü doğrultuda
hareket ediyorlardı. Genel kongre kararı alındığında Gül'ün yanı
sıra Arınç da genel başkanlığa aday olduğunu açıkladı. Sonradan
yapılan müzakerelerde Arınç, Gül lehine çekildiğini açıkladı. Gül
ve arkadaşları Erdoğan'ın ismini ve rüzgârını yanlarına alarak
teşkilatlara inmeye başladılar. Genel merkez ekibi ilk başlarda
Erbakan'ın karizmasını hiç kimsenin çizmeye güç yetiremeyeceğine
inanıyorlardı, ama gelen olumsuz haberler üzerine onlar da işi sıkı
tutmaya başladılar. Kıran kırana bir güç yarışı başlamıştı. Erdoğan
ekibinin FP'nin söylemine hiçbir itirazları yoktu. Sadece Erbakan
yönetimine itiraz ediyorlardı. "Bu iş Erbakan'la olmaz!" diyor ve
ekliyorlardı: "Erbakan anlayışıyla iktidara gelinse bile, iktidarda
kalabilmek mümkün değil. 28 Şubat bunu gösterdi. O yüzden siyaset
anlayışımızı ve tarzımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Parti içi
demokrasiyi hayata geçirmeliyiz." Tayyip Erdoğan da gönderdiği
mesajlarda 'taban demokrasisi'ne boyuna vurgu yapıyordu. İki ekip
arasındaki çatışma, bir iktidar çatışmasıydı. İki ekip de partinin
söylemini sahiplenmek konusunda 'yenilikçi' idi, ancak Erbakan
ekibi 'emir-biat-itaat' anlayışı doğrultusunda daha dini bir
yönetim tarzına sahipti. Kongre yapıldığında Erdoğan cezaevinden
çıkmıştı. Ama kongreye iştirak etmek yerine bir mesaj göndermekle
yetindi. Erdoğan'ın mesajı büyük bir coşkuyla karşılandı. Erbakan
da kongreye gelmek yerine mesaj göndermeyi tercih etmişti.
Erbakan'ın mesajına verilecek tepkinin Erdoğan'ınkinden daha büyük
ve uzun olması gerekiyordu. Kongreye hâkim olan genel merkez ekibi
her şeyi ayarlamıştı. Erbakan'ın mesajıyla birlikte salon alkıştan
ve 'mücahit Erbakan' sloganlarıyla çınlamaya başladı. İşte Erbakan,
Erdoğan'ı bastırmıştı görüntüde!.. Ama gerçekte öyle olmadığı çok
geçmeden anlaşılacaktı. Doğrusu ben Gül ve arkadaşlarının o kadar
yüksek oy alacaklarını hiç tahmin etmiyordum. Recai Kutan'ın genel
başkanlığının uygun bir vitrinle devam etmesinden yanaydım. Bunda
Kutan'ın şahsına duyduğum derin sevgi ve saygının yanı sıra Gül ve
arkadaşlarının parti içinde şahsıma yönelik 'Kürtçülük' ithamında
bulunan o birileriyle işbirliği yapmasının yarattığı kişisel
kırgınlık ve kızgınlık da rol oynadı. Erdoğan'a itirazım yoktu,
ancak yol arkadaşlarından bazılarıyla yıldızımız hiç barışmamıştı.
(...) Gül hiç beklemediğim bir sonuç elde etti. Az bir oy farkıyla
kaybetmiş olmasına rağmen bence kazanan kendisiydi. Daha doğrusu
kazanan Erdoğan'dı. Erdoğan'ın artık önünün açık olduğu apaçık
ortaya çıkmıştı. (...) Kongreden sonra genel merkez ekibi, Erdoğan
yanlılarını il ve ilçeler bazında tasfiye etmeye koyuldu. Genel
merkez düzeyinde tümden tasfiye etti. Genel idare kurulu listesi
ise Erbakan'ın istediği doğrultuda hazırlandı. Grup başkanvekilleri
düzeyinde yeni bir seçim yapıldı. Ama gruptaki karşıt
milletvekillerinin oylarıyla grup başkanvekillikleri Erdoğan
yanlılarının eline geçti. Bülent Arınç da yeni seçilen grup
başkanvekilleri arasında bulunuyordu. Ama grupta hâlâ bütün ipler
Oğuzhan Asiltürk'ün elindeydi. Genel merkezin tüm gücünü elinde
tutan Asiltürk, grup başkanvekillerine rağmen tüm ipleri elinde
tutmayı başarabiliyordu. FP fiilen bölünmüştü artık. Ve her düzeyde
bir çatışma yaşanıyordu. Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi İslamcı
hareketin 'teorisyen'lerinden Mehmet Metiner, 1970'li yıllardan
bugüne düşünsel serüvenini kaleme aldı. Metiner'in Doğan Kitap'tan
çıkan 'Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi' adlı anıları, 'Laik
devlet yıkılacak elbet' diye yola çıkan bir şeriatçı militan
gencin, demokrasinin değerini teslim etmesinin öyküsü. Milli Türk
Talebe Birliği'nden (MTTB) başlayan öykü, Necmettin Erbakan
liderliğindeki MSP'ye bağlı Akıncılar grubuna, oradan 12 Eylül
günlerine uzanıyor. Ardından 1980'lerin sonu ve 1990'lar, yeni
Türkiye'de 'siyasal İslamcı'lığın ve Refah Partisi'nin yükseliş
yılları geliyor. Humeyni'nin İranı'na ve 'Milli Görüş'ün
gurbetçiler arasında etkili olduğu Avrupa ülkelerine de uzanan
gelişmelerin Türkiye'deki önemli kritik noktası, 28 Şubat ve
sonrası da elbette öykünün içerisinde. Kısaca, anlatılan öykülerin
bir ucu, Hizbullah'ın ürpertici 'mezar evleri'ne uzanan fanatizme
çıkıyor; diğer ucuysa bugün AB tam üyeliğini arzulayan, kendilerini
artık 'muhafazakâr demokrat' diye tanımlayan AKP'ye ve onun lideri
Başbakan Erdoğan'a. Metiner, son 30 yılın önemli 'İslamcı' siyasi
ve entelektüel figürlerdeki değişimi anlatırken, ittifakları,
krizleri, 'Türkçülük' ve 'Kürtçülük' tartışmalarını da
değerlendiriyor. Eşini başörtüsü kullanmaya zorlamak, tek başına
Sezen Aksu dinlemek gibi 'ayrıntı'lardan, İslamcı grup ve
çevrelerde yaşananlara dek sayısız olguyu 'içerideki birinin
gözüyle' aktaran Metiner, sürekli gündemde tutmaya gayret ettiği
eleştiri ve özeleştirilerle hayli tartışma yaratacak gibi.
Abdüllatif Şener 'parti'ye karşıymış 'Genç Kuşağın Misyonu'
başlıklı yazıma sert tepki gösterenlerden biri de bugün AK Parti
hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan değerli dostum
ve ağabeyim Abdüllatif Şener de varmış meğer!.. Kendisi söylediği
için biliyorum. Ankara'da bir dost meclisinde gayet içtenlikle ve
dürüstlükle anlattığı bu olayı, şimdiki Abdüllatif Şener'in değişim
öyküsü açısından da gerekli bulduğum için aktarmakta yarar
görüyorum. Fazilet Partisi'nin kuruluş sürecinde ben Genel Başkan
Recai Kutan'ın siyasi işler danışmanı olarak TBMM'de kadrolu olarak
görevliydim. Ankara'da bir akşam Gaziantep Milletvekili Nurettin
Aktaş'ın evinde konuk olarak bulunuyordum... Kimler yoktu ki!..
Abdüllatif Şener, Abdullah Gül, Salih Kapusuz... (...) Abdüllatif
Şener sohbetin bir yerinde lafı Girişim dergisine getirip, "Bak
Mehmet!" dedi, "Sana bir olay anlatacağım, iyi dinle! 'Genç Kuşağın
Misyonu' başlıklı yazında İslam'a hizmet, parti aracıyla da olur
dediğin için sana çok kızmış ve Girişim aboneliğimi iptal
ettirmiştim. Çünkü ben de anti-particiydim. Demokratik araçlarla
bir sonuç alınamayacağına inanıyordum. Bir bilsen, sana o zaman ne
çok kızdığımı." Bir yandan anlatıyor, bir yandan da o hoş ve içten
kahkahasını koyuveriyordu. (...) O tarihte Şener, FP'nin TBMM Grup
Başkanvekili'ydi. Abdüllatif Şener'i o akşam kafası karışık
bulmuştum. 28 Şubat sürecinden sonra FP'nin yeni söylemine karşı o
geçmişinden getirdiği düşünce refleksiyle haklı olarak kuşkular
beslediğine tanık oldum. Sadece o değil, hepimiz 'İslami devlet'
söyleminden yola çıkarak sonuçta böyle bir noktaya kadar gelmiştik.
Bendeki değişim çok daha önce olmuştu. Ama hâlâ Abdüllatif Şener'de
kuşkular ve endişeler gözlemliyordum. Hâlâ ikna olmamıştı besbelli.
'Laikliği dinsizlik, demokrasiyi küfür!' addeden bir siyasal
kültürden ve gelenekten geliyordu. 'İslami devlet kurulacak elbet!'
sloganı onu da büyülemişti pek çoklarımız gibi. O yüzden 'demokrasi
ve laiklik savunusu' üzerine oturan, 'AB hedefine kilitlenen' bir
söylem, sanki geçmişini ve dolayısıyla kendisini inkâr gibi
geliyordu. Bana içtenlikle bir ara "Demokrasiyi ve laikliği
gerçekten inandığımız için mi savunacağız, yoksa dışarıya karşı
inandırıcı olabilmek için mi?" türünden bir soru sorduğunu
hatırlıyorum. İslami mücadelede partinin bir araç olarak
kullanılmasına dahi karşı çıkan bir düşünsel gelenekten geliyordu.
Ama geçmişinden getirdiği fanatizmi partiye girerek kırmıştı.
Hayatın gerçekleri karşısında değişmeye başlamıştı. O radikal ve
fanatik dinci eğilimleri bir yana iterek daha ılımlı çizgide karar
kılmıştı. Diyaloğa ve etkileşime açık biri olduğuna FP döneminde
tanık olmuştum. Bir de özeleştiri yapacak kadar erdemli olduğuna.
"Gençlik dönemimde fanatik dindar eğilimlerim vardı. O zamanlar
dinci, solcu, milliyetçi diye ayırırdım insanları. Şimdi ise
karşımdakini sadece insan olarak görüyorum. 20. yüzyıl ideolojiler
çağıydı. Şimdi bu kayboldu. Böyle düşünemezsiniz." (Bkz. Milliyet,
14 Şubat 2004, Abdüllatif Şener'le yapılan söyleşiden.) Eşimin
haklı başörtüsü inadı Evlendiğimde eşim başörtülü değildi.
Arkadaşlarım nezdinde beni zor duruma düşürüyordu. (...) Örtünmesi
gerektiğini söylüyordum, ama o haklı olarak direniyordu. İstanbul'a
taşınacağımızda kendisi için getirdiğim başörtüsünü ve pardesüyü
giymemekte de inat etmişti. Oysa o dönemde Girişim dergisinin genel
yayın yönetmeni sıfatıyla hayli tanınan ve bilinen bir insandım.
İslami mücadelenin teorisyenlerinden biriydim. Eşimin o hali beni
hayli sıkıntıya düşürecekti. Sonradan eşim kendi isteği ve
rızasıyla örtündü. Ve ben de derin bir oh! çektim. Biçimselliğin
özün önüne geçtiği o yılları düşünüyorum da, hayıflanıyorum
doğrusu... İnanıyorum ki, o yıllarda eşleri ve çocukları üzerinde
kendi siyasal ve ideolojik-konumlarını pekiştirmek düşüncesi içinde
olanlar, pek çok hastalıklı davranışın belirmesine de öncülük
etmişlerdir. Sevmek veya âşık olmak mı? Bunlar büyük davamızın
yanında lafı bile edilmesi caiz olmayan şeylerdi. Kadın, mal-mülk,
evlat sevgisi, yani dünya sevgisi yüreğimize yerleşmemeliydi. Bir
zamanların Ertürk'ü TMSF Başkanı Ertürk, RP'nin yükseldiği yıllar,
'RP düşmanlığı üzerinden çürümeye yüz tutmuş resmi ideoloji
canlandırılmak isteniyor' diye düşünüyordu Şimdiki TMSF (Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu) Başkanı olan Ahmet Ertürk, o tarihlerde özel
bir finans kurumunun genel müdür yardımcısıydı. Namuslu, dürüst,
birikimli, şehirli ve medeni bir İslamcı entelektüeldir. Geçmişinde
bir parça radikal, ama her halükârda düzeyli bir entelektüel olan
Ertürk'ün o günkü radikal duruşunu, sözlerinden ve söyleme
biçiminden çıkarsamak hiç de zor değil. Başta İstanbul ve Ankara
gibi büyükşehir olmak üzere Türkiye'nin pek çok yerinde belediye
başkanlıklarını kazanan RP'ye karşı belirli kesimlerden büyük bir
ideolojik taarruz başlatıldı. 'Laiklik elden gidecek!' sloganı,
'Refah Partisi iktidarında yaşam tarzımız değiştirilecek!' kaygısı
temelinde ciddi bir antipropaganda yapıldı. Büyük gazeteler bu tür
propagandaları hemen her gün sayfalarına taşıdı, yazarlar
köşelerinde bunu tartışıp durdu. Tam da bu ideolojik taarruzların
yoğunlaştığı bir dönemde Yeni Zemin, RP'yi odağa alan bir özel
dosya hazırladı. Bu dosya için görüşlerine başvurduğumuz kişilerden
biri de sevgili Ahmet Ertürk'tü. Ertürk yazısının girişinde şöyle
diyordu: "Bundan altı, yedi ay önce olsaydı, Refah geleneğinin hem
ideolojik hem de siyasi çizgisini daha önceleri eleştirmiş biri
olarak hiç tereddüt etmeden görüşlerimi açıklıkla belirtirdim.
Bugünkü tereddüdümün sebebiyse, Refah düşmanlığını çözülmeye yüz
tutmuş resmi ideolojiyi yeniden canlandırma aracı yapmaya çalışan
'memur-aydın'larla 'eleştiri' ortak paydasında buluşmaktan bile
duyduğum ürküntüdür. Bu sebeple Refah'ı tartışmak yerine şimdilik
Refah tartışmaları/eleştirileri, daha doğrusu saldırıları üzerine
tartışmak, Türkiye üzerine daha yararlı gözlemler sunabilir
bize..." Tek başına Sezen... Beyazıt'ta fakülteye yakın çok güzel
ve geniş bir öğrenci evimiz vardı. Ben orada evin reisi olarak
kalmaya başladım. Benim kendime ait müstakil bir odam vardı. Hâlâ
müzik dinlemenin caiz olmadığına inanan arkadaşlarımızın yanında
müzik dinlemiyordum. Gecenin bir vaktinde odama geçip kulaklığı
olan küçük teybime Sezen Aksu'nun kasedini koyar dinlemeye
koyulurdum. Çoğu geceler kulağımda Sezen Aksu'nun o harikulade
şarkılarının büyüsüyle uyuyordum. Fakültede 'ideolojik şef' veya
'abi' konumunda biri olmam hasebiyle davranışlarıma dikkat etmek
zorundaydım elbet. Müziğe karşı toptan reddiyeci bir tutum içinde
değildi öteki arkadaşlarımız da. Ama kadın sesi söz konusu olunca
fıkhi tartışmalar alır başını giderdi. Bir kadın şarkıcının
teğanniyle şarkılar söylemesini dinen caiz bulmayan görüşlerden
tutunuz da bizatihi kadın sesinin haram olduğuna dair görüşlere
varıncaya kadar bir dizi spekülatif görüşler çatışır dururdu. O
yüzden müzik konusu, hele Sezen Aksu gibi aşkı ve duygusallığı en
naif, çıplak ve yürekli sözlerle ölümsüzleştiren bir sanatçının
şarkılarını, gereksiz bir polemiğe meydan vermemek için bir başıma
dinlemeyi tercih ederdim. Korktuğum ve çekindiğim için değil, henüz
buna hazır olmadıklarını gördüğüm arkadaşlarımı gereksiz yere
kırmamak adına yapıyordum bunu. Kaynak: Radikal Gazetesi