Bir diktatör masalı
Abone olSaddam'ı bu sözlerle özetleyen Aksiyon Dergisi, dünyanın konuştuğu Irak liderinin hayat hikayesini yazdı.
Bugünlerde onu istifa etmeye, sürgüne gitmeye çağıranların
anlamadığı bir şey var: O, hâlâ zafere ulaşacağına inanıyor, tıpkı
çocukluğundan bu yana yaşadığı binlerce kurtuluşun her yıkılıştan
sonra gelmesi gibi. Körfez Savaşı’nın başlamasından iki gün önce,
14 Ocak 1991 tarihinde Irak yönetimi önemli bir toplantı için
Saddam’ın saraylarından birinde toplanmıştı. Saddam Hüseyin, son
dakikaya kadar krize barışçıl çözüm bulmaya çalışan BM Genel
Sekreteri ile buluşmuş ve 2,5 saatten fazla süren bir görüşme
yapmıştı. Toplantı masasında oturan herkes liderlerinin görüşme
odasından muştulu barış haberleriyle dönmesini bekliyordu. Nihâyet
beklenen an geldi ve Saddam toplantı odasına girerek orada
bulunanlara hitâp etti: ‘Korkmayın. Kudüs’ün kapılarının önümde
açıldığını görüyorum’. Saddam Hüseyin böylesi bir ‘idealler
âleminde’ yaşamaktadır. Kendisi ve milletinin en fazla köşeye
sıkıştığı anda en büyük hayalleri kurar. Onun için kaybetmek,
kazanmak için atılmış adımlardan biridir sadece. Kanında gördüğü
Babil ve Arap soyunun onurlu karışımını, yaralandığında
saldırganlaşan kaplanın kanına benzetir. Bunun için Saddam’dır
adı... Saddam; yani savaşan, çarpışan, mücadele eden... Saddam
Hüseyin milletiyle birlikte yeniden köşeye sıkışmış durumda. Onu
istifa etmeyi ve sürgüne gitmeyi kabul etmeye çağıranların
anlamadığı birşey var: Saddam bugünlerde büyük bir zaferin
arifesinde olduğuna inanıyor. Yeni rüyalar görüyor... Örgüsünü
çocukluğundan bugüne kadar yaşadığı binlerce kurtuluşun, her
yıkılıştan sonra güçlenerek ayağa kalkışın hikâyesiyle kurduğu yeni
rüyalar... Sağ kalmayı başaran lider Saddam Hüseyin, savaş ve
yıkılışlardan güçlenerek çıkmasını bilmesiyle şimdiden efsâne olmuş
bir lider aslında... Doğrusu Dicle kıyısındaki fakir bir köyde
yetim ve ana sevgisinden mahrum bir yuvada başlayan çocukluktan
Ortadoğu’nun en güçlü liderlerinden birine dönüşümü anlatan her
hikâyenin biraz efsane olma zorunluluğu vardır. Fakat bir ‘Çoban
Sülü’ efsanesi değildir bu. Saddam, başarıdan başarıya koşan değil,
her başarısızlığının üzerine hedef büyüten ve bir sonraki adımını
yenilginin üzerine atmayı başarabilen bir lider olmuştur. Onun için
hikâyesi de âşina olduğumuz Çoban Sülü Efsanesi’nde olduğu gibi
mutlu bir köy evi, başarılı bir öğrencilik hayatı, çevreden merkeze
doğru yaşanan sınıf atlamaların hikâyesi değildir. Saddam hâlâ daha
El Avca köyündeki hırçın çocuk, Dicle kenarındaki isyankâr
delikanlı, Kahire’de bıçakla adam kovalayan kanun tanımaz ruh ve
nihâyet gücünü aşiret bağları üzerine kurmuş geleneksel bir
bedevîdir. Saddam’ın ilk ‘ölümden dönüşü’ daha ana karnındayken
olmuş. Annesi Subha Hanım, kendisine hamile kaldığında karnındaki
cenini düşürmek istemiş, fakat komşularının telkin ve tavsiyeleri
sonucu bu niyetinden vazgeçmiştir. Kaderin ne ilginç bir cilvesidir
ki Subha Hanım’ı oğlunu doğurmaya ikna eden Yahudi ailesinin
çocukları bugün İsrail’in Or Yehuda kentinde oturuyorlar ve
Saddam’ın gönderebileceği kitle imha silahlarının korkusunu
yaşıyorlar. İlâhi bir misyonu olduğu inancı Saddam’ın ölümle yaşam
arasındaki ince çizginin etrafında dolaşan hayatı, 1959 yılında
dönemin Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım’a düzenlediği suikast
girişiminde yaralandığında bitişin sınırından döner. 1964’te, Baas
Partisi’nin başarısızlıkla sonuçlanan isyanında yer aldığı için
çarptırılması gereken ölüm cezasından son anda kurtulur. İran—Irak
savaşı sırasında, İran saflarının arkasına düşer ve kapana sıkışır.
Ancak, bir şekilde bu ölüm tuzağından da kurtulmayı başarır.
Rejimine yönelik sayısız darbeleri atlatır, Körfez Savaşı’nda
Amerikan bombardımanlarına hedef olmaktan kurtulur. Bütün bu ölümle
burun buruna gelişler ve takip eden kurtuluşlar, gittiği yolun
ilâhi bir nefha ile düzenlendiği ve büyüklüğün onun kaderi olduğu
inancını doğurur Saddam’da. Bu görevlendirilmişlik düşüncesi zaman
zaman hatalı kararlar almasına yol açan müthiş bir özgüvenin
oluşmasına da dâyelik eder. Toz toprak içinde dünyaya merhaba
Saddam Hüseyin, 28 Nisan 1937 tarihinde, Bağdat’ın yaklaşık 100 km.
kuzeyindeki Tikrit kasabasına bağlı El Avca köyünde dünyaya geldi.
Su, elektrik ve yolun olmadığı; derme çatma gecekondular ve
kulübelerden müteşekkil olan El Avca, adı hırsızlıkla kötüye çıkmış
fakir bir köydü. Köyün gençleri özellikle Dicle Nehri üzerinde
taşımacılık yapan sal ve mavnaları, bunları bulamazlarsa
komşularının tavuk kümeslerini ve yakındaki meyve ve sebze
bahçelerini yağmalarlardı. Bu fakir köyde, fakir bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelen Saddam’ın köyün ahlakî norm yoksunluğundan ne
kadar etkilendiğini bilemeyeceğiz. Ancak her durumda kendisiyle
özdeşleşecek bir köy ve bir aileye sahip olamayacaktı. Bugün
kendisini ‘bütün bir halk, tarih ve zenginlikleriyle Irak’ olarak
görmesinin altında bu çocuklukta doyurulamamış aidiyet hissinin dev
aynasında büyümüş hali yatıyor olsa gerektir. Talih, küçük Saddam’a
vermediği kadar verdiklerini de geri almış, Saddam belki daha ana
karnındayken, belki de doğduktan kısa bir müddet sonra babası
Hüseyin El Macid tarafından terk edilmiştir. Bu terk edişin bir
ölümle mi yoksa bir kaçışla mı gerçekleştiği bilinmiyor. Ancak
ölümün zorakiliğiyle kaçışın tercihiliğini ayırt edemeyen çocuk
hafsalası için her iki ihtimal de aynı sonucu doğurmuş olsa
gerektir: Babanın yokluğundan kendini sorumlu tutma ve her türlü
otorite figürüne karşı duyulan derin nefret... Başına gelen her
türlü sıradışılığı ‘vazifelendirildiği’ yorumuyla karşılayan
Saddam’ın politik gücün basamaklarını tırmanırken Allah’ın
kendisini bir baba otoritesi altında dahi ezmek istemediği gibi bir
inanış geliştirmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Yine de kader bir
öz babanın sağlayacağı otoritenin yerine bir üvey babanın zulmünü
sunmuştur ona. Saddam’ın babasız ve iddialar doğruysa zaten
istemeyerek doğurduğu çocuğunu bir türlü sevemeyen annenin
soğukluğu karşısında mutsuz geçen erken çocukluk günleri, anne
Subha Tulfah’ın uzak akrabası İbrahim Hasan ile evlenmesiyle ayrı
bir eziyete dönüşmüştür. Tarımla uğraşan her toplumda görünen
çocukların erken yaşta ailenin üretim faaliyetlerine katılması
geleneği Saddam tarafından hiçbir zaman kaldırılamamış, tarlaya
gitmekle eve gelen yeni baba arasında kurduğu ilişki her ikisinden
de nefret etmesine yol açmıştır. Saddam’ın daha çocukluk yaşlarında
kurmaya başladığı Irak’ı tarım ve hayvancılıkla uğraşmayan modern
ve zengin bir devlet haline getirme rüyalarının tabanında bu nefret
yatıyor olsa gerektir. Saddam Hüseyin’in kişiliği üzerinde çalışan
uzmanların en fazla üzerinde durdukları zaman dilimi bu zorlu
çocukluk dönemidir. George Washington Ünivesitesi’nden Prof. Dr.
Jerrold M. Post’a göre, yoksulluğun çepeçevre kuşattığı, küfürbaz
üvey baba baskısının had safhada olduğu bu çocukluk dönemi, Saddam
Hüseyin’in bugün acımasız ve krallar gibi yaşama davranışlarını
açıklamaya yardımcı olan unsurların başında geliyor. Harvard
Üniversitesi psikologlarından A.K. Solomon, Saddam fenomenini
ortaya çıkaran ‘mutsuz çocukluk’ günlerini daha da geriye götürüyor
ve ekliyor: “Saddam Hüseyin anne sütü ile beslenmedi. Böylece, anne
ile çocuk arasında yakın temastan neşet eden karşılıklı sevgiden
mahrum kaldı. Saddam’ın acımasızlığının temelinde bu ana sevgisinin
sırlarla dolu kademesinin yokluğunu aramak gerekiyor.” Okumak için
evden kaçış 10 yaşına kadar hiçbir eğitim almamış, okuma ve yazma
bilmeyen bir çocuk olarak yetişen Saddam’ın hayatında ilk önemli
dönüm noktası kuzeni Adnan’ın köye gelişidir. Kuzeninden bir hayli
etkilenen Saddam Hüseyin, kendisinden beklenen bir davranışla bir
gece yarısı ailesini terk eder ve Bağdat’ta oturan dayısı Hayrullah
Tulfah’ın evine sığınır. Saddam’ı etkileyen kuzen Adnan’ın
babasından başka biri değildir Hayrullah. Ve Saddam’a babalık
yapmakla kalmaz aynı zamanda onun zihin yapısını şekillendiren ilk
akıl hocası olur. Bu kuşağın bütün aktif siyasetçileri gibi İngiliz
Manda Yönetimi’ne olan tepkinin bir ifadesi olarak Nazi hayranı
olan Hayrullah askerdir ve 1941 yılında Nazi yanlısı bir darbe
girişiminde yer alması sebebiyle hayatının beş yılını hapiste
geçirmiştir. Hayrullah’ın hapisten yeni çıktığı dönemde himâyesine
aldığı Saddam’ın müşfik dayısının yaşadığı olaylardan ve zihin
yapısından ne kadar etkilendiğini tahmin etmek güç değil. Saddam
Irak’ta iktidara geldikten sonra dayısının, zamanında yazdığı
“Tanrı’nın yaratmak istemediği üç şey: Fârisîler, Yahudiler ve
Sinekler” adlı bir eseri yeniden yayınlatarak bu etkinin
boyutlarını gözler önüne sermiştir. Dayı Hayrullah askerlik
eğitiminin ve ayaklanmacı ruhunun sağladığı bilgi ve heyecanı
aşılar Saddam’a. Saddam tanımadığı babasının yerine büyük büyük
babalarının Irak için can verdiklerine, Irak ulusunun tarihin en
erken dönemlerinden beri büyük kahramanlar çıkardığına inanmaya
başlar. Prof. Jerrold M. Post’a göre, dayısının Arap ulusunun
kahramanlık hikâyelerinden etkilenen Saddam, başından beri bu
ihtişamlı günlerin rüyaları ile dolu bir gençlik yaşamış ve kendini
M.Ö. 586’da Kudüs’ü alan Babil Kralı Buhtünnesar ve 1187 yılında
Haçlıları mağlup ederek Kudüs’ü fetheden Selahaddin gibi
Mezopotamya kahramanlarıyla özdeşleştirmiştir. Saddam’ın asker
dayısından devraldığı başka bir rüyası daha vardı: Askeri okula
girmek. Ama, ortaokulu bitirdiğinde Saddam’ın dereceleri, bir
askerî akademiye girmesi için yeterli olmamıştı. Saddam’ın bugün
dahi favori kıyafeti olan askeri kıyafet ve tabii apoletlerine
takılmış yıldızlar bu tatmin olmamış askerlik arzusunun bir
göstergesidir. Saddam okuluna giremediği askeriyenin başına
başkomutan (!) olmuş, 1976 yılında korgeneral, 1979’da da mareşal
rütbesine çıkarmıştır kendini. Saddam’ın hayatında bu “azını elde
edemediği şeyin tamamını isteme davranışı” sık sık tekrar edecek ve
bu patolojik karakter Irak’ı, kaynaklarını bitiren iki büyük savaşa
sürükleyecektir. Dayı Hayrullah’ın evinde El Avca köyüne kıyasla
müreffeh ancak her doğan yeni çocukla daha da fakirleşen bir hayat
yaşayan küçük Saddam’ın ‘iyi insanların fakir kalması’ karşısında
büyük hülyalar kurmaya başladığını tahmin etmek zor değil. The New
Yorker dergisine konuşan Saddam’ın çocukluk arkadaşı Sâbir Cessîm,
çocuk Saddam’ın büyük rüyalarından şöyle bahseder: “Daha o yaşta
büyük hülyaları olan bir çocuktu Hüseyin. Biz öğretmen olmak
isterdik. O ise Irak’ın fakirliğini ve geri kalmışlığını sona
erdirmekten bahsederdi.” Saddam için ideal model: Nasır Dayı
Hayrullah’ın Saddam’ın rüyalarında dolduracağı yerin de bir sınırı
vardı. Gözü her zaman en yükseklerde olan Saddam dünyayı tanıdıkça
kendisine yeni rol modeller bulacaktı. Arap Dünyası’nın Nasırcı
Pan—Arabizm ile çalkalandığı bu yıllarda sözkonusu rol model de
Cemal Abdünnasır’dan başkası olmayacaktı. Nasır, Dayı Hayrullah’ın
yapmak istediği herşeye kalkışmış, ancak Hayrullah’ın aksine
hepsinde başarılı olmuştu. Bir taraftan İngilizlere karşı
ayaklanmada, diğer taraftan Hür Subaylar Devrimi ile iktidarı ele
geçirmede gösterdiği başarı Nasır’ı Bağdat Sokakları’nın kahramanı
yapmış, Saddam da büyüklüğün aşılması gereken eşiğini Nasır’ın
seviyesine çekmişti. Daha 19 yaşındayken Kral II. Faysal’ı
devirmeye yönelik bir darbe girişiminde yer almasının tek
açıklaması budur: Herkesin hayran olduğu Nasır’dan daha iyisini
yapabilmek. Girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ancak Saddam için
bunun tek anlamı daha iyi hazırlanmak ve hedefini büyütmekti. 1957
yılında 20 yaşındaki bir genç olarak Irak’taki Arap Baas Partisi’ne
bu büyütülmüş hedefini yerine getirmek düşüncesiyle katıldı.
İşlediği ilk cinayet Saddam’ın Baas bünyesindeki birinci yılı
dolmamıştı ki dayısı Hayrullah henüz getirilmiş olduğu Bağdat
Maarif Müdürlüğü’nden Nazi geçmişine binaen atıldı. Hayrullah’ın
geçmişiyle alakalı bilgi Sadun El Tikritî adındaki bir komünist
tarafından sızdırılmıştı ve yaptığı ‘hainliğin’ cezasını Saddam’ın
elinde can vererek ödedi. Dayı ile yeğen bu cinayetten ötürü bir
müddet hapis yattılarsa da delil yetersizliğinden serbest
bırakıldılar. Saddam’ın eli bir defa kana bulanmıştı. Başka bir
insan için yıkım olabilecek bu özelliğini Saddam, yükselişinin
önündeki kapıları açmak için kullanacaktı. O ilk cinayetini
işlediği sene II. Faysal’ı devirerek iktidara gelen General
Abdülkerim Kasım, Baas Partisi ile arasını açmıştı ve Baasçılar
Kasım’ın elimine edilmesine karar vermişlerdi. Oluşturulan beş
kişilik cinayet timinde Saddam Hüseyin de yer almıştı. Saddam’ın
yer aldığı bu ikinci darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı.
Hem de Saddam’ın telaşlanarak silahını erken ateşlemesi sebebiyle.
Çıkan çatışmada General Kasım yaralandı ama bu arada Saddam da
ayağından vurulmuştu. Sürgün yılları başlıyor Saddam’ın yarası
konusunda çeşitli rivayetler var. Kimilerine göre yara ciddiydi.
Bağdat’tan da kaçması gerekiyordu. Sempatik bir doktor devreye
girdi ve güvenli bir evde Saddam’ı tedavi etti. Parti, 1968 yılında
iktidara geldiğinde sözkonusu doktor ödüllendirilecek ve Bağdat
Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne dekan olarak atanacaktır. Irak
kaynaklarının efsane haline getirdiği anlatımda ise Saddam, Dicle
nehri üzerinden kaçarken bacağındaki kurşunu kendisi çıkarmıştı.
Bazıları ise, Saddam’ın suikast sırasında önemli bir görevi
olmadığını, çatışmayı hafif sıyrıklarla atlattığını yazmaktadır.
Öyle ya da böyle Saddam kaçmayı başardı. Bedevi kılığına girdi,
Dicle nehrini yüzerek, çölü de eşek sırtında geçerek Suriye’ye
ulaşmayı başardı. Suriye’deki sürgün günleri çok fazla sürmedi
Saddam’ın. Hukuk okumak için oradan Mısır’a geçti ve Baas
Partisi’nin saflarında yükselmeye başladı. Burada da boş durmayan
Saddam, siyasî faaliyetlerine kaldığı yerden devam etti. Hükümet
bursu ile geçinmeye çalıştı ve 1962 başlarında dayısının kızı
Sacide ile nişanlandı. Saddam’ın Mısır yıllarında CIA ile ilişki
kurduğu yönünde iddialar var. Ancak, bu tür iddialar resmi
biyografilerde yer almıyor. Saddam, iki kez Mısır polisi tarafından
tutuklandı, fakat her ikisinde de serbest bırakıldı. Tutuklanmasına
sebep olan birinci olayda, siyasi görüşü kendisinden farklı bir
Iraklı arkadaşını öldürmeye teşebbüs etmişti Saddam. Diğerinde ise
Baas üyesi bir yoldaşını, elinde bıçakla sokak sokak kovalamıştı.
1961 yılında girdiği Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun
olamadı. Fakat, parti iktidara geldikten sonra (1970) kendisine
Bağdat’ta onursal bir derece takdim edildi. Baas Partisi içinde
yükselen yıldız Saddam Hüseyin, Baas Partisi’nin General Kasım’ı
devirmesinden sonra 1963 yılında Irak’a döndü ve parti yönetimine
seçildi. 26 yaşındaki genci partinin ideoloğu Michel Eflak
Suriye’deki sürgün hayatından beri yakından takip ediyordu. Baas’ı,
dünyanın en mükemmel partisi ilân eden Saddam’a hayrandı ve onu
halefi olarak işaret etmekten de çekinmedi. Parti hiyerarşisinde
basamakları hızla birer ikişer atlıyordu Saddam. Zirveye tırmanışı,
hapishanede sorgu yargıcı ve işkenceci olarak görev yaptığı döneme
rastlar. Saddam sorgu yargıçlığı döneminde öylesine sert bir imaj
edinmişti ki görev yaptığı hapishane bir süre sonra Kasr El Nihâye
(Ölüm Sarayı) olarak nam salmıştı... Saddam’ın yükselişinde önemli
rol oynayan mekanizmalardan bir diğeri de akraba evlilikleriyle
kapalı bir klana dönüşmüş ailesidir. 1963 darbesinde en önemli
rollerden birini oynayan Baas Partisi’nin kudretli ve saygın asker
üyesi General Ahmed Hasan El Bekir, Saddam ile yakın akrabadır.
Bekir’in oğlu Saddam’ın baldızı ile, iki kızı da Saddam’ın
kayınbiraderleri ile evlenmişlerdir. Doğal olarak 1965 yılında,
General Bekir, partinin genel sekreteri olduğunda yardımcısı Saddam
Hüseyin’den başkası olmayacaktır. İktidarı ele geçirdikten 9 ay
sonra Baas Partisi devlet yönetiminden uzaklaştırıldı. Bu
uzaklaştırma politikası, yeni devlet başkanı General Abdülselam
Arif’in, Baas Partisi’nin sivil kanadını tasfiyesi kapsamında
gerçekleştirilmişti. Devlet yönetiminden ayrı kalan Saddam bir
yeraltı örgütü olan ‘Cihaz Hanin’i kurdu. Kafasında yeni bir
suikast planı ve yönetimi devirme fikri vardı. Ancak, yaptığı
planlar tutmadı ve Ekim 1964 tarihinde saklandığı yerde bulunup
tutuklandı. İkinci kez hapse düşüyordu Saddam. Hapishane yıllarında
partinin hataları ve oradan kaçma planları üzerine derin derin
düşünme fırsatı buldu. 1966 yılında hapisten kaçmayı başardı.
İçeride geçirdiği yıllarda bir de kitap yazdı Saddam Hüseyin.
Saddam, Adolf Hitler’in ‘Kavgam’ adlı kitabından mülhem ‘Kavgamız’
adını koymuştu kitabına. Hapishane kaçışı sonrası parti içinde
Cihaz Hanin’i merkeze alan bir güvenlik mekanizması kurdu. Devlet
Başkanı Abdülselam Arif, Nisan 1966 tarihinde şaibeli bir
helikopter kazasında hayatını kaybetti. Başrolde olduğu yıllar
1968’e kadar muhalefette kalan Baas Partisi, bu yılın 17
Temmuz’unda düzenlediği bir darbeyle iktidarı yeniden ele geçirdi
ve bir daha da bırakmadı. Darbenin mimarı General Ahmed Hasan El
Bekir’di. Bağdat’ta denetimi ele geçiren tankların üzerinde tanıdık
bir sima vardı, hem de üzerinde teğmen üniforması olmak üzere
Saddam Hüseyin. Asker olamamış ama bir darbe ile giymeyi çok
arzuladığı üniformasına kavuşmuştu işte. Darbenin ardından Baas
Partisi’nin kurduğu başkanlığında General El Bekir’in bulunduğu
Devrim Komuta Konseyi ülkedeki tek yetkili organ, Saddam Hüseyin de
Konsey’in Başkan Yardımcısı oldu. Saddam bir kez daha El Bekir’in
yardımcısı idi ve kendisine uzmanlık alanı olan iç güvenlik
sorumluluğu verildi. Ailenin biraderleri, yeğenleri, yakın ve uzak
akrabaları sözkonusu güvenlik aygıtının iskeletini oluşturdu. Irak
rejimi, git gide bir aile şirketine dönüşüyordu. Kilit noktalarda
ise daima Hüseyin, Hasan ve El Macit ailelerine mensup kişiler ya
da bunlarla ittifak kurmuş kabilelere bağlı şahıslar bulunuyordu.
Saddam’ı küçük bir çocuk iken himaye eden dayı Hayrullah bile
Bağdat’a belediye başkanı olmuştu. Saddam hızlı ve acımasız biçimde
kendini vazgeçilemez bir adam konumuna sokmayı başarmıştı.
Muhaliflere yönelik şiddetli bir sindirme politikası uygulandı.
Düzinelerce insan kamuya açık alanlarda idam edildi. Bu sindirme
politikasının temelinde 1963 darbesini müteakip 7 ay boyunca akan
kanlardan elde edilmiş bir tecrübe yatıyordu. Baas Partisi, nihâyet
iktidarı ele geçirmişti ve artık bir konuda kesin kanaate sahipti:
Partinin kalıcı olmasının yegâne yolu iktidarı tek elde toplamaktan
geçiyordu. Sadakati ödüllendirme yöntemi Bu amaçla yapılan ilk iş
darbe sırasında hayatî bir rol oynayan ordunun başındaki zatı,
Abdürrezzak El Nayif’i etkisiz hale getirmekti. Bu görev de
Saddam’a düşmüştü tabii ki. Görüşme için çağrılan El Nayif’in
alnına silahını dayadı Saddam ve kendisini görevden aldıklarını,
sürgüne gönderdiklerini tebliğ etti. El Nayif’in uzaklaştırılması
ile parti en güvendiği adamlarını ordu kademelerine yerleştirme
fırsatını elde etmiş oluyordu. Saddam’ın El Nayif’e darbe sırasında
yaptığı katkıların bir karşılığı olarak verdiği ödül sürgün
hayatıydı. Saddam, El Nayif’i sürgünde de rahat bırakmadı ve
öldürülmesini emretti. Bu eylem, Saddam’ın kariyeri boyunca
uyguladığı ve kendisine duyulan sadakati ödüllendirme tarzını
gösteren önemli bir numûnedir. 1968—1979 dönemi, Baas Partisi’nin
iktidarını pekiştirme yılları olarak tanımlanabilir. Bu dönemde,
partiye muhalefet etmenin hiçbir türlüsüne izin verilmeyeceği
fiilen gösterildi. Büyük meydanlarda, halkın da katılımı ile
gösterişli darağaçları kuruldu. 5 Ocak 1969’da casuslukla suçlanan
13’ü Yahudi 17 kişi idam edildi. Aynı yılın şubat ayında Irak’taki
bütün Komünist Parti mensupları hapse atıldı. Baas dışında herhangi
bir siyasî organizasyona katılmanın cezasının ölüm olduğunu
belirleyen bir yasa çıkarıldı. Ocak 1970’te binlerce Şii sınırdışı
edildi. Ayrıca, eski yönetim mensubu ya da sempatizanı yüzlerce
kişiye işkence yapıldı, faili meçhûl cinayetler işlendi. Baas
iktidarının sağlam temeller üzerinde yükselmesinin altında,
1964’ten beri kendi güvenlik mekanizmasını kuran Saddam Hüseyin’in
imzası vardı. Bu mekanizma içinde partinin homojenliğini korumak
için Tikrit kökenli kişilere öncelik veriliyor, üye kabul edilirken
herkes en ince ayrıntılara kadar inceleniyordu. 16 Temmuz 1979
tarihinde General Bekir, sağlık sorunlarını öne sürerek devlet
başkanlığından istifa etti. Bu sırada, Suriye ve Irak tek bir
devlet çatısı altında birleşme çabası içindeydi ve müzakerelerin
ortasına gelinmiş bulunuyordu. Anlaşma metnine göre, birleşik Arap
devletinin cumhurbaşkanı General Bekir oluyor, yardımcılığına ise
Hafız Esad getiriliyordu. Saddam Hüseyin ise üçüncü adamdı.
Yeğeninin rütbesini düşürmeyen Bekir için bu yol, muhtemel bir
helikopter kazasına (!) tercih edilebilecek en iyi yoldu. Bekir’in
istifası üzerine Saddam iktidarı devraldı ve Suriye ile birleşme
hayalleri de suya düşmüş oldu. Bir ipte iki cambaz oynamaz Hafız
Esad’ın, Suriye’deki Baas Partisi’ni denetimi altına almasından
Saddam rahatsız olmuştu. Hatta, 1966 yılında Bağdat’ta yapılan bir
parti toplantısında karşı çıkmıştı Esad’ın liderliğine. Baas
Partisi’nin iki ülke arasındaki bölünme ve rekabeti de bu tarihten
itibaren başladı ve günümüze kadar da devam etti. Bölünme ve
rekabet kaçınılmazdı; çünkü yeryüzünde tek ve en büyük Arap
milliyetçisi bir lider olabilirdi ve kader de onun ismini Saddam
Hüseyin olarak baştan belirlemişti. Irak’ta ipleri tamamen eline
geçiren Saddam Hüseyin, 22 Temmuz 1979 tarihinde Baas Partisi’nin
üst düzey yöneticilerini topladı. Toplantı sırasında aile üyeleri
ve diğer Saddam yandaşları partinin artık ‘temizlenmesi’ gerektiği
yönünde çağrıda bulundular. Saddam üzerinde isimlerin olduğu bir
listeyi okumaya başladı. İsmi okunanlar önce vesayet altına
alındılar, sonra tutuklandılar. Sonradan ortaya çıktı ki, birkaç
gün içinde devrim komuta konseyi üyelerinin yanısıra, aralarında
askerî yetkililer ile başbakan yardımcılarının da olduğu 450 kadar
kişi önce tutuklanmış sonra ortadan kaldırılmıştı. Bu kişiler,
Suriye ile gizli anlaşma yapmak ve vatan hainliği ile suçlanıyordu.
8 Ağustos 1979 tarihinde de benzer bir olay yaşandı ve aralarında
başbakan yardımcısı, Kürt meselelerinden sorumlu bakan, eğitim,
sanayi planlama ve sağlık bakanları ile Saddam’ın özel kalem
müdürünün de bulunduğu 21 kişi idam edildi. Şiddete dayalı bu
‘temizlik’ harekâtı Saddam Hüseyin iktidarının Irak’ta kökleşmesini
sağladı. Kararlarında U—dönüşü yapabilme yeteneği Irak, 1970’li
yılların petrol krizlerinden istifade etmiş, büyük kalkınma hamlesi
yapmış bir ülke olarak 1980’li yıllara giriyordu. Saddam, gücünün
zirvesindeydi. Ülkesi de bölgesel bir güç haline gelmişti. Eylül
1980 tarihinde Saddam, İran’a karşı kendisinin, partisinin ve
ülkesinin gücünün sınırlarını test etmek istedi. Neden İran
sorusunun cevabı basitti, zira aralarında tarihi geçmişi bulunan ve
çözülemeyen sınır anlaşmazlıkları, etnik ve dini gerilimler vardı.
Kurnaz bir devlet adamı olan Saddam, siyasi kararlarında
konjonktüre uygun biçimde sık sık U dönüşü yapabilen bir liderdir.
Bu tür kararlarına en güzel örnek, ihtilaflı Şattü’l Arap su yolunu
İran’a vermesidir. Nisan 1969’da, güçlü Amerikan desteğini arkasına
alan ve askeri gücünün zirvesinde olan İran Şahı, Şattü’l Arab’ın
Irak’a ait bulunduğu 1937 tarihli Irak—İran Sınır Antlaşması’nı
ortadan kaldırmak istedi. Bu amaçla İran gemilerini bir güç
gösterisi olarak bölgeye gönderdiğinde, iki ülke kuvvetleri
arasında silahlı çatışma çıktı ve 1970’te de diplomatik ilişkiler
kesildi. Ancak çok geçmeden 1973 yılında Irak ile İran arasında
diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu. 1975 yılında Cezayir’deki
OPEC Zirvesi sırasında iki ülke arasında bir anlaşma imzalandı.
Cezayir Anlaşması olarak tarihe geçen metne göre, iki ülke
arasındaki sınır Şattü’l Arab su yolunun en derin noktasından
geçecek ve İran, Irak’taki Kürtleri merkezi hükümete karşı
desteklemekten vazgeçip onlara yaptığı yardımı kesecekti. Bu
anlaşma, boyun eğmez Saddam için büyük bir kayıptı. Fakat şimdilik
sineye çekmek zorundaydı. İran’a oynanan diplomasi oyunu Eylül
1979’da, Bağlantısızlar Hareketi’ne bağlı ülkeler Küba’da bir
toplantı yapıyordu. Saddam, toplantıya Irak’ı uzun yıllar BM’de
temsil edecek Salah Ömer El Ali ile birlikte katılmıştı. Birlikte
dolaşırlarken İran’ın yeni dışişleri bakanı ile karşılaşırlar. İki
ülke 4 yıl önce Şattü’l Arap su yolu üzerine bir anlaşma
imzalamıştır. Fakat, İran Şahı’nın kanser tedavisi görmesi,
Ayetullah Humeyni liderliğindeki muhalif hareketin gitgide İran’da
güç kazanması, iki ülke arasındaki tansiyonun, özellikle su yolu
üzerindeki gerilimin yeniden nüksetmesine yol açtı. Her iki ülke de
hâlâ İran’ın kontrolündeki su yolu üzerindeki iki küçük adanın
kendi denetimleri altında olduğunu iddia ediyordu. İran ve Irak
temsilcilerinin gayet olumlu tavırları, Salah Ömer El Ali’de kalıcı
barış umutları uyandırmıştı. Saddam Hüseyin’e habire İran’ın komşu
ülke olmasından, onlarla iyi geçinmenin faziletlerinden, Irak’ın
fakir bir ülke olduğundan, İran’la savaş yerine ülkelerini
kalkındırmak gerektiğinden bahsediyordu. Uzun uzun dinledi Salah’ı
ve bir süre sükût etti Saddam, sonra da patladı: ‘İran’la
sorunlarımızı nasıl çözebileceğimizi düşünüyordun ki?.. İran bizim
nehrimizi ve su yolumuzu kontrol ediyor. Bu problemin böyle
toplantı yapılarak mı çözüleceğini sanıyorsun? Onlar neden bizimle
görüşme ihtiyacı hissediyor, hiç kafanı yordun mu? Çünkü onlar,
şimdi zayıf oldukları için bizimle konuşuyorlar. Güçlü olsalardı
aynı şekilde davranmayacaklardı. Bu bize bir fırsat veriyor Salah,
hem de yüzyılda bir gelecek büyük bir fırsat. Topraklarımızı ve su
yolumuzu yeniden geri alma fırsatı çıktı karşımıza.’ Salah Ömer El
Ali sonunda fark etmişti ki Saddam İran’la oynuyordu ve bütün
hazırlıklarını savaşa göre yapıyordu. Şartlar, Saddam’ın istediği
fırsatı kendisine verdi. 4 Kasım 1979 tarihinde İran’da İslam
Devrimi gerçekleştirildi ve ABD’nin desteklediği Şah iktidarı
devrildi. Salah Ömer El Ali ile Küba’da fikir jimnastiği yapan
Saddam, 17 Eylül 1980 tarihinde kameraların karşısına geçti ve
İran’la 1975 yılında imzalanan anlaşmayı yırtıp attı. Bu bir savaş
ilânı idi ve Irak dört gün sonra İran’a saldırarak 8 yıl sürecek
bir boğuşmayı başlatmış oldu. Sekiz yıllık bir boğuşma İlk
şaşkınlığı üzerinden atan İran, ciddi bir direnişle karşılık verdi
Irak’a. Savaş, Irak’ın baştaki başarılarına rağmen sekiz yıl gibi
uzun bir döneme yayıldı. Yaklaşık 120 bin Iraklı hayatını kaybetti,
300 bini de yaralandı. İran’ın kayıpları daha fazlaydı: 280 bin
ölü, 450 bin yaralı. Savaş boyunca her iki ülke de birbirlerine
karşı kimyasal silah kullandı. Irak, ayrıca kendi ülke
vatandaşlarına karşı da bu silahları kullandı ve Halepçe’de bir
katliam yaşandı. Savaşın iki ülke ekonomisine verdiği toplam zarar
400 milyar dolardan fazlaydı. Savaş sonunda Irak, yaklaşık 70
milyar dolarlık bir borç batağı ile başbaşa kaldı. İran’daki
devrimin yayılmasından endişe duyan ABD ile aralarında İngiltere ve
Fransa’nın olduğu Batılı ülkeler, savaşta Irak’ın yanında yer aldı
ve bu ülkeye silah ve askeri mühimmat temin ettiler. En büyük
destek ise ABD’den geldi. Uzun yıllar askerî ve siyasî müttefiki
olan Şah rejiminin devrilmesinden ciddi rahatsız olan ABD, Irak’a
her türlü maddi ve manevi desteği sağladı. Saddam rejimi ile
istihbarat paylaşımı yaptı. İran’la savaşmaya başlamadan önce Irak,
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın terörizmi destekleyen ülkeler
listesinde yer alıyordu. Ancak, 1982 yılında bu listeden çıkarıldı
Bağdat. Irak’la, 1967 Arap—İsrail savaşı sırasında kesilen
diplomatik ilişkiler de 1984 yılında yeniden canlandırıldı. ABD,
ayrıca Batılı müttefiklerini Irak’a silah ihraç etmeleri konusunda
da teşvik etti. 1985 yılında, iki ülke arasındaki ticarî
ilişkilerin güçlendirilmesi amacıyla ABD—Irak Ticaret Forumu
organize edildi. Mağlup olan bu yolla olur galip Askeri açıdan
kazanımları çok az olan bu savaşın sonunda Saddam, İran’ın
tarafsızlığı karşılığında kazanımlarını bırakmak zorunda kaldı.
Fakat savaş, İran ordusuna ve yeni rejime de büyük zarar verdi.
Tahran merkezli Şii yayılmacılığının önüne Saddam vasıtasıyla
geçilmiş oldu. Bu savaşın tek galibi Saddam Hüseyin’di aslında.
Zira, savaş Irak’a, bir diğer ifade ile Saddam’a bölgedeki en büyük
ve savaş tecrübesi en yüksek ordusunu miras bıraktı. Irak ordusu,
vurucu gücü, scud füzelerinin yanısıra kimyasal ve biyolojik
silahları ile dünyanın 4. büyük ordusuydu artık. Saddam, bu savaşla
birlikte her Arabın gönlünde şanlı Arap duruşunu gösteren bir lider
olarak yer etti. İran’la savaş başladığında Saddam bir Arap
şövalyesi olarak takdim edilmiş, sınır ötesi harekâtı da 637
yılında Müslümanların Sasanileri yendiği Kadisiye savaşına
benzetilmişti. İran—Irak savaşı sırasında Bağdat’taki rejim zaman
zaman zor durumda kalmış olsa da Saddam iktidarını asla kaybetmedi.
Hatta tam tersine 1988 yılında İran’la barış yapıldığı zaman bu
savaş onu eskisinden daha güçlü hale getirdi bile denebilir. İran
savaşının faturası Kuveyt’e Saddam’ın içeride yine de karşılaştığı
zorluklar vardı. İran savaşı ile halkına zenginlik vadetmiş, ama
sekiz yıl sonra savaş sona erdiğinde halkın sırtına borç yükü
binmişti mesela. 1973—1980 yılları arasındaki yüksek petrol
fiyatları, Irak’ta önemli oranda bir refah getirmişti. Oysa şimdi,
bu zenginlik yerini fakirliğe ve borçlara bırakmıştı. Bir çıkış
yolu arayan Saddam, gözünü güneydeki petro—dolar zengini ülkelere
çevirdi. Birleşik Arap Emirliği, Suudi Arabistan ve Kuveyt arasında
tercihini üçüncüsünden yana kullandı. Kuveyt ile savaşmak için bir
bahane de vardı elinde. İlk defa Kral Gazi döneminde dile getirilen
‘Kuveyt üzerindeki haklar’ meselesini gündeme getirdi. Sözkonusu
‘hak’ iddiasını dile getiren diğer bir lider ise 1958 darbesiyle
işbaşına gelen General Kasım’dı. Kasım, Kuveyt’i Irak’ın bir
parçası ilân edip almaya çalışınca İngilizler Anglo—Kuveyt
anlaşması çerçevesinde 6 bin askerini bölgeye gönderip işgali
engellemişlerdi. Basra Körfezi ağzında bulunan ve petrolün nakli
için hayati öneme sahip adalar konusu da Irak ile Kuveyt arasında
tartışma konusuydu. Fakat, ‘iki ada’ krizi olarak adlandırılan
ihtilaf, 1970’li yıllarda İran’a karşı arkasını sağlama alma niyeti
ile bir hâl yoluna sokulmuştu. 1990 yılının başlarında Irak,
ekonomik çöküşün eşiğindeydi. Saddam, ekonomisini kurtarmak için
gayet pratik bir çözüm buldu. OPEC’e üye her Arap ülkesinden 10
milyar dolar istedi. Gerekçesi ise 8 yıl boyunca onları
korumasıydı. Saddam, kendini Körfez bölgesinin jandarması olarak
görüyordu artık. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Saddam’ın teklifi
reddedildi. Çok geçmedi, Saddam ilk krizi çıkardı bile. Kuveyt’i
Irak’ın petrolünü çalmak ve fazla üretim yaparak petrol fiyatının
düşmesine sebep olmakla suçladı. Karşılığında da acilen 204 milyar
dolar istedi. Saddam’ın niyeti belli olmuştu: İran savaşının
faturasını başka bir savaşla çıkaracaktı. Arap tarihinde bir dipnot
olmak istemiyor Saddam’ın, reelpolitik olarak haklı tarafları da
vardı, Kuveyt’i işgal etmesinde. İngiliz sömürge imparatorluğunun
tasfiyesi sonrasında bölgede kurulan hemen her ülkenin denize
çıkışı vardı. Fakat, Irak’ın Basra Körfezi’ne açılan kıyı şeridi,
bu ülkenin büyüklüğü ile ters orantılı olarak çok dar tutulmuştu.
Saddam, Kuveyt’i işgal ederek Basra Körfezi’ne açılan kıyı şeridini
genişletmek ve petrol ihracını daha kolayca yapmak istiyordu.
İkinci sebep ise ekonomikti. Kuveyt’i ana gövdeye entegre ederek
Irak’ın inşası için gerekli malî finansmanı bu ülkenin
petro—dolarları ile sağlamak istiyordu. Üçüncü olarak, Arap birliği
ideolojisini mevcut rejimlerle sağlayamayacağını bildiği için
bölgede yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyuyordu. Zira Saddam, Arap
tarihinde bir dipnot olarak anılmak istemiyordu. Saddam, Ağustos
1990 tarihinde Kuveyt’i işgal etti. Fakat, evdeki hesapta yanlış
olan bir şey vardı. Arap Birliği’ne bağlı ülkeler, Saddam’ın
yanında yer almak yerine ABD önderliğinde kurulan uluslararası
koalisyona destek verdiler. Saddam tek başına kalmıştı. Körfez’deki
kriz, 17 Ocak 1991’de büyük bir savaşa dönüştü. ABD öncülüğünde 33
ülkenin destek verdiği müttefik güçleri Bağdat’ı bombalamaya
başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası, yeryüzünün gördüğü en büyük
ve en ağır bombardıman tam 40 gün devam etti. Müttefik uçakları
Irak üzerinde 110 bin sorti yaptı ve 85 bin patlayıcı bıraktı. Kara
savaşının başladığı 24 Şubat’ın üzerinden bir hafta geçmişti ki
Irak teslim bayrağını çektiğini tüm dünyaya duyurdu. Saddam
Kuveyt’ten çekildi, ancak Irak’ta savaş sonrası yeni yönetim ve
düzen konusunda BM koalisyonunda yer alan ülkeler bir neticeye
varamadı. Meseleye herkes kendi zaviyesinden bakıyordu ve masaya
kendi çıkarlarını koruyacak bir düzenlemeyi dayatmak için
oturuyordu. Saddam sonrasında nasıl bir Irak’la karşılaşacaklarını
bilememek de savaşın galipleri arasında bir tereddüt uyandırdı.
Alınan tek somut karar, Saddam’ı cezalardırmak için alınan ambargo
kararıydı. Fakat, sonradan ortaya çıktı ki bu karar Saddam
rejiminden ziyade halkı cezalandırmaktaydı. Birleşmiş Milletler’e
göre, ambargo yüzünden her ay 5 bin Iraklı çocuk, yetersiz beslenme
ve ilaç kıtlığından dolayı hayata veda ediyordu. Halkına hediyesi:
Kimyasal bomba Bu sırada, bombardıman devam ederken güneydeki
Şiiler ile kuzeydeki Kürtler Saddam rejimine karşı isyan etmek için
kendilerine fırsat çıktığını düşündüler. Fakat 3 Mart 1991
tarihinde ateşkesin sağlanması, Saddam’a içerideki başkaldırıya
müdahale imkanı sağladı. Şiiler ve Kürtler, biraz da ABD ve
müttefiklerine güvenmişlerdi. Ama, umduklarını bulamadılar. Yardım
ulaşmadı kendilerine. Saddam’la başbaşa kalmışlardı yine.
Kuveyt’ten geri çekilen mağlup ordu, güneyde ve kuzeyde aslan
kesildi, isyancıların tepesinde bomba olup patladı. Bu çirkin
savaşta Saddam, kendi halkına kimyasal bomba bile atmaktan
çekinmedi. BM koalisyonunun beklediği olmamıştı. Saddam, hem
dışarıdan hem de içeriden çökertilmeye çalışılmıştı, ama o dimdik
ayakta kalmasını başarmıştı bir kere daha... Dünyada Soğuk Savaş
sona ermişti, fakat ABD ile Irak arasında sıcak temasla başlayan
savaş bir süreliğine yerini soğuk savaşa bırakmıştı. Bu savaşın
unsurları arasında örtülü operasyonlardan Saddam’ı bir saray
darbesi ile devirmeye kadar bir dizi girişim bulunuyordu. Ağustos
1995 tarihinde Irak’tan kaçıp Ürdün’e sığınan iki kızı ve damatları
hakkında ölüm emri verdi Saddam. Sonra da onları affettiğinisöyledi
ve başlarına herhangi bir şey gelmeyeceği konusunda söz verdi.
Kaçaklar Irak’a geri döndü. Saddam, sözünü tutmadı ve damatlarını
öldürdü. Eşi Sacide bu duruma isyan edince ev hapsinde tutulmasına
karar verdi. ABD, 1996’nın ortalarında Saddam’ı devirmeleri
karşılığında isyancı gruplara 100 milyon doları CIA kanalıyla
aktardı. Fakat, plan başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı yılın aralık
ayında Saddam’ın büyük oğlu, istihbarat biriminin merkez binası
yakınlarında bir suikast girişimine maruz kaldı. Eylem sonrası
yüzlerce kişi öldürüldü, binlerce insan tutuklandı, fakat
saldırganların kim ya da kimler olabileceği hakkında bir bilgi elde
edilemedi. CIA: Hâlâ eskisi kadar güçlü Aralık 1997 tarihinde CIA,
Irak ordusunun 1991’deki gücünden çok şey kaybettiğini ve bunun
ancak yarısı kadar bir güce sahip olduğunu, fakat Saddam’ın eskisi
kadar güçlü olduğunu hazırladığı bir raporla yetkililere sundu.
Bunun üzerine Çöl Tilkisi Operasyonu gerçekleştirildi ve Irak’ın
kitle imha silahlarının yer aldığı yerler İngiliz ve Amerikan
uçakları tarafından bombalandı. Bunun üzerine Irak, BM silah
denetçilerinin ortaya koyduğu şartları kabul etti ve denetçilerin
silah üretim merkezlerinde serbestçe inceleme yapmasını kabul etti.
Saddam’ın bir Amerikan uçağına ateş edip düşürmesi sonucu Ocak 1999
tarihinde bombardıman yine başladı. Bu hareketiyle Saddam, hâlâ
ayakta olduğunu gösteriyor ve isminin gereği olarak ABD’ye kafa
tutabildiğini cümle âleme ilan ediyordu. 11 Eylül 2001 tarihinde
New York ve Washington’da gerçekleştirilen terör eylemleri sonucu
gözler önce Üsame bin Ladin’e çevrildi. Afganistan operasyonu ve
Taliban rejiminin devrilmesinden sonra esas hedefin Irak olduğu
anlaşıldı. İran ve Kuzey Kore ile birlikte ‘şer ekseni’ olarak
adlandırılan Irak, eski hesabı kapatmak isteyen George Bush’un oğlu
W. Bush liderliğindeki ABD’nin boy hedefi haline geldi.