Binali Yıldırım döneminin yeni şiarı ve Erdoğan!
Abone olHabertürk gazetesi yazarı Muhsin Kızılkaya, Binali Yıldırım yönetimindeki AK Parti'nin yeni şiarının 'az düşman çok dost' olduğunu yazdı.
Habertürk gazetesi yazarı Muhsin Kızılkaya bugünkü köşesini yeni Başbakan Binali Yıldırım'a ayırdı.
Kızılkaya, "Az düşman, çok dost" başlıklı yazısında Türkiye'de yaşan Kürt sorusununu analiz etti. Kürt sorununda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın alışılagelmiş düzeni bozduğunu yazan Muhsin Kızılkaya'nın yazısının detayları şöyle:
"Güzel laftır, “az düşman, çok dost” lafı...
Başbakan Binali Yıldırım, geçen hafta yaptığı ilk grup konuşmasında kullandığına göre, belli ki şu sıralar “düşmanlarımız çok, dostlarımız az."
Yeni işbaşı yapmış olan yeni hükümetin yeni Başbakanı da, bundan sonraki süreçte “düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını çoğaltacağı”sözünü verdi işe başlar başlamaz.
Umutlu bir vaat!
İnşallah yakın bir zamanda, bütün uzak yakın komşularımızla “güneşle ayçiçeğin dostluğuna” benzer bir dostluk gelişir aramızda.
Çünkü laf atalarımızdan yadigârdır bize, “Dost bin ise azdır, düşman bir ise çoktur” diye...
***
“Dostlarımız ne zaman azaldı, düşmanlarımız ne zaman çoğaldı” dersiniz...
Birazcık hafızanızı zorlayın, bu sorunun cevabını bulmaya çalışın.
Siz düşüne dururken ben düşündüklerimi size anlatayım. Bana göre fazla geriye gitmenize gerek yok. Öyle derin derin tefekküre dalıp “iflas eden dış politikamız”, “Şam’da namaz kılmak” falan gibi hazır malzemeye de başvurmayın. Bu sorunun cevabı ne yazık ki bu malzemenin içinde gizli değil.
Bu ülkenin dış politikası Suriye iç savaşıyla oluşturulmuş değil. Dolayısıyla Suriye hadisesi her şeyin başı değil. Yani kendimizi aniden “değerli yalnızlığın” içinde bulmamızın tarihi öyle eski bir tarih değil ve sebebi kesinlikle “dış politikayla” alakalı değil.
Hemen heyecanlanıp yakın zamandan bir günah keçisi arayıp, sonra da o keçiyi bulmanın sevincine kapılmayın. Çünkü öyle bir keçi yok.
Ama ille bir suçlu arayacaksanız, ta Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına gitmek zorundasınız.
Ve bu yolculukta karşınıza bir günah keçisi değil, basbayağı günahkâr bir ideoloji çıkacak.
Evet bu günahkâr ideoloji, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başımıza Kürt meselesini musallat eden ideolojidir. Yani aslında koca bir Cumhuriyet tarihi, o ideolojinin pisliğini örtme tarihidir. Birileri, üzerinde oturduğu halde hiç ona bulaşmak istemedi. O yükü silahlı güçlerin sırt çantasına koydu, kendileri daha az riskli işlerle uğraştı.
Arada bir bazıları askerin sırtındaki o mühimmat çantasının ağzını açıp malzemeden az biraz almak, o yükü hafifletmek istedi, anında zılgıtı yedi, o zılgıttan sonra da hazır ola geçip bir daha üstüne vazife olmayan işlere kalkışmama sözünü verdi.
***
Ama Recep Tayyip Erdoğan bu kuralı bozdu.
O mühimmat çantasını askerin sırtından almak istedi.
O yük bir yere götürülecekse -ki götürülecek bir yük değildi- çantadan çıkarıp, hepimizin sırtına eşit miktarda dağıtıp, sorumluluğu hepimize yükleyip bütün o malzemeyi kendi içimizde eritme görevini üstlendi.
İçerisini ikna etmek nispeten kolaydı.
Asıl iş meseleyi dışarıya anlatmaktı. Çünkü bizim Kürt sorunumuz sadece bizim değil, yakın komşularımızın, hatta bütün bir Ortadoğu’nun sorunuydu. Ve şimdiye kadar hiçbir komşumuz, -tıpkı eskinin ceberut Türk devleti gibi- bu sorunu “demokratik yollarla” halletmeye girişmemişti.
***
Recep Tayyip Erdoğan işe kendi devletinden başladı. Kürtleri önce kendi ceberut devletinin zulmünden kurtardı. Komşular baktılar ki rüzgâr onları da önüne katacak; kendileri gibi düşünen, aynı inancın suyuyla yıkanmış, aynı İttihatçı ve Baasçı gelenekten gelmiş sözüm ona “Kürtlerin ulusal kurtuluşçularını” da yanlarına alarak bunun önüne geçmeye çalıştılar.
İşte tam o sırada dostlarımız gittikçe azalmaya, düşmanlarımız gittikçe çoğalmaya başladı.
İçerideki Gezi kalkışması, Erdoğan’ın Kürt meselesini barışçı yollarla halletme girişimini engelleme kalkışmasıydı.
Barış görüşmeleri sürerken, şehirlere silah stoklarının yapılması yine bunu engelleme çabasının bir tezahürüydü.
Suriye’de ılımlı muhalefeti yok edip sadece Baasçı Kürtlere ve Araplara yol verilmesi bunun önüne geçme girişimiydi.
İran’da her gün rejim muhalifi onlarca Kürt vinçlere asılırken, aynı devletin PKK’yı koruyup kollaması bu hamlenin önüne geçmek içindir.
***
Cumhuriyet tarihi boyunca ceberut devletin Kürtlere yaptığı bütün zulmün acısını, tarihte ilk defa Kürt kimliğini kabul edip onların insani haklarının önemli bir kısmını kendilerine iade etmiş olan Erdoğan’ın sırtına yüklemek ve bütün o acının intikamını ondan almaya çalışmak onun komşulara da örnek olabilecek o“demokratik manevrasını” boşa çıkarmak çabasından başka bir şey değildi.
Bunu bir nebze başardılar da.
Hiçbir girişimde başarılı olamayınca en sonunda Türkiye’nin üzerine “çoluk çocuk” saldılar.
***
Bütün o girişimler şu sıralar gelip içerde halkın iradesine çarptı.
Kürtler, onların hiçbirisine itibar etmedi.
Devletin “demokratik sabrı”, Kürtlerin sağduyusuyla birleşti, “düşmanlar” ağır bir hayal kırıklığı yaşıyor şu sıralar.
***
Evet, dostluğun başı, düşmanlığın sonu yoktur.
“Az düşman, çok dost” temel şiarımız olmalı...