20. yüzyılda kadın hareketlerinde en etkili olan yazar,
Simone de Beauvoir’dı kuşkusuz.
Kadın ’’İkinci Cins’’ adlı yapıtı Fransa’da
oldukça ilgi görmüştü.
Bu kadar ilgi görmesinin nedeni erkeğe ve kadına insanlığın
önünde bir ayna tutması olarak yorumlanır.
’’Toplumun kadına hazırladığı yazgı genel olarak
evliliktir’’ der, Beauvoir.
Kadının tarih sürecinde toplumsal konumu o kadar belirgindir ki,
bunları anlatmak ve örneklemeler vermek, bir aşamadan sonra
birbirini yineleyen söz yığınlarına dönüşmektedir.
Günümüzde de görüyoruz ki, köleci düzenlerden bugünkü kapitalist
toplumlara gelinceye kadar geçen binlerce yıllık süreçte kadının
toplumsal konumundaki değişim sanıldığından daha korkunçtur.
Roller büyük ölçüde hep aynı kalırken belki dekorlarda küçük
değişiklikler olmuştur.
Bugün yaşanan özgür ve marjinal evlilikleri bir kenara koyarsak,
kadının binlerce yıllık süreçte toplumsal rolünün yerinde
sayıklamasının birinci nedeninin de kadının ta kendisi olduğunu
görüyoruz.
Kabulleniş/cesaretsizlik/korku/toplumsal baskı/ekonomik
özgürlük.
İşte kabullenen bir kadının penceresi yukarıdaki terimler…
Geçmişten günümüze, özellikle ülkemizde kadın o kadar çaresiz ve
olduğu yerde o derece saymaktadır ki Ayşe Arman’ın 12
Ağustos 2012 tarihli, ’’Erkekler…Artık sevgilinizi nafaka
ödemeden terk edemeyeceksiniz’’ başlıklı yazısını
okuduğunuz da buna bir kez daha tanıklık edeceksiniz. Arman’ın bir
kadınla yaptığı röportajda, kadının aynı hataları
tekrarlamasının ardından kabusa dönen hayat hikayesini
göreceksiniz.
Arman’ın röportajını okurken, neye sevineceğimi, neye
şaşıracağımı, neye üzüleceğimi dahi algılamakta zorlandım.
Ankara’da bir kadın, evli/işadamı sevgilisine şiddet gördüğü
iddiasıyla dava açıyor. Mağdur kadın hem koruma altına alınıyor,
hem de aylık 1500 Lira nafaka kazanıyor. Evli olmayan kadının
lehine verilen karar 8 Mart’da çıkan aile içi şiddetin önlenmesi
kanununa dayanılarak alınmış.
Evli adamla yaşadığı ilişki boyunca , kadının başına gelenlerin,
tabiri caizse ’’pişmiş tavuğun’’ başına
gelmediğine şahit olacaksınız. Bu hikayeler ve dozları ne ilk ne de
son.
Ama, bir kadının, üst üste hamile kalıp, sevgilisinin
’’aldıracaksın’’ emrine ziyadesiyle uyması,
intihara kalkıştığı bir anda bu adam tarafından tecavüze uğraması,
fiziksel şiddet görmesi, karnında yine down sendromlu çocuğunu
taşırken terk edilmesi ve bu olaylar zinciri…
Şimdilerde bu evli adamın kadıncağızı terk etmesinin
ardından yeni bir sevgili ile yola devam etmesi, korku
filmlerinde bitti sandığımız bir kabusun devam edecek olduğunu
anlamamızla eşdeğer değil mi?
Röportajı okuduğumda daha öncelerde de buna benzer hayat
hikayelerini dinlediğimdeki halet-i ruhiyeye büründüm. Yaşadıkları
çok ağırdı ama tüm bunlara rağmen ’’sevgi’’
sözcüğünün sahtekar kıskacında debeleniyordu, sevdiğine
inanıyordu. Röportajda sevip/sevildiğini belirtiyordu.
Belki de tamamen adamın zengin olması ve kadınların zengin koca
tutkusu (evli de olsa) onu bu kabusa itelemişti.
Sebep her ne olursa olsun, Beauvoir’ın 20. Yüzyılda söylediği
gibi ’’Toplumun kadına hazırladığı yazgı genel olarak
evlilik’’ değildir.
Kanımca evliliğin de hükmü kalmamıştır günümüzde. Evli
olmayan bir kadının sevgilisinden nafaka alabilmesi kararı çok da
sevinilecek bir durum değildir.
Elbette haklı hakkını alacaktır ama buradaki hikayede ve birçok
buna benzer hikayelerde kadınlar bile bile lades
yapmaktadırlar.
Evliliğin ciddiyetini ve bugünkü hükmünü bozan da zaten, artık
kadınların kolaylıkla nikahsız ikinci/üçüncü olmayı kabul
etmeleridir.