Yargı dizisindeki rolüyle adından sıkça söz ettiren Uğur Aslan şimdilerde Afara programıyla hayranlarıyla buluşuyor. Aslan, Hürriyet'ten Hakan Gence'ye çarpıcı açıklamalarda ve itiraflarda bulundu.* 50 yaşındasın, ‘Yargı’yla başlayan ilgi, ardından ‘Afara’ ile sahnelerde ve şimdi televizyon programıyla devam ediyor. Hayatın birden değişti diyebilir miyiz?Aslında benim ritmimde bir değişiklik yok, rutinine devam eden bir adamım. Tabii etrafımda bir sürü değişiklik oluyor. Onu da izleyicinin ilgisinden, sokaktaki vatandaşın tepkisinden anlayabiliyorum ama daha evvel bir röportajda da anlattığım bir şey vardı, insan aslında yaşadıklarının toplamı. Bir gün, o heybeye topladıklarınızı hayat bir şekilde getirip karşınıza koyuyor. Bunun zamanlamasını ayarlamak sizin tasarrufunuzda değil. Dolayısıyla 50 yaşında olması sürpriz değil ama “Bekliyor muydun Uğur” desen, beklemiyordum.* Aslında tanınıyordun ama boommm! Bu sene tam anlamıyla şöhret oldun. Şöhret için geç kaldığını düşünüyor musun?Yok hiç öyle bir endişem. 30’umdayken gelseydi de doğru olacağını bilmiyordum ki. Tersinden bakarsak, belki o zaman benim için çok daha hasarlı bir sürece sebep olabilecekti. Ben şimdi daha sakin karşılıyorum, 50 yaşın getirdiği olgunluk içinde onu eritip tartıyorum. * Sokakta insanların tepkileri nasıl?Bazen enteresan tepkilerle karşılaşıyorum (gülüyor). Ne yapacağımı ben de bilmiyorum o zaman.* Ne gibi?Toplu taşımayı çok kullanan biriyim. Marmaray, metrobüs... Zaman çok değerli benim için. Suadiye’de oturuyorum. Bir gün Marmaray’dan indim, bir hanımefendi grubu, 7-8 kişi, alkışlamaya başladılar beni. Ne yapacağımı şaşırdım. Hayatımda hiç böyle bir iltifatla karşı karşıya kalmamıştım. Yoğun ilgi var, evet ama o ilgide de ben kimseyi kırmamaya çalışıyorum. * Peki, hiç havalanmadın mı? Mesela sabah aynaya baktığında “Ooo neler oldu bana” falan diyor musun?Yok yok, olur mu öyle şey? Şan şöhret falan bilmiyorum ben, üç çocuklu bir babayım, bir eşim, ailem var, ev dışında doğru dürüst bir hayatım yok.* Kadınların ilgisi de artmıştır herhalde. Eşin kıskanıyor mu?Bu sanki Sema’ya (Ergenekon) sormanız gereken bir şey gibi. Ama kendisi bana hiçbir şey hissettirmedi. Tabii özünde kıskanç bir kadın. Onu rahatsız edecek bir şeye tanıklık ederse mutlaka bana yoğun şekilde hissettirir. Demek ki öyle bir şey yaşamadı diye tahmin ediyorum (gülüyor). Afara benim lakabım* Yeni program ‘Afara’ Kanal D’de başladı. İzlemeyenler için programın içeriğini nasıl anlatırsın?Aslında çok çetrefil bir şey yapmıyoruz. Bizim kreatif ekipteki arkadaşlarla toplantı yaparken de içeriğine dair “Çok bir şey iddiaetmeye gerek yok. Sıcak, samimi bir sohbet olsun. Biraz şarkı, türkü de söyleriz” dedik. Hani öğrenci evleri vardır ya da aile eşrafı toplanır, neşeli bir sohbet ettikten sonra bir-iki tane şarkı, türkü söylenir ya, biraz öyle kurgulayalım istedik. Biraz da sokaktaki insanların hayata dair nabzını yoklarız VTR’lerle falan.* Konukların oluyor. Onlarda aradığın özellikler var mı?Bizim hikâyemiz insan hikâyesi. Birinci programda nispeten bunu hissettirdik, geri dönüşler öyleydi. Ben insanları ambalajından sebep bir yere koyan bir adam değilim. Karşımdaki insanın hikâyesi daha çok ilgimi çeker. Kapımız herkese açık yani. *Talk show denince akla Beyaz ya da Okan Bayülgen geliyor. Senden bir Beyaz ya da Okan çıkar mı?Hiç öyle bir iddiam yok. Zaten onlar duayen, çok ustalar, onlarla kendimi mukayese edemem. Benim yaptığım da öyle bir şey değil, ben sadece sohbet edip şarkı, türkü söyleyen bir adam olarak anılmak istiyorum. Oralardan tartınca büyük gol yerim, ellerine su dökemem.* Afara ne demek?Son hasat demek. Bizim Amik Ovası’nda pamuk üç hasat yapılır, son çıkan hasada da ‘afara’ denir. Afara aynı zamanda benim de lakabım. * Neden?Çünkü dokuz çocuklu bir ailenin en küçüğüyüm. Afara oradan geliyor. * Eşin birçok önemli dizide imzası olan senarist Sema Ergenekon. Onunla nasıl tanıştınız?1999’da Üniversite birinci sınıfta. Hayatı da birbirimizi de beraber büyüttük Sema’yla.* O zamanlar senaryo yazıyor muydu Sema Hanım?Radyoda, reklam ajansında çalışıyor, metin yazarlığı yapıyor, bir yandan da okulla ilgileniyordu. Ben de barda şarkıcılık yapıyordum. İkimiz de hem okuyup hem çalışarak hayatı sürdürüyorduk. Sonra Sema dizi yazmaya karar verdi. Hayatımızı ona göre şekle soktuk. Mesela ‘Gümüş’, o dönem birlikte çalıştığı eski ortağıyla yazdığı ilk iştir. Kayınpederimin 1 GB Mac bilgisayarı vardı, onu krediyle almıştı. Babadan yadigâr bir bilgisayarda yazılmıştı o dizi. Neden bilmiyorum, acayip etkiler bu beni. Bütün hikâye bir öğrenci evinde başladı.* İstanbul maceranız ‘Gümüş’le başladı o zaman?Evet, Sema İstanbul’a geldi, ben o dönem askere gittim. * Günümüzde uzun süreli ilişkilere hasretiz. Sizin 20 yılı aşkın birlikteliğiniz var. Aşk devam ediyor mu?Ediyor, niye devam etmesin? * Aşkın ömrü üç yıl gibi klişeler vardır ya...Rahmetli babamın çok güzel bir lafı vardı: “İki tavşanın peşinden koşan avcı, akşam evde tarhana çorbası içer.” İnsan açgözlülüğünü eğer onarmazsa, sadece ilişkilerinde değil, her konuda doyumsuzluğunun bedelini öder. Biz Sema ile iki âşık, sevgili olmazdan evvel çok iyi iki arkadaşız. Bizi ayakta tutan şey gün içinde yaşayıp heybelerimize koyduğumuz her şeyi oturduğumuzda birbirimize dökebilme hünerimiz.* ‘Yargı’da Sema Hanım yazıyor, sen oynuyorsun. Senaryoda eşine torpil yapar mı? Kocamın sahnelerini çoğaltayım gibi...Sıfır. Ben çok uzun süredir Sema’nın işlerinde çalışıyorum. Daha önce onu kırmaya çalışmıştım. Şundan sebep; bir bakıyorum sosyal medyada, orada, burada “Karısının yazdığı dizide oynuyor” diyorlar. Sonra dedim ki ben doktor değilim ki, oyunculuk mezunu bir adamım, fena da bir oyuncu değilim. Ay Yapım gibi bir kurum bana Sema’nın işinde yer veriyorsa bedavadan vermiyor yani. Geleyim soruna... Sema işinde titiz ve çok disiplinlidir. Temel kuralları vardır, özne her zaman yazdığı hikâyedir. “Ben Uğur Aslan’ı, Kaan Urgancıoğlu’nu yazmıyorum. Ilgaz’ı, Eren’i yazıyorum” der. Dolayısıyla Eren ya da Ilgaz’a ne kadar ihtiyaç duyarsa o hikâye öznesi özelinde o kadar yazar. Hikâyede Eren’le işi kalmasın, kapının önüne koyar ama doğrusu da bu.* Çocuklarınız Şems 10, Alya 12, Asya 15 yaşında. Nasıl bir babasın? Sert, otoriter...Disiplinli miyim, çok değilim ya, çocuklarıma karşı çabuk gevşeyen bir adamım. Kızım Alya bir gün “Çok eğlenceli bir babasın” demişti. “Neden” dedim. “Mesela pamuk şeker istiyorum, annemle olsaydık ‘Ye kızım ye, seni bir anne olarak ellerimle zehirleyeyim, ye kızım ye’ derdi. Ama sen ‘Ye kızım ye, tadını çıkaralım oohh...’ diyorsun” demişti. Gerçekten öyle. Ama köşelerim de var tabii.* Aldığın en büyük hayat dersi neydi?Sanırım Sema’nın geçirdiği hastalık süreciydi. Bizim için o ana kadar hayata dair içinde bulunduğumuz o yersiz mücadelenin, büyük gayretlerin, çabaların toplamından arındığımız bir dönemdir. Hayatın ne kadar kıymetli, ne kadar özel olduğunu anlamaya başladığımız andı. Oradan sonra artık hayatı tamamen akışına bırakmaya karar verdik.* ‘Yargı’ sadece adalet sisteminden değil, insanların iç adaletinden de bahsediyor. Sen adil bir insan mısındır?Elimden geldiğince adil olmaya çalışan biriyim. Şüphesiz kusursuz bir varlık değiliz, hepimiz insanız en nihayetinde. Bir yerde iyi bir şey yaparken o iyi şey, bazen birinin kötü durumuna sebep oluyordur. Ama tüm bunları tartarak yapamazsınız. Adil olmaya çalışıyorum. Kişinin kendi mıntıka temizliği vardır. Her şeyin kendi alanını temizlemekten başladığına inanıyorum. Çünkü insan kendini iyileştirdikçe başkasını iyileştirmeye başlıyor. Birbirimizi anlamaya başladığımız an itibariyle adalet de doğru inşa edilmiş oluyor. İnsan kendi adaletini yaratmaya başladığında her şeye adil bakmaya başlıyor.* Peki, namı diğer ‘Afara’ Uğur’un hayatına inersek... Her şey Hatay’da başlıyor değil mi?Aynen, dokuz kardeşin en küçüğüyüm. İki ablam, altı abim var. * Nasıldı bu kadar çok abi-ablayla büyümek?En büyük abimle benim aramda yaş olarak çok ciddi fark var. Onlar evlenmişlerdi, kendi hayatlarını kurmuşlardı. Ama bayramlarımız çok şenlikliydi. Bir araya gelmemize sebep olacak hangi gün varsa, hep birlikteydik. Dokuz kardeş, 30-35 yeğen, yengemler... İnanılmaz kalabalık ve neşeli bir aileydik.* Baban kâhyaymış. Neler hatırlıyorsun ona dair?Evet, kâhya ve çiftçiydi. Ona dair ilk hatırladığım şey, sekiz köşe kasketi. * Ne demek o?Annem, babam ve ben, hiç üç kişi Yemek yediğimizi hatırlamam. Ne zaman sofra kurulsa, babam o sekiz köşe kasketi alıp sallıyordu. Ovadan geçen sofraya gelirdi, hep kalabalıktı o sofra. Babamla ilgili en net hatırladığım kare bu, anamla ilgili de lastik pabuçları... Sırtıma çok yediğim için. Anne terliği yani...* Kaç yaşında ayrıldın evden?Okumamı çok istedi babam ama en yakın köy okulu bile uzaktı. Bir de ovada kışları zordu, yağmur yağdığında sel oluyordu, dolayısıyla ulaşım imkânı yoktu. En temiz çözümün yatılı okul olacağına karar verdiler, 7 yaşından 15 yaşına kadar devlet parasız yatılı okulunda, Reyhanlı ilçesinde okudum. *Onlara bu tercihlerinden dolayı kırıldığın oldu mu?Yüklenebileceğin insanlar değillerdi ki; gerçekten koşulları çok ağırdı. Çok fakir bir aileydik ama para pul babamın umurunda değildi. İnanılmaz eğlenceli bir aileydik, yani yokluğun bile neşesini yaşardık, o sevginin içinde büyüdüğüm için onlara bununla ilgili bir fatura kesmek hiç aklıma gelmedi.*Ankara’da üniversite kazandın ve hayatın değişti mi?Arada bir dönemim var aslında. Ekonomik olarak imkânsızlıklar içinde, iş kovalıyoruz... Bir taraftan amatör tiyatro yapıyorum. Paraya ihtiyacım oluyor, gencim, çalışmam gerekiyor. O dönem Turizm bölgeleri çok popüler, oralara gidip komilik, garsonluk yapıyordum. En son yaptığım,en popüler işim faytonculuktu. Çok da güzel para kazandım o işten ya.* Okurken mi yapıyordun bu işleri?Lise bittikten sonra. Rahmetli oldu, bir arkadaşım vardı, Mehmet Yurdal. O dönem Ankara Üniversitesi Dil Tarih’te, tiyatro bölümünde okuyordu. “Yetenekli adamsın, amatör olarak yapıyorsun ama bu işin akademik eğitimini almalısın” derdi hep. Ankara’ya gitmek bir maliyet, benim de öyle bir bütçem yok. Dolayısıyla o turizm sektöründe çalışıp biriktirdiğim paralarla Ankara’ya gittim. Sınavlara girmeye başladım, dördüncü yılımda kazandım. Her sene beni mülakatta elediler (gülüyor). O dönem müzik yapmaya başladım Ankara’da. Dördüncü sene mülakata girdiğimde bölüm başkanımız “Yine mi sen” dedi, ben de “Diplomayı almaya geldim” dedim. Okula girdiğim zaman da okulun yaşça en büyüğüydüm.* Anne-baban hayatta mı?Değiller, çok oldu onları kaybedeli. *“Yokluk çeken bir aileydik” dedin. Senin para kazandığını gördüler mi?O benim en buruk tarafımdır. Bugünümü görüp tanıklık etmelerini çok isterdim. Ama Ankara’ya gelmişlerdi. Üniversitedeydim, babamın rahatsızlığı iyice kendini hissettirmeye başlamıştı, 2001-2002 yılları... Eve girdiler, ben artık para kazanabildiğim için beyaz eşya almıştım. Gerçi hepsi Saman Pazarı’ndan, ikinci ve üçüncü eldi ama anamın ve babamın onları sevdiğini hatırlıyorum çünkü bizim evde yoktu, bütün işi annem görüyordu. Dediğim gibi, beni en çok vuran şeylerden biri, onların sahip olduğum her türlü konfora dokunamamış olmaları, bu beni biraz yaralıyor.*Aldığın en büyük hayat dersi neydi?Sanırım Sema’nın geçirdiği hastalık süreciydi. Bizim için o ana kadar hayata dair içinde bulunduğumuz o yersiz mücadelenin, büyük gayretlerin, çabaların toplamından arındığımız bir dönemdir. Hayatın ne kadar kıymetli, ne kadar özel olduğunu anlamaya başladığımız andı. Oradan sonra artık hayatı tamamen akışına bırakmaya karar verdik.* ‘Yargı’ sadece adalet sisteminden değil, insanların iç adaletinden de bahsediyor. Sen adil bir insan mısındır?Elimden geldiğince adil olmaya çalışan biriyim. Şüphesiz kusursuz bir varlık değiliz, hepimiz insanız en nihayetinde. Bir yerde iyi bir şey yaparken o iyi şey, bazen birinin kötü durumuna sebep oluyordur. Ama tüm bunları tartarak yapamazsınız. Adil olmaya çalışıyorum. Kişinin kendi mıntıka temizliği vardır. Her şeyin kendi alanını temizlemekten başladığına inanıyorum. Çünkü insan kendini iyileştirdikçe başkasını iyileştirmeye başlıyor. Birbirimizi anlamaya başladığımız an itibariyle adalet de doğru inşa edilmiş oluyor. İnsan kendi adaletini yaratmaya başladığında her şeye adil bakmaya başlıyor.