Bekir Coşkun'dan, Gül'e salvo!.

Fikri AKYÜZ fikri@internethaber.com

Türkiye’de aklıselim sahibi bir hükümet ile yine sağduyu sahibi bir ordu üst düzey komuta kademesinin mevcut olması, hem Türkiye hem de dünya barışı için büyük bir şans oluşturuyor..

Dış politika esaslarının “duygu”ya değil, “akıl”a dayandığı gerçeğini herkes takdir eder ama ne yazık ki herkes akıl ile hareket edemez..

Edemez; çünkü ya “akıl” yoktur ya da duygu terazide akla ağır basar..

Şimdi oturup düşünelim:

Türkiye, Kerkük’e müdahale edecek idiyse, tezkereye niçin hayır dedi?

Tezkereye haklı olarak hayır denildiğine göre, Kerkük’e müdahale haklı olsa bile gerçekçi bir politikanın ürünü müdür?

Sıcak çatışmaya ABD’ye rağmen girilmesi, Enver Paşacılık değilse nedir?

Madem ki Kerkük’e müdahale edilmesi gerçekçi değil, o halde neden müdahaleden bahsedilsin?

İşte bu son soru, işin esasını teşkil ediyor..

İşte bu son soru, “diplomasi” denilen o mantalitenin nirengi noktasını oluşturuyor..

Başbakan Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ’un söyledikleri işte bu “sağlıklı” mantığın tezahürüdür..

Nedir o mantık?

Sıcak çatışma gerçekçi değildir; ama sıcak çatışma olabileceğine dair “deklarasyonda” bulunulması gerçekçi bir yaklaşımdır; çünkü diplomasi esas itibariyle bunun için icat edilmiştir..

“Vuracağım..” demek “hamaset” ise, “dikkatli olunuz, yoksa bu güvenlik sorunu oluşturur” demek “diplomasi” sanatıdır..

“O yüzden Türkiye şanslı bir ülkedir” diye yazdım..

Adı geçen üç ismin de ne kadar vatansever olduklarını tahmin edebiliyorum; daha doğrusu vatansever olduklarını bugüne kadar sarf ettikleri sözlerden dolayı biliyorum..

Ama "vatanseverlik" duygusu, "mantık" denilen olgu ile hemhal olmadıkça ortaya çıkacak olan tablo bir Vietnam, bir Irak, bir Sarıkamış trajedisinden başka bir şey değildir..

Bu üç ismin beyanları, vatanseverliği mantık örgüsüyle bütünleştiren ve örtüştüren bir anlayışın keskin örnekleridir..

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Irak’ın Kuzey’indeki demografik yapının değiştirilmesini de kapsayan bir Irak seçim sath-ı mailinin vahametine ilişkin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Koffi Annan’a mektup yazması ve 20 Ocak.2005 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğinin “resmi belgesi” haline gelmesi ciddi bir başarıdır..

İddia ediyorum; şu anda dünyada Türkiye Cumhuriyeti kadar hiçbir ülke, bu denli başarılı bir “Dışişleri” politikasına sahip değildir..

Masanızın üstüne bir dünya küresi koyunuz ve bakınız; hiçbir ülke Türkiye kadar, “birbirinin düşmanı” iki ülke ile yakın ilişkiler kuracak kadar bir başarıya sahip değildir..

Bir ülke düşününüz ki hem ABD hem Suriye ile; hem Ermenistan hem Rusya ile; hem İran hem İsrail ile; hem Yunanistan hem Bulgaristan ile; hem Almanya, İngiltere, Fransa hem İtaya,İspanya ile iyi ilişkiler kurmayı başarabilmiştir..

Muhakkak ki tüm bunlar son iki buçuk yıl içinde gerçekleşmedi ama teslim etmek gerekir ki, Türkiye’nin bir “dünya devleti” haline gelmesini sağlayan bir yönetim kadrosunun işbaşında olduğu son iki buçuk yıl, bu muazzam atağı sağlayan yıllar olmuştur..

Eğer kötüniyetli bir yaklaşım içinde iseniz; “bunlar ekonomiyi IMF’ye, dış politikasını AB’ye, güvenliğini ABD’ye teslim etmiştir” dersiniz..

Ancak “gerçekçi” iseniz, iktisadi açıdan yerlerde sürünen bir ülkeyi IMF yardımı almadan ayağa kaldırmanın mümkün olmadığını görürsünüz..

Madem, IMF Türkiye’yi bitirmek istiyor, bitiren adam size niye para versin?

Bitirmek isteyen adam, tam tersine can çekişen bir adama su ya da ilaç mı verir yoksa “bırak ölsün” mü der?

Bunun gibi, yine “gerçekçi” iseniz, ABD’nin hiçbir zaman ama hiçbir zaman Türkiye gibi bir ülkenin istikrarının bozulmasını arzu etmeyeceğini bilirsiniz..

Bununla beraber Türkiye’nin de ABD gibi bir büyük ülke ile ilişkisinin bozulmasının reel politika ilkesine tamamen ters olduğunu da bilirsiniz..

ABD desteği olmadan ne AB üyeliğinin ne de Kıbrıs sorununun çözümünün mümkün olmadığını söylemek, ABD’ye teslim olmak anlamını mı taşır?

Bunu söylemek, ABD’nin hele şu dönemde “azgın bir boğa” gibi saldıran bir ülke olmadığını deklare etmek değildir ki?

O nedenle; hamaset, kuru edebiyat, antivizyoner tutum sergilemek Türkiye gibi bir ülkeye yakışmadığı gibi, bu tarz bir politik ve diplomatik söylem Türkiye’nin hem bugünü hem de yarını için tehlikeli bir tavır içeren bir “üslupsuzluk” örneği teşkil eder..

Herkesle kavga etmek, benim milliyetçi duygularımı yüceltmediği gibi, herkesle karşılıklı ülke yararına dayalı menfaat temini noktasında girişimde bulunmak benim “milli duygularımı” daha da yüceltir..

Dış politika, cesur adamların işidir..

O nedenle Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, Yahudi soykırımı nedeniyle, Auschwitz’te kurbanların anısına mum yakan “tek İslam dünyası temsilcisi” sıfatıyla söylediği şu sözler hem çok doğrudur hem de çok anlamlıdır:

“ Türkiye, geçmişiyle yüzleşmekten korkmuyor; yeter ki gerçekler saptırılmasın..Türkiye, zulüm noktasında tasada, kıvançta, sevinçte, acıda ortaktır..”

Ancak, yukarıda “tek İslam dünyası temsilcisi” yazdığım için acaba Bekir Coşkun kalkıp şunu der mi?

“Bakın, Türkiye Yahudi soykırımı gününde dünyada ‘İslam devleti’ olarak anılıyor; ben size ‘bunlar Türkiye’yi İslam Devleti yaptı’ dememiş miydim?”

Bekir Coşkun, Kurban’a karşı olduğu için, kendisini kızdıracak olan cevabım tek olacaktır: “Kurban olam kalem tutan şu ellere”!