Başmüzakereci Derviş olsun
Abone olBahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eser Karakaş, Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde CHP'li Kemal Derviş'in müzakarelere katkı sunmasını istedi
Prof. Dr. Karakaş’a göre, Türkiye’nin 15 yıllık zorlu bir
müzakere sürecine hazırlıklı değil. Prof. Dr. Karakaş, müzakere
sürecinde hükümet özel sektör, STK’lar ve üniversitelerden
danışmanlık almasını savunuyor. Müzakereleri sürdürecek kişilerden,
zorlu konulara bu süreci Prof. Dr. Eser Karakaş’la değerlendirdik.
Halen Bahçeşehir Üniversitesi Akademik İşlerden Sorumlu Rektör
Yardımcısı olan Karakaş, 1987-1988’de Nancy Üniversitesi’nde Avrupa
Topluluğu konusunda çalışmalar yaptı. İktisat Teorisi, Maliye
Teorisi, Bütçe ve Avrupa Topluluğu Maliyesi konusunda yayınları
bulunan Prof. Dr. Karakaş, Referans gazetesinde köşe yazarlığı da
yapıyor. Defne Sarısoy: Öncelikle tarama sürecinden başlayalım. Bu
süreçte amaç başlıkları belirlemek mi, yoksa tarama sürecinin
müzakereye hazırlama yönünde bir pratiği olacak mı? Eser Karakaş:
Masada 29 adet dosya duruyor. İlkesel olarak en kolaylarından
başlanacak. Kanımca müzakere çok da doğru bir tabir değil, bunu bir
uyum süreci olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türk mevzuatının
Avrupa Birliği müktesebatına uyumu söz konusu, birebir adaptasyon.
Bu süreçte AB Komisyonu Türkiye’nin durumunu görmek istiyor. Örnek
olarak rekabet dosyası oldukça önemli; rekabet hukuku ve
denetleyici kurumları Avrupa Birliği ile mukayese edildiği zaman ne
durumda? Rekabet Kurumu’nu oluşturduk ancak acaba AB standartlarına
uyuyor mu? Rekabet Kurulu üyelerinin atanması el atılması gereken
bir husus mu? Bağımsızlık ilkesi uygulanıyor mu? Ona bakacaklar.
Rekabet hukukunun Avrupa’da iki bacağı vardır. Bir; hakim durumu
kötüye kullanma, iki; devlet yardımlarının kullanımı. Türkiye’de
devlet yardımları nasıl yapılıyor, örneğin buna bakılacak. Devlet
yardımlarıyla ilgili Türkiye’de hiçbir çalışma yok. Rekabet
kurulunun yapısı, atanma biçimi gibi hususların AB standartlarına
uygun olmadığı ortaya çıkarsa, işte bunlar müzakere sürecinde
Türkiye’nin önüne konacak. Defne Sarısoy: Türkiye’nin Kıbrıs
konusunda vakit kazanmak için tarama sürecini uzatmak
isteyebileceği söyleniyor. Sizce mantıklı mı tarama süresinin
uzatılması? Eser Karakaş: Zannetmiyorum, çünkü 1963’ten beri bunun
peşindeyiz, ertelemenin mantıklı olacağını düşünmüyorum. Avrupa
Komisyonu yazın çalışmaz, dolayısıyla önümüzde 1 Ocak’ta Haziran’a
kadar bir süre var. Bu süre zarfında elimizden geleni yapmak en
doğrusu. “Abdullah Gül’ün yanında, teknik anlamda güçlü bir isim
gerek. Bu kişi iyi bir iktisatçı olmalı. AKP kendini bu konuda
aşabilirse, benim aklımdan geçen isim Kemal Derviş’tir.” Ertelemeye
uğraşmaktansa müzakere sürecine geçişe yardımcı olalım. Tarama
sürecini bir fotoğraf çekimine benzetirsek, Batılılaşmamızın
fotoğrafını çektireceğiz, şimdi bu kadar uğraştıktan sonra neden
erteleyelim. Bugünün dünyasında muasır medeniyeti Avrupa Birliği
temsil ediyor, o nedenle AB’nin teknik gelişmeleri, demokratik
düzeyi, siyasal düzeyi ile kıyas, bir ülkenin de uygarlaşma
sürecinde nerede durduğunun da bir saptaması olacak. Kanımca tarama
sürecine yardımcı olalım; 3 Ekim’den sonraya sarkıtmak
aleyhimizedir. Defne Sarısoy: En merak edilen konu; müzakerelerin
nasıl yürütüleceği. Müzakereleri yürütecek kadroyla ilgili bazı
isimler telaffuz ediliyor, heyette en başta Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül’ün olacağı söyleniyor. Onun arkasında da başmüzakereci
olarak Ali Babacan’ın adı geçiyor. Sorum şu; siyasi olarak karar
mekanizmalarında yer alan kişiler mi, yoksa diplomatik deneyime
sahip kişilerin mi öne çıkması gerekiyor? Nasıl bir kadro
oluşturulması gerekir sizce? Eser Karakaş: Benim Abdullah Gül’ün
Dışişleri Bakanı sıfatıyla başmüzakereci olmasına hiçbir itirazım
yok. Sayın Gül gerek kişiliği, mutedil yaklaşım tarzı,
soğukkanlılığı, gerekse Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile doğru
isim. Buna karşın Gül, müzakereleri bizzat kendisi yürütemez. Çünkü
Gül’ün dosyalarla ilgili bilgisi sınırlıdır, zaten ondan bu teknik
içeriğe hakim olması da beklenemez. Teknik düzeydeki müzakerelerin
direkt olarak sürdürülmesi için, Abdullah Gül’ün hemen altında,
teknik anlamda güçlü bir isim olması gerek. Bu isim iyi bir
iktisatçı olmalı. AKP kendini bu konuda aşabilirse, benim aklımdan
geçen isim Kemal Derviş’tir. Derviş, 4 Avrupa lisanını ana dili
gibi konuşan, uluslararası kurumlar tecrübesi olan biri. Kendisi,
Dünya Bankası’nda yıllarca çalışmış, hukukun iktisat ile kesiştiği
noktaları iyi bilir ve bunları Türkiye ortamında tecrübe etmiştir.
Kemal Derviş benim aklıma bu konuda gelebilecek en iyi isimdir.
Siyasi otoriteyi temsil eden Gül’ün hemen yanında oluşturulacak
teknik ekibe başkanlık etmesi için Derviş’i doğru buluyorum. Ben
Dışişleri Bakanlığı kadrolarının doğrudan teknik müzakerelere dahil
olmamasını savunuyorum. Örnek olarak, rekabet dosyası tartışılacak.
Diplomatlar rekabet dosyasının detaylarını bilmeyebilir, bilmek
zorunda da değil, telekomünikasyon, bütçe, vergi rejimi, balıkçılık
gibi konular diplomatların teknik hakimiyetlerinin dışında. Bu
konularda bakanlıklar, üniversiteler hatta özel sektörden, bağımsız
kurumlardan danışmanlık alınmasında yarar var. TÜRKİYE HAZIRLIKSIZ
Müzakereler diplomatik bir süreç değil, başında da belirttiğim
gibi, bu süreç bir yapısal uyum sürecidir. Müzakere masasına
oturacak kişiler, AB müktesebatlarını çok iyi bilmeli.“Balıkçılık
dosyası için, müzakerecinin, AB ve Türkiye mevzuatlarını, iki
yabancı dili ve hatta müzakere tekniklerini çok iyi bilmesi gerek.
Böyle birisini tanıyor musunuz?” AB’nin 17 Aralık zirvesinde böyle
bir karar çıkaracağı belliydi, ancak Türkiye müzakere süreci ile
ilgili kafa yormadı. Sonuna kadar geldik ama hazırlıksızız. Türkiye
müzakere ekibini çoktan hazırlamalıydı. Şunun şurasında 10 ay kaldı
ve daha kim gelsin diye tartışmaya başlamadık bile. Bence geç bile
kalındı. Ciddi bir sorunla karşı karşıyayız; bu işi defalarca
yapmış, müktesebatlar konusunda ciddi olarak deneyimli, müzakere
tekniklerini çok iyi bilen bir komisyon var karşımızda. Ve bu
insanların yabancı dil sorunu yok. Müzakereler, öyle görünüyor ki,
eşit olamayan iki güç arasında geçecek. Balıkçılık dosyası için
oturan müzakerecinin, AB ve Türkiye balıkçılık mevzuatlarını, iki
yabancı dili ve üstüne üstlük müzakere tekniklerini çok iyi bilmesi
gerek. Böyle birisini tanıyor musunuz? Defne Sarısoy: Müzakere
yürütmeyi iyi bilen kişi olarak Denktaş gösteriliyor. Siz müzakere
heyetiyle Denktaş’ın doğrudan veya dolaylı olarak fikir
alışverişinde bulunması konusuna nasıl bakıyorsunuz? Eser Karakaş:
Allah korusun! Müzakerelerin birinci koşulu Türkiye’nin AB
üyeliğine inanmaktır. Sayın Denktaş’ın son yıllardaki temel misyonu
Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak oldu. Tabirimi mazur görün ama
Sayın Denktaş’ın Ada’da çözümsüzlüğü dayatması, Kıbrıs’ı
Türkiye’nin AB üyeliğine bir engel olarak çıkardı. Sayın Denktaş
1974’ten beri müzakere sürecinin başında, Kıbrıs sorunu hâlâ
çözülmedi. Gerçekçi olmak lazım, Allah korusun. Defne Sarısoy:
Biraz daha teknik detaylara geçersek; 29 ana başlıkta müzakere
sürecinin en zorlu başlıklarından biri tarım olacak kuşkusuz. Bunun
yanısıra Türkiye’nin zorlanacağı değişim istekleri hangi başlıklar
altında masaya gelecek? Eser Karakaş: Türkiye, tüm aksaklıklarına
karşın, 24 Ocak kararlarından bu yana, yani 25 yıldır, adım adım
dışa açık bir piyasa ekonomisini başarıyla sürdürmektedir.
“Değişime evet deyip de iş kendine gelince karşı çıkan bir kafa
yapısı var. İşte bunun çöküşünü yaşayacağız. Herkes biraz
söylenecek. ‘Eski köye yeni adet geldi’ diyenler olacak.” 1 Ocak
2005 itibariyle Türkiye, vergi, bütçe gibi dosyalarda da belli bir
birikime sahip bir ülkedir. Türkiye müzakere başlıkları itibariyle,
Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Slovakya gibi ülkelerden
ileridir. Sermayenin serbest dolaşım dosyası örneğin, Türkiye
1989’dan beri dünyanın en liberal mevzuatına sahip. Eski komünist
ülkelerin müzakereler başladığında böyle bir altyapısı yoktu.
Malların serbest dolaşımında, Türkiye Gümrük Birliği deneyimi
edinmiş bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti saçma sapan bir iki
politik mevzuyu (idam cezası, anadilde eğitim veya MGK yapısı gibi)
aşamadığı için, çok daha ileri bir düzeyde olacakken, geride kaldı.
Türkiye’nin müzakere platformuna Polonya, Macaristan gibi
ülkelerden çok daha önce çıkması gerekirdi. Hatta, 1980’lerin
başında Yunanistan ile beraber girebilirdik, Sayın Ecevit, Erbakan
ve Demirel’in kulakları çınlasın, Yunanistan AB’ye üye olurken, biz
12 Eylül karanlığına girdik.Sonuçta, serbest piyasa ekonomisinde 25
yıllık deneyimi olan Türkiye, müzakere başlıklarının birçoğunda
sıkıntı yaşamaz. Buna karşın, çevre dosyası çok büyük sıkıntı
yaratacak. Herkes şaşıracak ama bu konuda oldukça gerideyiz. Türk
sanayii rekabetçi olmaya çalışırken, çevreye yönelik yatırım
yapmadı. Her gelişmekte olan sektör gibi maliyetten kaçındı.
Sonuçta, kendi denizimizi, havamızı, toprağımızı vahşi bir şekilde
kirlettik. Yediğimiz içtiğimiz besinlere kimyevi maddeler kattık,
bunlar toprağımızı kirletti. Bacalarımızın karbon dioksit
emisyonlarını yükselttik. Şimdi çevre dosyası gündeme geldiğinde,
Türk sanayii ve tarımı kendiyle yüzleşecek. Bunlarla ilgili
düzenlemeler yapılacak ve Türk sanayii yavaş yavaş kendini
toparlamaya başlayacak, ancak ciddi bir yatırımın gözden
çıkarılması gerekiyor. Ben TÜSİAD üyelerinin dahi bu çevre
dosyasında ciddi sıkıntılar yaşayacağını öngörüyorum. Tarım
şirketleri ve çiftçiler ciddi sıkıntılar çekecekler. Defne Sarısoy:
Müzakereler Türkiye için yeni bir ‘beyin fırtınası’ perspektifi
açacak gibi görünüyor. Eser Karakaş: Kopenhag siyasi
kriterlerininin ötesinde bir beyin fırtınası bu. MGK Genel
Sekreteri’nin sivil olup olmaması da ciddi bir konuydu ama bu
değişiklik, örneğin Anadolu’nun bir köyünde çiftçilik yapan bir
yurttaşı ilgilendirmiyor. Şimdi gireceğimiz müzakere süreci ise,
günlük yaşamımızdaki uygulamalarla ilgili. “Çevre dosyası gündeme
geldiğinde, Türk sanayii ve tarımı kendiyle yüzleşecek. AB
ölçülerine yaklaşmak için ciddi bir yatırımın gözden çıkarılması
gerekiyor.” İşlerimizi nasıl yaptığımızla ilgili olarak daha da
‘müdahaleci’ görünecek. Etkilerini kısa vadede ve direkt olarak
hissedebileceğimiz yeni bir uyum süreci bizi bekliyor. Değişime
evet diyen ama iş kendine gelince buna karşı çıkan bir kafa yapısı
var. İşte onun çöküşünü yaşayacağız. Dolayısıyla herkes biraz
bağırmaya, söylenmeye başlayacak. En çok duyacağımız eleştirilerden
biri “eski köye yeni adet getiriliyor” olacak. Ama alışmamız gerek.
Tarım dosyası teknik zorluklarla dolu. Türkiye’deki ortalama
işletme büyüklüğü, AB ölçütlerine göre çok küçük, çok küçük
alanlarda tarım yapıyoruz. Bunlar rantabl değil. Mevcut kullanımda
bulunan tarlaların birleştirilmesi gündeme gelecek. Bunun
Türkiye’deki köylüler için ne gibi bir zorluk olduğunu
düşünmeliyiz. Tarımdaki değişim, aynı zamanda çok ciddi bir sosyal
dönüşüm de yaratacak. Gelecek 15 yıllık süreç içinde tarımdan
yaklaşık 10 milyon insan çıkacak. Kısaca Türkiye’nin önündeki
müzakere süreci ‘tarlaların birleştirilmesi’nin ötesinde, bir
sosyal dönüşümün önünü açacak. 8-9 milyon civarında tarım işçisi
açıkta kalacak. Bu insanların ortalama eğitim yaşı 2, çoğu okuma-
yazma bilmiyor. Defne Sarısoy: Peki tarım dışı kalan bu nüfusa
nasıl bir istihdam yaratılacak? Eser Karakaş: Tarımla yaşayan
kadınların yüzde 30’u okuma- yazma bilmiyor. Okuma-yazma bilmeyen
bir insanı istihdam etmek mümkün değil. Bu insanların eğitilmesi
şart. Bu konuda bir çalışma yok, rakamlar çok büyük. Düşünün ki,
8-9 milyonluk bir insan kitlesinin baştan sona eğitilmesi gündeme
gelecek. Bunları nasıl eğiteceğiz, nasıl iş bulacağız? Defne
Sarısoy: Bugüne dek yaşanmadı ama bu şartlar bizi bir sosyal
patlamaya götürebilir mi? Eser Karakaş: Sosyal patlama Türkiye’de
olmuyor. Bu sorunların karşısına AB üyeliğinin getireceği yararları
da koymak gerek. “Türkiye’ye en fazya yılda 1 milyar Euro gelir,
belki gelmez. Türkiye ekonomisi için bu ufak bir miktar. Bu nedenle
AB’den gelecek paraya bel bağlamamak lazım.” Gelecek 15 yıl tarım
dışı sektörlerde ciddi bir canlanmaya, ciddi bir yatırıma sahne
olacak. Tarımdan çıkan işgücü, yabancı sermayenin gelişiyle hızla
büyüyen yeni iş sahalarına akacak. Ben yabancı sermayenin, nüfusu
hızla büyüyen Türkiye’ye yeni iş sahaları açmaya yetmeyeceği
kanısındayım. Türkiye’nin tarımsal işgücünün birden bire işsizliğe
dönüşmesine karşı ne yapılacağı konusunda siyasi otorite düzeyinde
hazırlıksız olduğunu düşünüyorum. Bu kadar insanın ne olacağı
sorunu, üniversiteler ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla
tartışılmalı. Türkiye sanılanın aksine, Avrupa Birliği’nden büyük
kaynaklar alamayacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin 2005 bütçesi 105
milyar dolar. Avrupa Birliği’nin bütçesi ise 105 milyar Euro. Bu
105 milyar Euro’luk bütçeden, 29 ülkeye para gidecek. Türkiye’ye
gelse gelse yılda 1 milyar Euro civarında bir para belki gelir,
belki gelmez. Türkiye ekonomisi için bu miktar ufak kalır. Bir
banka batırıyoruz, 6-7 milyar dolar gidiyor. Defne Sarısoy:
Müzakerelerde bir başlık tamamlanmadan ve uygulamaları görülmeden,
bir diğer başlığa geçilmeyecek olması müzakere sürecini nasıl
etkileyecek? Eser Karakaş: Bu tam olarak doğru değil. Hiçbir
metinde bu kesin olarak geçmiyor. Diğerine geçmek için bir dosyanın
bitmesini beklersek, Türkiye’nin üyelik süreci yaklaşık 200 yıl
sürer. Türkiye 2200’lerde falan ancak üye olur. 17 Aralık karar
metni şunu söylüyor: “Hangi dosyaların açılacağına ve hangi
dosyaların kapanacağına oy birliğiyle karar verilir”. Daha önceki
müzakere süreçleri de aynı prosedürle yapıldı. Oybirliği kararı
hükümetlerarası alınıyor. Hükümetlerarası konferansta, istenirse 12
dosyanın birden açılması kararı da çıkabilir. Bu kararlar
genellikle teknik olup, siyasi bir boyutu da var. Kıbrıs
Cumhuriyeti tam 62 defa Türkiye’nin müzakere sürecine imza atacak;
bir açılması için, bir de kapanması için. Muhtemelen Kıbrıs Rum
Kesimi, 3 Ekim için bir sorun çıkarmayacak ama gelecekte birçok
müzakere maddesinde ret hakkını kullanacak ya da kullanmaya yönelik
blöfler yapacak. Kıbrıs meselesinde sürekli bir adım önde
olmalıyız. Uluslararası kamuoyuna daima Türkiye’nin çözümden yana
taraf olduğunu göstermeliyiz. Sayın Denktaş’ın yaptığı gibi değil.
24 Nisan referandumu, Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde çözüm isteyen
taraf olduğunu uluslararası kamuoyuna gösterdi. Rum Kesimi ise
çözümü baltalayan taraf olarak öne çıktı. Erdoğan hükümeti de,
önceki hükümetlerin tersine olumlu bir destek verdi ve kanımca
Ankara’nın yürüttüğü politika, 3 Ekim tarihinin alınmasında etkili
oldu. Yoksa alamazdık. Türkiye daima yapıcı taraf olmalı, bunun
yararlarını görecektir. Defne Sarısoy: Peki siz bu süreçte bir
çözüm bekliyor musunuz Kıbrıs’ta? Eser Karakaş: Bekliyorum. 17
Aralık şunu gösterdi; AB uzun vadede Türkiye’yi istiyor. AB’nin
uzun vadeli çıkarları için, Türkiye’yi yanlarına almayı
amaçlıyorlar. Kıbrıs konusunun bu yapılanmanın önünü kapamasına
izin vermezler. Yeter ki Türkiye çözüm arayan bir ülke olsun.
Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi öylesine önemli bir konu ki,
bırakın Rum Kesimi’ni, referandum çığırtkanlığı yapan Avusturya’nın
dahi Fransa, Almanya, İngiltere’ye rağmen bu süreci engelleyeceğine
inanmıyorum. Reel denge diye bir kavram var. Defne Sarısoy: Avrupa
Birliği çok da sürprizli bir yapı değil ayrıca. Eser Karakaş: Aynen
öyle. Dolayısıyla önemli olan Türkiye’nin dediğim gibi Kıbrıs
meselesinde yapıcı tavrını sürdürmesi.“AB, uzun vadeli çıkarları
için, Türkiye’yi yanına almayı amaçlıyor. Kıbrıs konusunun bu
yapılanmanın önünü kapamasına kimse tahammül etmez.” Türkiye’nin de
üye olduğu bir Avrupa’nın daha güçlü bir Avrupa olacağına
inandırmamız gerekiyor. Türkiye’nin, örneğin Ortadoğu ülkelerine
bir model sunması gerekiyor. Ama Türkiye acaba Diyanet İşleri
Başkanlığı statüsüyle, Sünni İslam - Şii İslam arasında, Aleviler
aleyhine ayrım yapan devlet politikasıyla örnek olabilir mi?
Cezayir’de, Mısır’da üniversitelilere “Türkiye’deki üniversiteleri
örnek alın” diyebilir miyiz? Bu mümkün değil. Türkiye’nin Ortadoğu
ülkelerine model olması, ancak ve ancak daha demokratik bir ülke
haline gelmesi ile mümkündür. Defne Sarısoy: Peki son olarak ‘ucu
açık’ müzakere süreci gibi ifadelerin, birtakım tuzaklar
yaratabileceğini düşünüyor musunuz? Eser Karakaş: Zannetmiyorum.
Her müzakere süreci tanımı gereği ‘ucu açık’tır. Bu kural Avusturya
için de böyleydi, İsveç veya İngiltere için de. Bu ifade şimdiye
dek metinlere işlenmemişti, ama Türkiye için bu metne geçirildi.
Herkesin bildiği bir gerçeğin bir daha yazılması neden? Bence
hadise Chirac’ın kendi ülkesine verdiği siyasal bir mesajdan
ibaret. ‘Ucu açık’ müzakere kavramının yazılıp yazılmamasının
pratikte hiçbir etkisi yok. Türkiye’nin üyeliğinden yana Avrupalı
liderlerin, kendi ülkelerindeki Türkiye karşıtı muhaliflere bir
tavizi diye düşünüyorum. Kaynak: NTV