Basını paramparça gösteren ziyaret

Abone ol

Medya bölük pörçük durumda. Basın Konseyi'ndeki çatlak Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e yapılan bir ziyaretle beliriyor. O ziyareti Zaman'dan Ekrem Dumanlı yorumladı.

Basın Könseyi'nde yaşanan istifalar zaten olmayan birliği su yüzüne çıkardı. Çoğu gazetecilerin aksine Basın Konsey'ine Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmesi destek çıktı.

Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:


Konseyin yaptırım gücü olmayanlara cevap veren Dumanlı, yazısıyla neden konseyin yaşaması gerektiğini izah ediyor.

Bir mesleğin sosyal ya da ticari gerçekliği o mesleğin haklarını savunan örgütlere de yansır. Bir sektör ne kadar muteberse meslek örgütleri de o kadar etkindir. Bir meslek kuruluşu ne kadar katılımcı, çoğulcu ve demokratik ise toplum nezdinde o kadar saygındır. Bu saygınlık devletle olan ilişkilere de yansır.

Bugün Türkiye’de -beğenilir beğenilmez; o ayrı bir mesele- etkin meslek kuruluşları var. Bu kuruluşlar, sadece üyelerine imkanlar sunmuyor. Zaten sivil toplum kuruluşu olmanın sorumluluğunu, basit ve klasik bir sendikacılık anlayışına indirgememek için, projeler yapmak, yol gösterici olmak gerekiyor.

Birkaç haftadır Basın Konseyi vesilesiyle girilen tartışma ortamında medya sektörünün de çok dersler çıkarması gerekiyor. Çıkarılacak dersin makul olabilmesi için, medya mensubunun tartışma konularında bir cepheyi seçmesi ve orada tam siper mücadeleye girmemesi gerekiyor. Daha açık söylemek gerekirse; Basın Konseyi’nin Başbakan Erdoğan’ı ziyaretiyle başlayan tartışmayı medya gruplarından birinin yanında yer alma refleksiyle değil, gazeteci soğukkanlılığı içinde değerlendirmek gerekiyor.

Basın Konseyi bir boşluğu dolduruyor

Önce hadisenin kısa özeti: Basın Konseyi 12 Mart’ta TCK’daki problemli maddeleri görüşmek üzere medya sahiplerini ve yöneticilerini toplantıya davet etti. Crowne Hotel’de yapılan toplantıya 51 kişi katıldı. Bunlardan sadece 2’si “patron” sıfatı taşıyordu. Yaklaşık 3 saat süren toplantıda TCK ile ilgili bir “çalışma grubu oluşturulmasına”; ayrıca, Başbakan Tayyip Erdoğan’dan randevu istenmesine karar verildi. Randevu talebine uzun süre cevap gelmedi. Ani bir haberle Başbakanlık’a gidildi. Basın Konseyi Başkanı ulaşabildiği kişilerden küçük bir heyetle Erdoğan’ı ziyaret etti ve kısa ziyarette “çalışma grubu”nun hazırladığı özetlenmiş metni Erdoğan’a takdim etti. TCK ile ilgili yapılacak değişiklik için oluşturulacak kurula iki üye önerildi. Bu iki üye yasada yapılacak değişiklik çalışmasında görev alarak TCK’daki düşünceyi kısıtlayan maddelerin iyileştirilmesine katkıda bulunacak…

Basın Konseyi’nin Başbakan’ı ziyareti sonrasında fırtına koptu. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’ye “Neden patronun kızını da götürdün?” eleştirisi yapıldı. Ardından da bazı istifalar geldi…

Oktay Ekşi, Basın Konseyi Yüksek Kurulu üyeleriyle basın mensuplarının huzuruna çıktı ve eleştirilere cevap verdi.

Bu yazıda “kim haklı?” sorusunun cevabına girmek istemiyorum. Zaten bu aşamada kimin haklı olduğunun bir anlamı da kalmadı.

Önemli bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum: Basın Konseyi medyamız için önemli bir boşluğu dolduruyor. Dünyanın yaklaşık 60 ülkesinde benzer kuruluşlarla ortak çalışan bir örgüt. Üstelik Birleşmiş Milletler’in resmen tanıdığı bir sivil toplum kuruluşu. Gazeteciler Cemiyeti’nden de, Gazeteciler Sendikası’ndan da farklı bir yapıya sahip. Asli görevi gazetecilik mesleğinin evrensel ilkelerini belirlemek ve bunu mesleki disiplinler içinde denetlemek.

Bazı gazeteciler saf saf soruyor: “Basın Konseyi kınama, uyarı gibi cezalar veriyor da ne oluyor yani! Sanki bu kararların yaptırımı mı var?” İşte asıl sıkıntı bu zihniyetin şuuraltı kodlarında yatıyor. Basın Konseyi ne savcılıktır ne hakimlik. Ne polis görevini üstlenir Basın Konseyi, ne de dedektiflik. Vakıa, diktatörlükle yönetilen ülkelerde Basın Konseylerinin böyle nahoş bir görevi de vardır; fakat, demokratik ülkelerde Basın Konseyleri sivil toplum örgütleridir. Ve asli görevi, meslek erbabını yayın ilkelerine sadakate çağırmaktır. Yönetim kurulu üyeleri arasında “okur temsilcileri” bulundurmasının mantığında da yine sivil toplum vurgusu yatmaktadır.

Başbakanlık’ta yapılan toplantıyı eleştirmek başka bir şey; “zaten Basın Konseyi taraflıdır” demek başka. Açık söylüyorum Basın Konseyi’ne “taraflıdır” demek biraz haksızlıktır. Bir kere Doğan Grubu’na bağlı 3-5 kişi var yönetimde. Oysa Kurul’da diğer gazete ve TV’ler 14-16 üye ile temsil ediliyor. Ayrıca şikayet söz konusu olduğunda hangi grup hakkında oylama yapılıyorsa o medya grubunun üyeleri oy kullanamıyor. O yüzden Doğan Grubu’nun güdümüne girdiği söylenen Basın Konseyi’nde onlarca defa Doğan Grubu yayınlarına “kınama”, “uyarı” gibi cezalar verilmiştir…

Bir konuyu tartışırken pek çok konuyu birbirine karıştırıyoruz maalesef. Son yaşananlar bir kere daha göstermiştir ki medya dünyasında grupçuluk çok derin sebeplerden besleniyor. Mücadeleler bazen o kadar keskin üsluplarla yapılıyor ki araya girip “Beyler, lütfen, ayıp oluyor” bile diyemiyorsunuz. İlginçtir, tartışmalarda çoğu kez kırıcı ve yıkıcı yaklaşımlar ortaya konuluyor. Mesela sormadan edemiyorum: “Basın Konseyi külliyen dağılsa, yerine nasıl bir mesleki kuruluş önerirsiniz?” Bunun alelacele verilen cevabı belli: “Canım, Gazeteciler Cemiyeti ne güne duruyor!..”

Medya, grup kavgalarından kaçınmalı

Problem de bu cevapta yatıyor zaten. Basın Konseyi’nin tarzı, tavrı, varlık sebebi ve amaçları ile Gazeteciler Cemiyeti’nin görevi, çalışma şekli ve hedefleri arasında çok büyük farklar var…

Aslında her iki kuruma da ihtiyaç var. Her iki kurumun da eksikleri; hatta yanlışları var. Ancak, grupçuluk mülahazasından sıyrılarak her iki kuruluşun (hatta daha değişik yapıda kurulabilecek diğer meslek örgütlerinin) daha faydalı çalışmalar yapması sağlanabilir; sağlanmalıdır…

Medya derneklerinin daha etkili olabilmesinin en önemli adımı ‘sivil toplum’ kavramının iyi anlaşılabilmesi ve kurulacak örgütlerin mesleki ihtiyaçlar ile buluşması gerekiyor. Umarım son kopan fırtına sadece “Neden filan patron gitti?” ya da “Niçin biz çağrılmadık?” gibi basit bir sebebe dayanmıyordur. Çünkü asıl sebep bu olamaz; olmamalı. Zira, bu tür itirazlar, medyanın şuuraltında yatan “devlet baba” imajını çok koyu çizgilerle ifade ediyor. Oysa sivil toplum kuruluşlarından, basın özgürlüğünden bahsediyoruz…

Başa dönüyor, ilk paragrafta kısaca değinmeye gayret ettiğim bir gerçeği biraz daha açıyorum: Bugün medya, grup kavgalarından yorgun düşmüştür. Gruplar arasında rekabet olması kadar doğal bir şey düşünülemez; ancak gönül istiyor ki bu rekabet “daha kaliteli ürün”, “daha değişik okur-izleyici profili” gibi müspet bir rekabet havası içinde yapılsın. Ne yazık ki medyanın ortak problemlerde bile parçalı görüntü vermesi, sadece mesleki bir zaaf olarak algılanmıyor. Basının zayıf olması, en azından öyle görünmesi, asli görevini yerine getirmesine de engel oluyor.

Düşünebiliyor musunuz; Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’i ziyaret ediyor. Bakan Bey, “Diğer basın kuruluşlarıyla beraber gelin, TCK’daki yanlışları düzeltelim.” deyince Başkan, “Diğerleriyle bir arada görünmek istemiyorum.” diyor. En azından gazeteler böyle yazıyor. Bu diyalog dalga dalga yayılıyor. Basın Konseyi Başkanı bir grup gazeteciyle Başbakan’ı ziyaret ediyor; bu ziyaret Konsey’den kopmalara sebep oluyor...

Bir sektör bu kadar dağınık, bu kadar paramparça, bu kadar kavgalı görünürse, o mesleğin akıbetinden korkulur. Daha kendi içinde bile duyarlı konular listesi yapamamış bir meslek, değil kamunun haklarını, kendi haklarını bile savunamaz.

İngiliz seyirci meselesine dikkat!

Malum, Şampiyonlar Ligi finali Türkiye’de yapılacak. Olimpiyat Stadı’nda oynanacak maç, sadece Türkiye’de değil; dünyada da heyecanla bekleniyor. Finale çıkacak takımlar ufukta görünür görünmez bizim medya “Eyvah İngilizler geliyor!” cinsinden bir gerilim filmini sahneye sürmeye başladı. Bir kere “eyvah” dedirtecek bir olay yok ortada; çünkü finalde İngilizler bir Türk takımıyla oynamıyor. Ayrıca her İngiliz takımının taraftarı holigan olacak diye bir kural da yok. İngiliz taraftarlar finale gelinceye kadar pek çok deplasman maçına gitti. Öyle korkuya neden olacak bir hadise de yaşanmadı. Üstelik bir risk olsa bile, Türk kamuoyunu germenin bir anlamı yok. Sonuçta bu ülkenin güvenlik güçleri var ve gereken tedbiri alacaktır.

Daha şimdiden “İngilizler geliyor!” diye bağırmanın bazı sıkıntılı sonuçları da olabilir. Bizden söylemesi…

Günün Önemli Haberleri