Barlas'tan basın-siyaset ilişkileri
Abone olBasının 1. güç olduğu yorumlarını abartılı bulan Barlas, medya-siyaset ilişkilerini değerlendirdi. Barlas, basının siyasete alternatif veya rakip olmadığını belirtti.
Sabah yazarı Mehmet Barlas, "Medya-siyaset" ilişkilerini yazdı
ve basının 1. güç olmadığını vurguladı. Peki, basın siyasete
alternatif olabilir mi?
Mehmet Barlas, ""İktidar buldumcuğu" olmanın sonu yoktur
ki!" yazısında bu sorunun cevabını
veriyor:
Basının "1.
Güç" olduğuna inananlardan değiliz.
Medya sermayelerinin çoğunlukla bir yerlerinden devlete bağımlı
oldukları şu dönemde, basını 1. güç olarak görenlerin de, bu konuda
fazla ısrarcı olabildiklerini sanmıyoruz.
Yani şu anda "İktidar" Türkiye'deki en büyük
güç.
Ama "Tek Güç" asla değil. İktidarın gücünü
öncelikle, devlet içindeki fiili ve hukuki kuvvetler ayrılığının
oluşturduğu yapı dengeliyor.
Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti'nin kendine özgü sosyo-politik
yapısından kaynaklanan hassas dengeler var.
Bütün bunların yanında ve bazen üzerinde, global güç dengeleri ve
hatta fiili durumlar, iktidarın tek başına tartışmasız "En
güçlü" olmasını imkansız kılıyor.
Bu söylediklerimizin somut örneklerle kanıtlanmasına fazla gerek
yok.
Ekonomiden IMF'nin denetimini kaldırmayı göze alabilir misiniz
mesela?
Veya Başbakan, TBMM Başkanı ve Dışişleri Bakanı, eşleriyle birlikte
Çankaya'daki bir davete yahut bir kışladaki askeri törene
katılabiliyorlar mı?
Ya da, sade yürütmenin değil yargının kararları da, sonunda Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi'nde yeniden yargılanmıyor mu?
Demek ki burada sınırlı güç alanının büyüsüne kapılıp,
"İktidar Buldumcuğu" olmanın bir anlamı yok.
Başta da söylediğimiz gibi, bu satırların yazarı, basının gücünü
abartanlardan değil.
Bir iktidar yıpranıp gidince, yerine gazeteciler değil, başka
politikacılar gelir. Siyaset basının ne rakibi, ne de
alternatifidir. Siyaset toplumsal yaşamın önemli bir öğesi olarak,
basını haberlerle besleyen, yorumlara kaynak olan, bir meslek
dalıdır.
Bu gerçeklerin ışığında, bugünkü iktidarın basına da yansıyan
eleştirileri ve uyarıları ciddiye alması gerektiğini söylemek
istiyoruz.
Her eleştiriyi "İdeolojik Yaklaşım" veya
"Siyasi Rant Arayışı" gibi algılayıp, bunlara
karşı "Halk böyle istiyor" ya da "Seçmen
böyle düşünüyor" gibi tepkiler göstermek, siyasi akla ters
düşmektedir.
Çünkü eleştiriler, ancak bir Çankaya Vetosu veya bir Genelkurmay
Açıklaması içinde şekillendiği zaman bir ülkenin iktidarı
tarafından ciddiye alınırsa, o ülkedeki demokratik katılımı
sağlayan sivil mekanizmalar yalama olur.
Bir ülkedeki yanlışlar, ancak dış ülkelerin tepkileri ya da
kazaların yarattığı felaketler sonunda iktidar tarafından dikkate
alınırsa, sonunda o iktidara destek veren seçmenler de kendilerinin
bir "Konu Mankeni"nden öteye ağırlıklarının
olmadığını anlarlar.
Neticede 28 Şubat post-modern darbesinin acı yükünü sadece Tayyip
Erdoğan ve ona yakın muhafazakâr kadrolar taşımadı. Liberal
demokrasiye destek veren kadrolar da yasaklandı, andıçlandı,
susturuldu.
Eğer seçmen 2002'nin 3 Kasım seçimlerinde, mevcut partileri tümden
eleyip AK Parti'yi iktidara getirdiyse, bunların eskilerden farklı
olacakları beklentisi içinde yaptı bunu.
Ama bazen cemaatçiliğe de dayanan dar kadroculuk, kendi
yandaşlarından başka kimsenin sözüne değer vermemek, hafif pasta
paylaşımı eğilimleri ve olmayacak konularda su yüzüne vuran
ideolojik yaklaşım, ne yazık ki bugünkü iktidardan da topluma
yansımakta.
Bir siyasi hareketin kalıcılığı, mümkün olduğunca geniş toplum
kesim ve eğilimlerini değerlendirip, yanına alabildiği oranda
mümkündür.
Belirli dar çevreye, inanç beraberliğine ve sadece kabilelerde
görülen türde vefa anlayışına dayalı siyaset kalıcı olabilseydi,
Tayyip Erdoğan'ın da, Abdullah Gül'ün de, Bülent Arınç'ın da, hâlâ
Necmettin Erbakan "Hoca"nın yanında bulunmaları
gerekmez miydi?
Yazı: Mehmet Barlas
Kaynak: www.sabah.com.tr