1972 yılıydı galiba. 10 yaşındayım henüz. En
güzel elbiselerimi giymişim, babamla birlikte şehre inmişiz.
Hayatımda ilk defa Kaymakam görüyordum o şaşalı ve bir
o kadar iri odada...
Kapıyı çaldık, içeri girdik, ben çocuk aklımla içeridekinin bizi
ağırlayacağını, ikrâmda bulunacağını düşünüyordum. İçerideki amca,
çikolata verecekti belki de bana..
I ıh...
Babam daha adımını içeri yeni atmıştı ki, masada oturan adam, kaba
bir ses tonuyla, "Ne var, ne istiyorsun?"
sorularıyla bana o yaşta bir travma yaşattı. Âlim biriydi babam,
yolda yürüdüğünde ahali eline sarılıyordu. Ama sonradan Kaymakam
olduğunu öğrendiğim adam, güler yüzden yoksun bir
edayla, benim babamı tersliyordu.
O günü hayatım boyunca unutmadım. Bana belli etmedi ama
neye uğradığını, gururunun kırıldığını, çocuğunun yanında azar
işiten bir babanın çaresizliğini şaşkın bakışlarından anlamıştım.
Babama böylesi hor davranan adama gücüm yetmemişti o gün, bir şey
yapamamıştım, yumruğumu sıkmaktan başka hiçbir şey gelmemişti
elimden.
Yemin ettim!
Hiç kimseye karşı kaba olmamaya yemin ettim!
Hele bir Âlime karşı, hele dinimizi Müslümanlara anlatan birine
karşı...
İmamlık yapıyordu babam. Serveti yoktu, arazisi, malı, mülkü
yoktu. Ama kocaman bir yüreği vardı. Tek maaşla, 7 evladını
bugünlere hazırlıyordu binbir güçlükle...Yokluk çektik, kıtlık
çektik, istediğimiz kılık kıyafete sahip olamadık ama, çok şükür
namuslu, haysiyetli ve en önemlisi şerefli birer evlat olarak
yetiştirildik.
12 Eylül geçti üzerimizden.
Terörün pençesine düşmedik mesela.
Babamıza, annemize layık birer evlat olarak büyüdük, serpildik ve
hamdolsun bugünlere geldik.
Kaç zamandır hastaydı babam. Hastaneye yatacak ama, ileri bir
tarih vermişler. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca sağolsun
devreye giriyor, babamı tam vaktinde hastaneye
yatırdık.
Telefonunu açtığımda, her zamanki gibi, "Esselamü
Aleyküm" diyerek başladı söze. "Emret
Babam" dediğimde, "Estağfurullah"
karşılığını verirdi.
Teşekkür etti bana...
"Hayırdır Babam..."
"...."
Ben ona teşekkür borçluydum aslında... Kendisine de söyledim
zaten, bizi bu ülkede kadir kıymet bilir yaptığı için, bizi tek
maaşla okutup, hayırlı birer evlat olarak yetiştirdiği için, bizi
terörden, şerefsizlikten, namussuzluktan uzak tuttuğu için... Bizi
vicdan sahibi yaptığı için kardeşlerimle birlikte babamıza teşekkür
borçluyduk.
Borcumuzu ödedik*
Ödüyoruz...
Ödeyeceğiz...
İlk defa yazıyorum, Seyyid evladıydı babam. "Seyda"
olarak bilinir, hürmet görürdü. Ömrünün son gününe
kadar, ziyaretçi akınına uğruyordu her gün. Mübarek bir adamdı, her
şeyden haberdardı, ülkede olup bitenden dünyadaki gelişmelere
varana kadar. İlmi, irfanı, Kur'an-ı... hiç bir şeyden bihaber
değildi...
Artık sayılı günleri kalmıştı. Üç veya dört gün olmuş, gözleri
kapalı, bizi görmüyor, duymuyor... İçeri girdim, selam verdim açtı
gözlerini. Misafirlerinin olduğunu söyledi:
- Sen gelmeden ağır misafirlerim
vardı.
- Kimdi gelen Babam?
- Abdulkadir'i Geylâni ve arkadaşları gelmişti... Sağolsun
bir dünya insanı beraberinde getirmişti...
Sabah ezanından önce, 22 Ocak sabahı... Günlerdir gözleri
kapalı, hiç konuşmayan, bilinci kapalı bu mübarek insan, gözlerini
açtı, şehadet parmağını havaya kaldırdı... Şahadetini getirdikten
sonra Hakk'a yürüdü... O sırada sela sesleri yükseliyor... İnna
Lillah Ve İnna İleyhi Raci'un...
Siz sağolun...
Dostlar sağolsun...
Aradınız, yalnız bırakmadınız...
Dualarınız çığ gibi... Tam da babamın istediği gibi...
Allah hepinizden razı olsun.
Teşekkür ederim babacağım....
Teşekkür ederim anneciğim, canım ablam kardeşlerim, büyüklerim ve
siz dostlarım...
Her şey için!
Allah'ın rahmeti hepimizin üzerinde olsun!