Babama veda...

Küçüklüğüme dair hatırladığım tek tük anılarım var. Babamın bana aldığı ilk ve tek pantolonu unutmam mesela...

Süleyman ÖZIŞIK suleyman@internethaber.com

Küçüklüğüme dair hatırladığım tek tük anılarım var. Babamın bana aldığı ilk ve tek pantolonu unutmam mesela...

Siyah, kadife bir pantolondu. 

Gece uyumadan önce ütü tutsun diye yatağımın altına katlayıp koyar, sabah giymek için erkenden uyanırdım. Kaç gün, kaç hafta ya da kaç ay hiç yıkatmadan giyindim, bilmiyorum.

Babam bana bir daha hiç pantolon alamadı.6 oğlunu birden okutan bir memurdu zira. Öyle herkese pantolon alma imkânı yoktu. En büyüğümüze aldığı kıyafetler diğer abilerim arasında sırasıyla el değiştirir, en son bana göre tekrar elden geçirilirdi. 

Çünkü babamın en küçük oğlu bendim. Abilerimin ayak numaraları büyüyüp ayakkabıları eskidikçe bana giydirilirdi. Ayağımdan düşmesin diye ucuna sünger ya da eski çorap tıkılırdı ayakkabının...

12 ya da 13 yaşındaydım sanırım.

Babamın hayata dair sıkıntılarını ilk o zaman anladım. Elimden tuttu, Kars şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Ama yolu uzattıkça uzatıyor. "Baba buradan kestirme yol var" dedikçe beni çekiştiriyor, uzun yolu yürümeye devam ediyordu. Kaç kez uyardım bilmiyorum. Son bir kez daha uyarıp, "Ama baba buradan kestirme gidebiliriz" deyince, suratının ortasına yerleşen inanılmaz bir mahcubiyetle tepeme dikilip bana baktı.

"Benim burada bir esnaf amcana borcum var. Dün ödemem gerekiyordu ama ödeyemedim. Beni görürse utanırım. Onun için yolu uzatıyorum" dedi.

Dedim ki herhalde kıyamet kopuyor!

Şimdi geriye dönüp bakıyorum. Babamın bizim için çektiği kahır dolu günleri şimdi daha iyi anlıyorum. 

17 köyde imamlık yaptı benim babam. Ülkenin kıtlık çektiği yıllardı. Gittiği köylerde hayatını minare, mescit ve mezarlık duvarları yaptırmaya adadı. Oğullarını da bu işlerde ücretsiz çalıştırdı. 

Binlerce talebe yetiştirdi, insanlara camiyi sevdirmeyi başardı. 

Biraz deli tarafı da vardı. Sabah namazına gelmeyenleri öğlen ezanından sonra minareden isim isim anons ederdi. Cemaatin çoğu da "Biz camiye daha çok Hoca'nın korkusundan geliyoruz, çünkü ismimizi anons edip bizi rezil ediyor" derdi. 

İstanbul'a taşındığımız yılları hatırlıyorum. Askere gitmeden önce karşısına oturdum. 

"Baba eğer izin verirsen, askerlik dönüşünde geride kalan hayatımı sizin yanınızda geçirmek istiyorum. Benim yanımda yaşlanın. Ne yaşayacaksak beraber görelim" dedim. 

Bu söz aramızdaki bir akit oldu. 

Askerlik dönüşü hayatımı onun ellerine bıraktım. Ev, bark, çoluk çocuk derken 23 yıl aynı çatı altında yaşadık. Bir kez dahi birbirimizin kalbini kırmadık.

Bir kez dahi "Of" demedim. 

Her dara düştüğümde, her işsiz kaldığımda, her paraya sıkıştığımda, "Merak etme oğlum, senin baban daha ölmedi" derdi. 

Gazetecilik mesleğine başlarken, "Yazdığın her satır annenin namusu olsun. Yazdıklarına leke düşürürsen annenin namusuna leke düşürmüş sayarım ve hakkımı helal etmem" demişti. 

Onu hiç utandırmadım.

Haksız bir dava dışında bir kez olsun tazminata mahkûm edilmedim, tekzip yemedim!

Bir buçuk yıl önce "Hastayım" dedi, ama hastalığının ne olduğunu söylemedi. Aldım, Davut Bayram kardeşimin sahibi olduğu Medivia Hospital Hastanesi'ne götürdüm. Meğer küçük idrarını yaparken canı yanıyormuş da ondan dolayı haya edip bana söylememiş.

Doktorlar, "Prostat kanseri" dediğinde Hadi abimle koridorda birbirimize sarılıp iki küçük çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladık. 

Yatışını verdiler o gün...

Gidip eşyalarını evden getireyim dediğimde, "Süleyman, seccademi ve Kur'an'ımı getirmeyi ihmal etme" dedi. Herkesin konuştuğu bu fotoğrafı orada namaz kılarken çektim.


Bu hastalığın üzerinden bir yıl geçti. 

Ben uzak bir yerde konferanstayken ardı ardına aradı. Konferans sonrası aradım, "Canım kurban olsun, beni aradın" dedim. "Sol kolum öyle bir ağrıyor ki dayanamıyorum. Davut'tan bir randevu alsana bana" dedi. 

Meğer kanser iliklerine, kemiklerine kadar sıçramış, kemikleri kraker haline dönüşmüş. Bir gece yorganı üzerine çekerken kolu çatlamış. 

Durumun aciliyetini öğrenen Sağlık Bakanımız Sayın Fahrettin Koca devreye girdi ve kendisini Marmara Üniversitesi Hastanesi'ne yatırdık. Başhekim İsmail Cinel ve alanındaki uzman doktorlar elinden gelen her şeyi yaptı.

Kol kırığı ameliyat edildi ama kanserin en ileri safhasına ulaştığı belirlendi. 

Zaten ne olduysa bir ay içinde oldu. O 190 boyundaki iri cüsseli kaya gibi adam bir ay içinde günden güne erimeye başladı.

Henüz fenalaşmamışken Vahap abime, "Bana Süleyman'ı çağır" diye talimat vermiş. Atlayıp gittim. Önce "Bu hastane bana hiç bakamıyor" diye nazlandı biraz. 

Sonra uyudu...

Hak helalliği meselesine girmedi hiç çünkü bütün çocuklarıyla telefonda konuştuğunda, "Hakkım size helal olsun" derdi zaten. Son günlerine doğru durumu iyice ağırlaşmıştı. Dili dönmüyor, gözleri açılmıyordu. 

Son görüşümde, 13 yaşımdayken elimi tuttuğu gibi tuttum serum iğnelerinden mosmor olmuş elini. "Baba vallahi ben hala elini tuttuğun çocuk kadar çocuğum. Hiç büyümedim. Allah aşkına beni şimdi bırakıp gitme" diye yalvardım. 

"Baba canım sana kurban olsun. Baba senin hastalığın bana gelsin. Baba ne olursun hadi aç gözlerini. Bak buradan yürüyerek yine evimize gideceğiz. Hadi kalk benim babam annem seni bekliyor evimizde" dedim.

Dedim ama duydu mu bilmiyorum çünkü hiç tepki vermedi. 

Şehirlerden fırka fırka gelen, hastane önlerinde bekleşen, servis koridorlarını tıklım tıklım dolduran dostlarla beraber ağladık, dua ettik, ama olmadı.

Bir gün sonrasıydı.

"Hani kötü haber gelir belki" korkusuyla oturduğum koltukta öylece sızıp kalmışım. 

Saat sabahın 97.45'iydi herhalde...

Ağabeyim Vahap Özışık aramış, "Süleyman'ı haberdar edin, babam ruhunu teslim etti" demiş. Beni uyandırdıklarında ilk tepkim, "Babam" oldu. Acı haberi verince gayrı ihtiyari iki elimle suratıma vurmuşum.

Bütün sülalesi ve dostlarıyla birlikte babamızı aldık hastaneden, Karacaahmet'teki gasilhaneye getirdik. 6 oğul olarak yan yana ve karşı karşıya dizildik, babamızı yıkamaya başladık.

Allah adına yemin olsun ki ben babamı ömrü hayatımda böyle güzel görmedim. 

Dersiniz ki arşı aladan üzerine nur yağıyor. Bir beyaz güvercin gibi bembeyaz ve birazdan doğrulup "Beni evime götürün" diyecek kadar capcanlı yatıyordu.

Kimimiz alnından, kimimiz yanaklarından, kimimiz sakalından, kimimiz elinden kimimiz ise ayağından öperek yıkadık ve tek tek vedalaştık.

Babam, benim evimden çıkan ilk cenazeydi. Üç gündür tutuşturulmuş çıra gibi cayır cayır yanıyorum. Meğer ben bugüne kadar "Babam öldü" diyenlerin acısını hiç anlamamış, hissedememişim.

Bir dostun söylediği gibi, meğer baban öldüğünde köksüz kalıyormuşsun. "Yetişin" dediğimde yardımıma koşacak 5 abim ve binlerce akrabam var ama ben kendimi sahipsiz ve kimsesiz kalmış gibi hissediyorum.

Meğer ben babamın elinden tuttuğu o küçük yaştaki çocuk olarak kalmışım da haberim yokmuş.

Sizinle daha önce bir fotoğraf paylaşmıştım. O fotoğrafta da görüldüğü üzere bizde bayramlaşmalar babamın, annemin elini öpüp alnına koymasıyla başlardı. Şimdi bir sonraki bayramı nasıl kutlayacağız, bilmiyorum.  

Sanırım gazetecilik hayatımın en uzun yazısı oldu bu yazı. Hakkınızı helal ediniz. Ama istedim ki bir yandan acımı sizinle paylaşayım diğer yandan da babamla sizin huzurunuzda vedalaşayım.

Babam için geceli gündüzlü dua eden, cenazesine koşup gelen, vefatından sonra sayısı yüz bini bulan hatimler indiren herkese ama herkese çok teşekkür ederim.

Biz babamı sadece bizim babamız sanıyorduk. Ama gelen mesajlara, gelen telefonlara, okunan dualara ve akıtılan göz yaşlarına bakılırsa, babam herkesin “Ak Sakallı Babası” olmuş da haberimiz yokmuş.

Tanısanız da tanımasanız da babama hakkınızı helal edin ve dualarınızdan eksik etmeyin lütfen.

“Allah sana rahmet eylesin Ak Sakallı adam. Allah seni, soyundan geldiğin Hazreti Peygamber’e komşu eylesin Seyyid Tahir Hoca” demeniz yeterli…

Amin!