Ayşe Şasa, şizofrenliği yazdı
Abone olŞizofreni illetiyle mücadele ederken 25 yıl evinden çıkmayan Senarist Ayşe Şasa, yaşadıklarını anlatıyor.
Senarist Ayşe Şasa, şizofrenlerin hayattan soyutlandığı bir
çağda, doktoruna ‘Demek ki sen şizofren değilmişsin’ dedirtecek
kadar iyi ve huzurlu görünüyor. Kendisini anlattığı ‘Delilik
Ülkesinden Notlar’ın özellikle gençler için ümit verici olmasını
isteyen Şasa, ‘Ölüm diye bir şey yoksa niye hüzünlenelim ki?’
diyor. Talihsiz bir çocukluğun ardından pençesine düştüğü şizofreni
illetiyle mücadele ederken Yaratıcı’sını bulan senarist Ayşe Şasa,
bugün doktorları bile şaşırtan huzurlu ve sükûna ermiş haliyle
oturuyor karşımızda. Gözlerinde bir pırıltı var; İbn–i Arabi’den,
evliyalardan ve dostlarından bahsederken parlayan ve muhatabının
yüreğini pır pır ettiren bir ışık... Yetişkinlikte ayağımıza
takılan her taşın altında çocukluğumuzu arayan psikiyatristler
doğruyu söylüyor galiba; Ayşe Şasa çocukluğundan bahsederken
‘Niyetim ailemi kötülemek değil.’ dese de kötü geçmiş bir
çocukluğun şizofreniyi bile tetikleyeceğini öğrenmek ürperti
veriyor. Şasa’nın çocukluğu dışarıdan bakanlara; ‘ah ne saadet’
dedirtse de gerçekte iletişimsizlik rüzgârlarıyla yüreği buz
tutmuş, üstüne üstlük girdiği her ortamdan dışlanmış küçük bir kız
çocuğunu gizliyor ardında. Yahudi dadılar tarafından katı bir
disiplinle büyütülen ve tam da ihtiyaç duyduğu vakitlerde annesini
yanında bulamayan Şasa, günümüzün belki Yahudi dadılar elinde
değil; fakat ehliyetsiz bakıcılar elinde büyüyen bebeleri için de
endişeleniyor. Çalışan ya da kendisi evde bulunduğu halde ruhu
başka yerlerde gezinen annelere, bir zamanlar kendisinin arayıp da
bulamadığı bir duyguyu çocuklarından esirgememeleri için
sesleniyor: “Çocuğunuz bilsin ki, size ihtiyaç duyduğu her an siz
onun yanında olabilirsiniz.” İşte bu his, aklı da, ruhu da emniyet
altına alıyor. Ayşe Şasa, kendisini anlattığı Delilik Ülkesinden
Notlar’da (Gelenek Yayıncılık), şizofreni nöbetlerinde yaşadıkları,
kurtuluşa eriş hikâyesi ve ayakta kalabilmek için tutunduğu
değerlerden söz ediyor. Şizofreni nöbeti yaşamak nasıl bir şeydir;
onu bir Allah bir de kendisi biliyor; ancak şu kadarını
söyleyebiliriz ki, Şasa’nın öyle zamanlarda hissettiklerini okumak
bile çok zor. Buna rağmen ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ okurken
bunalıp daralacağınız bir kitap değil; aksine içten içe, alttan
alta yanıp duran bir ümit ışığı, deniz feneri gibi yol gösteriyor
okuyucusuna. Şasa’nın isteği de bu zaten; “Yazdıklarımın hüzün
değil, coşku uyandırmasını isterim.” diyor. Kendi payına düşen
hüznü yaşayıp tükettiği için belki artık hüznün kendisinden uzak
olmasını istiyor. “Hüzünlenmeyin kızım, hüzünde biraz da dünyevilik
gizlidir. İçinizin coşkuyla dolmasını istiyorsanız, evliyaların,
sahabelerin kabirlerini ziyaret edin. Ben oralarda müthiş bir neşe
ve ışık görüyorum.” diyen Ayşe Şasa, anlamlı ve onurlu bir hayatın
tarifini ise tek kelimeyle özetliyor: “Yaratıcı’ya iyi bir kul
olmak...” ‘Hiçbir zaman rol yapmadım’ Ayşe Şasa, bugün pek
çoğumuzun yakındığı ‘konuşacak insan bulamamak’ sıkıntısını da çok
çetin yaşamış. Hastalığının henüz iyileşme belirtileri göstermediği
uzunca bir dönemi (25 yıl) evde bakıcısıyla birlikte anlatmaya
çalışan ve bu süre zarfında hiç dışarı çıkmayan Şasa; “On yıl
boyunca konuşacak hiç kimsem yoktu, bu kadar zorlu bir sürece nasıl
dayanabildiğimi şimdi bile anlayamıyorum.” diyor. Böyle bir
geçmişin ardından anlatmak, dinlemek, kısacası paylaşmak Ayşe Şasa
için ne anlama gelir varın siz düşünün. “Yaşadıklarımı tümüyle
başka insanlarla paylaşmak ihtiyacı beni sürekli kemiriyor.” diyen
Şasa, dışarı çıkamadığı dönemlerde, “Yaşama, hayal kurma, düşünce
gücümü o sevgili seslerden alıyordum.” dediği ‘tele–mahalle’
sayesinde ayakta kalabilmiş. İnsanların mutsuzken bile mutluymuş
gibi davranmasının gerçek paylaşımları engellediğine inanan Şasa,
“Hayatımda hiç rol yapmadım.” diyor. “Üzgünsem üzgün göründüm,
kendimi çok kötü hissediyorsam ‘Yardıma ihtiyacım var.’ dedim. İşte
bu yüzden Allah’ın yardımı ve merhameti bana ulaşmakta gecikmedi.”
Bir insan dile kolay tam 25 yıl boyunca evden dışarıya adımını bile
atmadan yaşamak zorunda kalırsa birisi seyahat isteği, diğeri evin
sevimliliğine dair iki sorunun peş peşe gelişi önlenemez. Ayşe Şasa
için seyahat; ‘kalpten zihne vuran manaları seyretmek yani seyr–i
süluk dedikleri tecelliyi yakalamak, kadere sırtınızı vererek ilham
edilen fikirlerin etrafında bir uçtan bir uca gezinmek” anlamına
geliyor. Dünyevi anlamdaki seyahati uzunca bir süre telefon
tellerindeki gezintiden ibaret kaldıktan sonra şimdi dışarıya
çıkmanın kendisini çok yorduğunu söylüyor Şasa. “Mağarada bir adamı
tutarsınız, sonra dışarı salarsınız ya, tam o haldeyim. Kolay kolay
alışamıyorum, yoruluyorum, otobüsle çocukluğumun geçtiği mahalleden
şöyle bir geçip Marmara Oteli’nde bir kahve içtiğim zaman inanın
Amerika’ya gitmişim gibi hissediyorum. Sevincimi tarif edemem.”
Evde kaldığı günler için tıpkı mahpuslar gibi ‘içeride kalmak’
tabirini kullanan Şasa, evi gerçekten bir mağara, bir hapis gibi mi
görüyor peki? “Ev kütüphanesiyle, tefekkür ve ibadet köşesiyle çok
sevimli aslında. Dışarısı aldatıcı ve eksiltici bir yer; ancak şunu
da söylemeliyim ki; geleneksel hayattan koptuğumuz için bugün
evlerde yalnız kaldık.” diyen Şasa, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen
eviyle barışık olduğunu ve dostlarıyla dışarıda değil evde
buluşmayı tercih ettiğini söylüyor. Kaynak: Zaman