ATV'den Star'a geçişin öyküsü
Abone olBir dönem ATV Haber'i Ali Kırca ile beraber zirveye çıkaran Ayşenur Aslan, Radikal'de yayınlamayı sürdürdüğü anılarının son bölümünde, STAR'a transfer öyküsünü anlattı...
Evet, gerçekten de yarasaydı ve ATV Haber Merkezi'nde, başımızın
üstünde oradan oraya uçuyordu. 2000 yaz aylarıydı. Müthiş paralar
harcanan, resmi açılışını 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in
yaptığı ATV 2000 binasında, bir yarasalar bir de biz kalmıştık.
Yeni adresimiz Nişantaşı olacaktı. Ancak Nişantaşı'na, hem personel
hem de kapı/pencere/halı/dolap "parça parça" taşınıyordu. Haber
Merkezi, en son gidecek ekipti. Gidene kadar da,
kapısız/duvarsız/halısız odalarımızda "yarasalarımızla" gün
sayıyorduk. Doğrusu hem "şehrin içine" döneceğimiz için mutluyduk,
ama bir yandan da, -ilk ana binadan, hemen yanıbaşında inşa edilen
ATV 2000'e- hayatımızın yedi yılını verdiğimiz bir yere vedanın
burukluğu içindeydik. Neler yaşamamıştık ki orada! Ayamama
deresinin suları bastığında, bodrum katındaki arşivimizden kaset
kurtarabilmek için (deyim yerindeyse falan değil, kelimenin tam
anlamıyla) koridorda yüzmüştük. Lağım kokan sel sularında insan
zinciri oluşturmuş, kasetleri elden ele geçirerek
kurtarabildiklerimizi selamete eriştirmiş, su boğazımıza
ulaştığında da kendimizi kurtarmıştık. Orada doğumgünlerimizi
kutlamış, depremlerde sarsıla sarsıla haber yapmış, İstanbul kara
esir düştüğünde koltuklarda yatmış, haber bantlarını
yetiştirebilmek için merdivenlerinden "uçmuş", kısacası sevinçle
üzüntünün her tonunu yaşamıştık. Nişantaşı'na taşınırken kolilerden
birine yerleştirdiğim kasetse, yaşadıklarımıza benzersiz bir
örnekti... Susurluk'taki o malum ve meşhur kazayı, 3 Kasım
akşamının bir vakti, sevgili Mahmut Övür haber vermişti. Türkiye'de
değeri yeterince anlaşılamamış en iyi gazetecilerden biri olarak,
Mahmut, hemen anlamıştı kazanın ulaşacağı boyutları. Büyük ölçüde
onun uyarıları, yönlendirmeleriyle ATV Haber, daha ilk anda olayı
flaş haberlerle kamuoyuna duyurmuş, sonrasında da takipçisi
olmuştu. Mahmut Övür, sonraları çok önemli bir başka katkıda daha
bulunmuştu. Abdullah Çatlı ile Özel TİM mensupları arasındaki
ilişkiyi kanıtlayan bir kaset getirmişti. Bir düğünde çekilmiş
görüntüler vardı kasette. Ancak, düğün sahibi Drej lakabıyla
bilinen Ali Yasak olunca, olay bambaşka bir boyut kazandı.
Görüntüler yayınlanıp, Mahmut Övür de canlı yayında "kimin kim
olduğunu" anlatınca kıyamet koptu... Yayının hemen sonrasında
Mahmut odama geldi: "Drej Ali telefon etti. Buraya geliyormuş."
Peki ne yapacaktık? Kısa bir değerlendirmenin sonunda kararımızı
verdik. Drej Ali'nin binaya girişini engellemeyecek, tam tersine
"ağırlayıp" konuşmaya çalışacaktık. Hemen güvenlik şefini aradım:
"Ali Yasak diye bir konuğumuz gelecek. Lütfen hemen alın ve sorun
çıkmamasına özen göstererek ATV Haber'e getirin." Hemen bir başka
hazırlığa daha giriştik. ATV Haber, değerlerine aykırı olduğu için
gizli kamera kullanmazdı. Oysa, görüşmeyi bir biçimde
görüntülememiz gerekiyordu. "Davetsiz konuğumuzu", Ali Kırca "Aman
buralara getirmeyin" dediği için spor servisine alacaktık. İşte o
servisi gören bir masanın üzerine, -kameramanlardan biri
bırakıvermiş hissi yaratacağını umarak- bir kamera koyduk.
Beklemeye başladık. Yarım saat kadar sonra Ali Yasak geldi.
Güvenlikçiler, hem tembihli oldukları hem de belli ki konuğun
adından etkilendikleri için girişte sorun yaşanmamıştı. O kadar ki,
Ali Yasak, elini kolunu sallayarak turnikeden geçmiş, elektronik
uyarıya rağmen tabancasını belinden bile çıkartmamıştı! Yengeye
şükret... Kameranın kayıt düğmesine basıp, Mahmut Övür, Ferhat
Boratav ve ben, "konuğumuzu" karşıladık. Havayı yumuşatmak için
çay/kahve ikramına bile kalkıştık. Ama anlaşılan Drej Ali oraya
çay/kahve içmeye ya da sohbete gelmemişti. Arada bir, "yengeye"
-yani bana- "şükretmesi gerektiğini, yoksa çok daha ağır
konuşacağını" vurgulayarak, Mahmut Övür'e çıkıştı. Onunla da
kalmadı, giderken tehdit etti: "Ben de Drej Ali'ysem, bunun hesabı
sorulur." Konuğumuz gittikten sonra kameradaki kaseti izledik.
Otururken pek görünmüyorduk. Ayağa kalktığımızda da vücutlarımızın
ancak belden aşağısı görünüyordu. Son karelerde, yarısı görünen bir
kadın -yani ben- kayıtta iyice tizleşmiş sesiyle "Ali Bey lütfen"
diye adamın peşinde koşuyordu, "Oturup konuşabiliriz. Lütfen..."
Kaseti izlerken beceriksiz kaydımıza ve benim halime çok gülmüştük.
Oysa, ortada gülünecek bir şey olmadığını seziyorduk. Bir süre
sonraysa çok acı biçimde "anlayacaktık". Önay Bilgin, çok uzun
zaman önce verdiği sözü tutmuş, bir gece bizi "kebap şölenine"
davet etmişti. Kötü haber, işte o "şölende" geldi. Mahmut Övür
evinin önünde silahlı saldırıya uğramış ve ağır yaralanmıştı...
Masadan nasıl kalktık, hastaneye nasıl gittik, hatırlamıyorum.
Hatırladığım, Mahmut'un kan kaybından sapsarı olmuş ama "sakin"
yüzüydü. ATV 2000 binasından, ardımızda böyle anılar bırakarak
ayrılıyorduk. Çocukluğunun geçtiği evi terk etmek zorunda kalan
insanların duygularıyla Nişantaşı'na gittik. Artık Nişantaşı'nda,
hayatın içinde olacaktık. Öğle yemeklerini o güzel Nişantaşı
kafelerinde yiyecektik. Mağazalara saldıracaktık! Hatta belki -hani
öyle pek mümkün de görünmüyordu ama- bir boş zaman bulursak sinema
kaçamağı yapacaktık. Sinema şıkkı hariç, diğerlerini birkaç kez
yapma fırsatı bulduk doğrusu. Ama Nişantaşı keyfi uzun sürmedi. Çok
kısa bir süre sonra, 27 Ekim 2000 tarihinde "bomba" patladı.
Etibank, TMSF'ye devredilmişti. Kararın anlamı açıktı. Sabah/ATV
Grubu için geri sayım başlamıştı. Ceketimi alıp gidiyorum
Gelişmenin ilk etkisi, ödemelere ilişkindi. Maaşlarımızı düzenli
alamıyorduk. Bir süre sonra "ay atlanmaya" başlamıştı. Yurt
muhabirlerineyse ödemeler neredeyse tümüyle durmuştu. Sonunda öyle
bir dönem geldi ki, arabalara benzin alınamadığı için işe gidememe
tehlikesi başgösterdi. Nişantaşı'ndaki binada yemekhane olmadığı
için, personel yemek fişi alıyordu; onlar da verilmez oldu. Açıktan
konuşulmazdı ama, ATV Haber Merkezi'nde müthiş bir dayanışma
yaşanıyordu. En zor durumda olanlara kimi zaman aramızda
topladığımız bir miktar parayı verirdik. Kimi zaman da ben üst kata
baskın yapıp, hiç değilse birkaç kişinin maaşının ödenmesini
sağlardım. Herkes dayanma gücünün sınırındaydı. Dinç Bilgin ise,
kendi sınırını aşmıştı anlaşılan. Bir akşam, bültenimizin ilk
haberi, "Ceketimi alıp gidiyorum" diyen Dinç Bilgin'in açıklaması
olmuştu. Hemen ardından en üst katta, yani patronun "kabul
salonunda" bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Önceden aşina
olduğumuz Turgay Ciner. O gün pek çoğumuzun ilk kez gördüğü Mehmet
Emin Karamehmet, onların yerine konuşan yardımcıları/sözcüleri ve
tabii, yöneticisi, muhabiriyle biz çalışanlar. O salonun daha önce
benzerine tanık olmadığı kalabalık toplantıda, "Merak etmeyin"
dendi, "Maaşlarınızı alacaksınız. ATV ve Sabah da eski gücüne
kavuşarak yoluna devam edecek..." Ne yazık ki öyle olmadı. Biz yine
maaşlarımızı alamıyorduk. Görev arabaları yine benzin parası
bekliyordu. Üstelik, Türkiye'yi vuran büyük kriz yüzünden,
kenardaki üç beş kuruş birikimler de değerini kaybedivermiş,
erimişti. 2001 yılı, hem Türkiye hem de bizim için kara bir
tabloyla gelmişti. İşte böyle huzursuz bir dönemde, bir Pazar günü,
Bilgin ailesine yakın birinden telefon geldi: Dinç Bilgin, Ali
Kırca'yla beni evine bekliyordu. Hem de hemen! O güne kadar
yalnızca bir kez, birkaç yüz davetliden biri olarak gitmiştim Dinç
Bilgin'in evine. Oysa bu kez "çok özel" bir davetti bu. Ali
Kırca'yı arayıp çağrıyı haber verdim. Buluşup Sarıyer sırtlarındaki
eve gittik. Tahmin ettiğimiz haberi verdi Dinç Bilgin: "Dönüyorum."
Yüzü gülüyordu. Kısaca söylediğine göre "kaynak" sorunu
halledilecekti. Her şey yoluna girecekti. Nitekim o günün akşamı
Dinç Bilgin, Nişantaşı'ndaki binaya döndü. Ancak, halledilmesini
beklediği her ne idiyse, bir türlü olmadı. Yukarıda bir kaos
yaşanırken, biz aşağıdakiler aynı sıkıntıları çekmeye devam ettik.
Derken, 21 Mart 2001 Çarşamba günü, internet sitelerine, hayatımıza
fırtına gibi giren bir "haber" düştü: "Ali Kırca Star'a gidiyor."
1974 yılından beri en yakın arkadaşlarından biriydim. 1994 yılından
itibaren de yardımcısı, sağ kolu, sol gözü vs. vs... "Benim"
haberim olmadığına göre, bu, dedikodudan öteye gidemezdi. Bu
düşüncenin rahatlığıyla girdim Ali Kırca'nın odasına: "İnternet
siteleri seni yine biryerlere göndermiş şekerim!" Hiç beklemediğim
bir karşılık aldım: "Ya evet, ben de sana söyleyecektim. Cem Uzan
ısrarla çağırıyor." ATV'de kalalım... Şaşkına dönmüştüm. Bir kere,
böyle bir haberi internetten öğrenmiştim. Ayrıca belli ki Ali
Kırca, en azından "teklifi değerlendiriyordu". Ben de en
yakınımdakilerle durumu değerlendirdim. Doğrusu, geçmişte Star'ı
"içerden" tanıma fırsatı bulduğum için, ben hiç mi hiç istemiyordum
gitmeyi. Yine Star'ı "içerden" tanıyan ve en yakın arkadaşım olarak
nasıl zorlandığını bildiğim Ülker Pınarbaşı da "Gitmeyelim"
diyordu. Ankara temsilcimiz Baki Şehirlioğlu bizimle aynı
görüşteydi: "Belki maaşımızı düzenli alırız ama sonra çekeceğimiz
sıkıntıya değer mi!" 22 Mart Perşembe günü de diğer
arkadaşlarımızla paylaştık haberi. Kimisi evinin kirasını
ödeyemediği için, çoluk çocuk anne-babasının yanına sığınmıştı.
Kimisi, kredi kartı borcunu kapatabilmek için, ne zorluklarla
aldığı arabasını satmıştı ya da haciz korkusuyla yaşıyordu. Ama
editöründen muhabirine, hepsi de "ATV'de kalalım" diyordu... Bu
ortak görüşü, Ali Kırca'ya aktardım: "Ali gitmeyelim. Star
hiçbirimizin içine sinmiyor. Hem ATV bunca yıl sonra neredeyse
evimiz gibi oldu. Kimse evini bırakıp gitmek istemiyor". "Haklısın"
dedi Ali, "Benim de içime sinmiyor. Ama Cem Uzan bizzat aradığı
için en azından görüşmeye gitmezsem ayıp olur. Cumartesi
görüşecektik. 'Hayır' cevabını o zaman kendisine söylerim." Biz
haber merkezinde bütün bunları konuşur tartışırken, yukarıda da
gergin bir bekleyiş vardı. Özellikle Zafer Mutlu, "Söyle şu adama
gitmesin" deyip duruyordu. Bu konuşmadan sonra Zafer'i aradım:
"Merak etme" dedim, "Bir yere gitmiyoruz." 23 Mart Cuma günü Ali
Kırca, bunu, haber merkezindeki herkesi odasına toplayarak "resmen"
açıkladı: "ATV'de kalıyoruz." 24 Mart Cumartesi akşamı gelen
telefona, işte bu yüzden hiç hazırlıklı değildim. Ali Kırca, Cem
Uzan'la görüşmesinin ardından arıyor ve "Evet" dediğini söylüyordu.
"Peki neden Ali? Hani gitmeyecektik! Hani hayır diyecektin!" "Cem
Uzan önüme öyle dosyalar koydu ki. Sana sonra anlatırım, ama şu
kadarını söyleyeyim, bizim orada bir gün daha kalmamamız lazım."
"Yani şimdi Star'a gidiyoruz.. Öyle mi?" "Evet, yarın seninle
buluşur, el sıkışmak için Star'a gideriz." 25 Mart Pazar günü
birlikte Star'a gittik. El sıkıştık. Dinç Bilgin ya da Zafer Mutlu
veya -her kimse- o sırada ATV'yi kontrol eden "güç", Ali Kırca
gitse bile "bizim kalmamızı" isteseydi, kalır mıydık ve bazı şeyler
çok daha farklı olur muydu, bilmiyorum. Ama kimse böyle birşey
istemedi, önermedi. Ve biz, Ali-Ayşenur-Baki üçlüsüyle bazı editör
arkadaşlarımız ve bir grup muhabir, kameraman masamızı topladık. 26
Mart Pazartesi günü, Dinç ve Önay Bilgin'e veda ederken, doğrusu
kendimi bile şaşırtarak, hüngür hüngür ağladım... Gözyaşlarının
nedeni, belki de, o sırada çok net göremesem de seziyor olmamdı:
Güzel bir rüyanın sonuna gelmiştik. Sekiz yıl boyunca deli gibi
titizlenerek, hayatımızdan çalma pahasına çalışarak bir "marka"
haline getirdiğimiz ATV Haber'e veda ediyorduk. Yani evimizi terk
ediyor ve kimbilir bizi nelerin beklediği bir yolculuğa çıkıyorduk.
Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı... Nitekim olmadı da.
Habercilik de. Vefa sınavını aşamayan dostluklar da...