Atatürk döneminde yargı içler acısıydı
Abone olAtatürk dönemi yargının içler acısı olduğunu söyleyen Prof. Mete Tunçay'dan ezber bozucu tezler geldi...
Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'e konuşan Bilgi Üniversitesi
Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay'dan
yine gündemi sarsacak tespitler geldi: Atatürk dönemi yargı
içler acısıydı...
Şu sözler Tunçay'ın: Atatürk döneminde yargı
da içler acısı vaziyette. Yüksek yargıçlar, Atatürk'ün anti
komünist nutkunu, Eskişehir tren istasyonunda gece hazırla
dinlediler...
İşte Neşe Düzel'in soruları ve Prof. Mete Tunçay'ın ezber bozan
yanıtları:
İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor:
yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri
nedir?
Kuruculara tek tek bakacak olursak, cumhuriyeti
askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak
da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir
Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey,
beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak
için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M.
Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir,
sık sık onun gecikmesinden bahseder.
M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?
Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam
İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nazırı olmak istiyor.
‘Ben harbiye nazırı olmak istiyorum’ diye de açıkça söylüyor. İzzet
Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman milli
mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in
Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir
hareket geliştirmesi beklenemezdi…
M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına
getirilmedi peki?
İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi
kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş
olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.
Nasıl yani?
İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde
yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep
kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra
İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı
oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, ‘bu
belayı da al yanında götür’ diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe
militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza gelince… Cumhuriyet’in
kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince… Bizde cumhuriyeti
kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey
de yok.
Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet
var?
Afrika’da var ama… Avrupa’da askerlerin yarattığı bir
devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını
kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu,
De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir
geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince…
Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine
göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin
geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç
olmadı.
Yargı kime bağımlı oldu?
Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar
da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın… Cumhuriyet’in kuruluşunda
ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci
Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve
geleneği vardı. İlk askeri diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun
komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal paşalar, Birinci dünya
Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken
Cumhuriyet de geniş ölçüde askeri bir nitelik taşır. Mesela 30
Ağustos 1926…
30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?
30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin
yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i
kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet
Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan
ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı.
Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa,
Cumhuriyet’in Başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe
yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.
Bundan ne anlamalıyım?
Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle
ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, başbakan İnönü
de asker… Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da
‘paşamız orgeneral olsun’ diye terfi ettiriliyor. Hele hele
Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının
kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde,
‘askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan
sonra üniformalarını çıkardılar’ diye hikayeler anlatılıyor ya...
Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.
Atatürk’ün askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve
hatta onlara, ‘Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin,.. Ya
da üniformanızla kışlada kalın’ dediği söylenir. Atatürk aslında
bunu da mı söylemedi?
Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya
bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir
itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı
ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya… Atatürk oraya
mareşal üniformasıyla ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde
kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka
nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor.
Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.
Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?
Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü
bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka
öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki
seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de
milletvekillerini seçmiyor.
Kimi seçiyorlar?
Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar,
milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. ‘Halk, bütün
gerilikleri getiriyor’ diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de
bir asker ağırlığı var. Bugün hala tartıştığımız ‘vesayet’
kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti
kuranlar…
Evet… Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?
Bunlar, 19’uncu yüzyıldaki pozivitistlerden
etkilendiler. 19’uncu yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin
gelişmesi dünyada insanlara, ‘Bütün soruların cevaplarını bilimden
aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk
hikayeleridir’ duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de
yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve
burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi
kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti.
Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, ‘bunlar
kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan’ denildi.
Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı?
Halkın kararına bırakılsa, yeni cumhuriyet, gerçekten bir din
devleti olur muydu?
Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü
imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan
teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk,
din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün
dinlere saygı göstermek zorundadır.
Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?
Hem evet, hem hayır. 19’uncu yüzyılda borçlar kanunu,
ticaret kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi
ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi.
Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı
kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki
yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu.
O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri
taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir
tehlike yok.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne
oldu?
Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir
macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama
son derece tutucu birine teslim etti. ‘Her general, bir önceki
savaşa hazırlanır’ diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle…
‘Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine
kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!’ diye Antalya’ya
demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den
Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor
ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca,
Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.
Nasıl?
Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle
sadece ‘Fevzi’ diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında
şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap
harfleriyle yazmış.
Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine,
cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun
başına böyle tutucu birini getiriyor?
Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak,
1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir
İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti:
‘Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman
yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin
etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü.
Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin
etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.’
Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?
Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Ordu’yu, Fevzi
Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok
sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya
ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme
planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa
lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.
Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki yargının
durumu neydi?
Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı
vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e
uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat
birde, ikide peronda hazır olda bekliyorlar. Atatürk, komünistler
için ‘bunlar hafif akıllı adamlardır’ dediği o meşhur antikomünist
nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve
onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının
bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli
sanırım.
Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı cumhuriyeti
koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?
Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince…
Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci dünya Savaşı
yıllarında birden bire, ‘savaşa girecek olursak’ diye semirtildi.
Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla
ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci
alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani,
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı.
İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini
kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona,
‘Paşam bir emriniz var mı?’ diye sordu.
Sonuç ne oldu?
Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde,
Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti
döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde
cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında
başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar
etti.
Darbe ihbarı işe yaradı mı?
Hayır. Adama inanmadılar, ‘iftira ediyorsun’ diye
adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya
ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için
duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini,
ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir
takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması
gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın
herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.
Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve
yargıyla kurulabilir miydi?
El cevap, hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk
oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık
bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında
Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit
Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne
bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi
alfabe değişikliğidir.
Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?
Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip
bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak
arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.
Bunu bilinçli mi yaptı?
Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin
diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle
ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu
yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen ‘Hilafet kaldırmasın’
çıkardı. Düşünün… Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal,
Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek
boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesim bile
hilafetin kaldırılmasına ‘hayır’ diyor.
Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat.
Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister
miydi?
Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet
olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya
gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik
ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına
dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği
adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf
yapma mecburiyeti vardı.