Atanın gizli kalan İslam sohbeti
Abone olABD Büyükelçisi'nin Ata ile islam sohbeti; "Atatürk Tanrı'ya inanıyor ama dine inanmıyor"
Atatürk'ün din hakkındaki görüşlerine ışık tutacak yeni bir
belge ortaya çıktı. 1932-1933 yıllarında Ankara'da görev yapan ABD
Büyükelçisi Charles H. Sherrill'in hazırladığı ve Atatürk'ün kendi
ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren rapor ilk kez Toplumsal
Tarih dergisinde araştırmacı yazar Rıfat N. Bali'nin hazırladığı
yazıda yayımlandı. Büyükelçi, Ankara'da görev süresi boyunca
Atatürk ile yaptığı görüşmelere ve gözlemlere dayanarak 'A Year's
Embassy to Mustafa Kemal' adlı bir kitap hazırlamıştı. Eser ilki,
1934 yılında Atatürk yaşarken, üç kez Türkçeye çevrildi.
Kitabın en ilginç bölümü Atatürk'ün dine bakışını içeren kısımdı.
Bu bölümde yazar, Atatürk'le yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş
ancak Atatürk'ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış bunu da "Din
konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamını
burada vermek hiç doğru olmaz" satırlarıyla dile getirmişti.
Ancak Sherill, kitaba sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi
özetleyerek bir rapora döktü ve ABD Dışişleri Bakanlığı'na
gönderdi. ABD Dışişleri Arşivi'ndeki bu raporu, Bali Türkçeye
çevirip Toplumsal Tarih'e yazdı. Aşağıda, raporun tam metni yer
alıyor.
ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ
Sayı:423
Ankara, 17 Mart 1933
Konu: Türkiye'de din
MÜNHASIRAN MAHREM
Saygıdeğer Hariciye Vekili
Washington
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik
mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü
birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye'de din meselesi bahis
edildi. İncelememde Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dininin gelişimi
konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için
-yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği
kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek
istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin)
(bilgisi) için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu
hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.
Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan mektebine
göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti.
Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası
oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini
istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de
annesi oğlanı Selanik'te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde
sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve
laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın
teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip ona
Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi
tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.
'Beşeriyetin Tanrı ihtiyacı'
Agnostik olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle
reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat'ın Mucidi ve Hâkimi tek
Tanrı'ya inanmak olduğunu söylüyor. Ayrıca beşeriyetin böyle bir
Tanrı'ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten
dualarla bu Tanrı'ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu
belirtti. Burada duruyor.
Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir
Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri
olmayan, sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa
söyleyebilirim. Suallerinde tamamıyla samimiydi, bu da din
konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, 10 yıl
önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet'in Reisicumhuru olarak iktidara
geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı.
Şeyh-ül İslam'ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer'iyyeleri ve bu
mahkemelere riyaset eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler
dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli
bulduğunu söyledi.
Osmanlı'da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin
olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz
kıldıran imamlardı.
Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra
Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat kaldığını
sordum. Kifayetsiz medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış ilk ve
ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi)
üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed'in hayat
hikâyesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli düsturlarla
dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit'te
tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil
ettirdiğini söyledi.
Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik
Amerika'da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese
ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın cuma sabahları
kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri'nde verilip
verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına
dair pek şüpheli göründü, ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale
alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi
fikri ona cazip geldi, çünkü bu şekilde hocaların erkek
partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak
ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.
Bursa hadisesi
Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe
konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından
çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü
Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen
sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın
Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi
maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum.
Bu sözlerim Kuran'ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl
ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu
mevzuda yepyeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandan beri
ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı
zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran'dan alınan bir Arapça bölüm
okudu.
Türkçe Kuran okutma nedeni
Bu duada Hz. Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden
ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* "Düşünen bir Türk'ün
böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi
göstermesini tahayyül edebilir misin?" dedi. Bu fikrini
geliştirdikçe ben de gitgide Kuran'ın Türkçe okunmasını teşvik
etmesinin sebebinin Kuran'ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu
neticesine varıyorum.
Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının
gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere
giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen
duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü. Saygılı
bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle yaşadığımız
tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23
Ocak'ta Ayasofya Camii'ne gidip Kadir Gecesi'ne şahit olduk. Ona
yüzde 20'si askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan
caminin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat
Gazi'nin de varlığını kabul ettiği Tanrı'ya doğrudan yönelttikleri
dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım.
Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları
hususunda izahat istemem, onun Türk gençliğinin din hakkında bilgi
edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması
gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar
vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik
ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn'un küçük ilahiyat bölümünde üç büyük
din hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye
inanmadığı sarihti.
Sovyetler gibi lağvetmeye karşıydı
Ancak Sovyetler'in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle
mutabık değil. Bellibaşlı camilerin hükümetçe muhafaza edilmeleri
ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiğinde ısrarlı. Üç
büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor.
Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı'ya sık sık
minnettarlığımızı dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde
şahsi dini inancının natamam olacağını söylediğim zaman şaşırdı,
ancak alakadar göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan, bu fikri
kaale alacağını söyledi. Benimle bu konuda daha fazla konuşma
arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı, zira Yusuf Akçura bey gibi
samimi arkadaşları beni sürekli onunla din hususunda konuştuğum
takdirde, Gazi'nin nazikçe 'dostluğumuz' olarak adlandırdığı
münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı hususunda ikaz etmişlerdi.
Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile
hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dini
inançlarını da hiç dile getirmediğini söyledi.
(Radikal)