Asena'nın hayat hikayesi
Abone olİbrahim Tatlıses ile kanlı bıçaklı olan dansöz Asena'yı Hürriyet Pazar mercek altına aldı. Küçüklüğünden bugüne kadar yaşadıkları ve düşünceleri ile işte Asena..
Babaannesi onu şöyle anlatır: ‘Hiç öküzden süt çıkar mı? Benim
kızım çıkarır! Bunun, istedi mi yapmayacağı şey yoktur. Bir şeyi
istemedi mi de kimse ona yaptıramaz!’ Bir yıl önce sinyalleri
sessiz ve ‘saygılı’ bir şekilde vermişti aslında... Büyüdüğü
memleket Almanya’ya kaçıp huzuru ararken, ‘İbrahim Tatlıses’le
ilişkim bitti ama mesleğim daha yeni başlıyor, yapacağım çok şey
var’ demişti. O günden beri mesleğini icra edemedi. İnanılır gibi
değil ama ettirilmedi. Oradayken bir ara Türkiye’ye geldi, bir
‘dansöz parçası’ olarak, ÖSS sınavına girdi. On yıl önce Marmara
Üniversitesi’nde bıraktığı Turizm ve Otelcilik eğitimine, Bilgi
Üniversitesi’nde devam etmeye başladı. Ama edemedi. ‘Tarzımı,
oyunumu değiştirdim. Yakında müziklerimi ve kostümlerimi de
değiştireceğim. Temmuzdan sonra Türkiye’de ve Avrupa’da tarih
yazacağım. Oryantalin dışında bir tarz belirledim’ demeci verirken
coşkuluydu. Gösteremedi. Daha önce de başka yerde çalışmaması için
tehdit edildiğini ileri sürerek savcılıklara gitmiş, ‘başına
gelecek herhangi bir kötü şeyden Tatlıses’in sorumlu olacağını’
söylemişti. Klasik müzik sanatçısı Anjelika Akbar’ın ‘Bach A
L’orientale’ adlı albümüne ilham vermiş, heyecanla galasına
giderken bacağından vurulmuştu. Bütün konserler, onsuz yapıldı.
Ondan da önce İngiltere Kraliyet Ailesi’nden birilerinin düğününe,
Elton John, Madonna, Diana Ross gibi isimlerle birlikte davet
edilmişti. Bu belki de Avrupa’daki geleceğinin kapısını açacaktı.
Ama birileri ondan habersiz telefon edip gösteriyi iptal
ettiğinden, kapı kapandı. Liste daha uzayabilir; ama Türkiye, dört
yıl boyunca bunlardan çok, onun İbrahim Tatlıses’le ilişkisini
‘magazin’ boyutunda izlemek durumunda kaldı. Kavga edip küsmeler,
barışıp tek vücut dans etmeler, kıskançlıklar, hafif işveli laf
atmalarla geçen bu reality show’a benzer diziye, zaman zaman dayak
sahneleri, tokat iddiaları ve sonunda bacaktan uyarmalarla şiddet
ve kan da karıştı ama nedense ciddiye alınmadı. Ya da ‘müstahak’,
‘kendi istedi’, ‘adam zengin’, ‘magazindir olur’ diye bakıldı.
Olayların bu boyuttan çıkabilmesi için Asena’nın ‘konuşması’
gerekti. Savcılığa yaptığı son suç duyurusunda artık açık açık
‘Tatlıses’in Korku İmparatorluğu’ndan dem vuruluyordu. Canlı
yayınlarda inanılmaz pervasızlıklarla ‘ben onu istesem 12 saatte
bulurum’lar, ‘ben bitti demeden bitmez’ler, demodelikten yıkılan
‘namusum’ söylemleri, gittiği kafeyi, okuduğu okulun kantinini
‘basmalar’, hepsi ‘yayın yoluyla alenen tehdit’, ‘eğitim ve çalışma
özgürlüğünün engellenmesi’ gibi ciddi suçlar olarak nihayet
muhatabına geri döndü. KORKU İMPARATORLUĞUNUN YIKILMASI GEREKİYOR
Hálá, ‘bunlar magazin insanları, bizi ilgilendirmez’ diye burun
kıvıranlar var. Ya da ‘sen İbrahim Abi’ye yanlış yaptın’ diyen koro
öbür tarafta türkü söylemeye devam ediyor. Ama Allah’tan, bir kadın
olarak Asena’yı destekleyenlerin sayısı da hiç az değil artık.
Belki bu yüzden canlı yayınlardaki tehditler ilan-ı aşka dönüştü
son günlerde; türküler ise ‘Kız ben seni vurmaz mıyım’lardan,
hiçbir şiddet içermeyen yeni romantik şarkılara... Ama hálá
değişmeyen bir şey var: Çok güzel dans eden bir kadının dans
edememesi, evine, okuluna gönül rahatlığıyla gidememesi... Ona
kimse iş vermiyor. İş verebilecek durumda olanlar, ya ‘saygıdan’ ya
‘korkudan’ ağzını açmıyor. İşte o yüzden Türkiye, hatta (onu 12
saatte bulabilecek insanlar olduğu, Almanya’da gittiği kafe bile
basılıp insanlar sorgulanabildiği için) belki Avrupa da Asena için
bir Korku İmparatorluğu olmaya devam ediyor. Oysa o kim ne derse
desin, hangi sebepten olursa olsun, bir zamanlar sevmiş olduğu
adamı geride bırakmak istediğini açık şekilde söylüyor. Ve ona en
çok dans etmek yakışıyor. Yeniden dans edebilmesi içinse bu Korku
İmparatorluğu’nun yıkılması yetmiyor; imparatordan korkanların
cesareti de gerekiyor. Bir de şunu hatırlamak gerekiyor: Asena, bu
ilişkiyi yaşamadan önce de vardı ve o zaman da çok iyi dans
ediyordu. Almanya’nın küçük bir kentinde büyüyen Heidi, onu
sahnelere taşıyan doğal yeteneğini, İbrahim Tatlıses’ten çok önce
keşfetmişti. İşte bu onun hikayesi... 30 yılı bulmayan bir süre
önce, anne ve babasının tek çocuğu ve Yay burcu olarak doğar. Onur
Çakmak’tır gerçek adı ama Asena, sonradan sahnelere çıkmaya
başladığında aldığı bir sahne adı değil, daha çok küçükken, denizci
dedesinin ona yakıştırdığı lakaptır. Aslında Rize kökenli olan
ailesi İstanbul’da yaşar, ancak bir seyahat sırasında sancılara
neden olunca, Bursa’da doğar. Doğumu bir yolculuğa denk gelmiştir
ya, daha iki aylıkken başlayacaktır uzun sürecek yolculukları...
Daha iki aylıkken, ‘imparator kadın’ diye nitelediği babaannesi
Nuriye Serinkaya’nın sıcak kucağına verilir anne ve babası
tarafından. Ve o günden bugüne, hayatının en önemli kadını, annesi,
babası, her şeyi, Nuriye Hanım olur. Peki onun deyimiyle ‘öbürleri’
neden olmamıştır? Hayatından yaprakların bu bölümü, tıpkı sahnede
dans ederken yüzünde beliren ifadeyi yaratan ulaşılmaz, aşılmaz
duvarlarla çevrilidir. Dolayısıyla, ‘Öbürlerinin idealleri vardı,
babaannem de yalnızdı. Ona verdiler. İyi ki de vermişler. Beni çok
güzel yetiştirdi’ sözleriyle yetinmek gerekir. Ama anne-babasız
büyümenin öyle kolay atlatılacak bir şey olmadığı, iki kere ikinin
dört etmesi gibidir. Bu noktada da, bir anlayışlılık hali ya da
yıllardır örülmüş savunma duvarlarıyla karşılaşır insan: Bu bir
terkedilme değildir ona göre, sadece hazır değillerdir kendisine.
Bildiği, dünyada kimsenin ona babaannesi gibi bakamayacağıdır.
Zaman ilerledikçe, ‘O dönem Almanya’da konsoloslukta çalışıyordu,
şimdi iyi bir turizmci’ dediği babası ve annesiyle, merak edip
görüşmüş, yine de anne olarak babaannesini bilmiştir. 15 YIL
ALMANYA’DA HEIDI GİBİ YAŞADI Rivayete göre, Almanya’nın Garmisch
kentine adım atan ilk Türk kadınıdır babaannesi; daha sekiz
aylıkken onu kucakladığı gibi Almanya’ya götürür. Anne baba
yokluğunu yüzeye çıkmış bir problem olarak yaşamamasının nedeni,
biraz da babaannesinin bu küçük kentte ona sunduğu hayatın
zenginliği olabilir. Çünkü aileden zengin olan, aynı zamanda orada
iyi bir ailenin aşçılığını yapan Nuriye Hanım, ona göre Sakıp
Sabancı’nın çocuklarına baktığından daha iyi bakar ona. Kemik
suyuyla yapılan yemekler, kasayla alınan muzlar, hiçbir arkadaşında
yokken üç bisikletinin, patenlerinin olması bir yana, Heidi’nin
hikayesine benzetir çocukluğunu. Küçük Paris ya da Las Vegas’a
benzettiği Garmisch, bir tarafında göl, bir tarafında orman olan
doğayla içiçe, modern bir şehirdir. Teleferikle dağlara çıkıp kayak
yapar, ata biner, patenden yüzmeye, tenise pek çok spor yapar,
ağaçların, bisikletin tepesinden inmez orada. Gerçi evde müthiş bir
disiplin vardır; tüm giysileri, ayakkabısından tokasına düzgün ve
‘takım’dır. Misafirlikte babaannenin gözle onayını almadan,
koltuktan kıpırdanmaz, hiçbir ikram kabul edilmez, babaanne okula
geldiğinde herkes bir toparlanma ihtiyacı hisseder, ama şefkatsiz
bir sertlik değildir bu. Görgü kurallarından lezzetli yemek
pişirmeye tüm hayatı öğrendiği, gururunu, inadını büyük ölçüde
aldığı kadındır babaannesi. Zaten ona çok benzetirler bugün, Küçük
Nuriye, derler. İlkokulun ilk üç yılını Garmisch’te okur. Ama
babaanne sıkılıp Türkiye’ye, yine sıkılıp Almanya’ya, sürekli gidip
geldiği için, o da 15 yaşına kadar onunla birlikte gider gelir.
Dolayısıyla ilk ve ortaokulu, babaannesinin bağ-bahçenin içindeki
evinin olduğu Kavacık’ta tamamlar. Ancak Almanya’yla bağı hiç
kesilmez; üvey annesiyle ablası, arkadaşları hálá oradadır. ŞİŞKO
DİYE ALAY EDİLEN SPORCU KIZ Adını anmasa da babasının mesleğini
seçerek Turizm ve Otelcilik Meslek Lisesi’ne girmesi tuhaf gelir
biraz; ama onun seçimi değildir. Hatta kendisine sormadan babası
tarafından bu liseye kaydedilmiş olmasına çok içerlemiştir. Çünkü
onun aklı fikri spordadır o yıllarda... Biraz dokunaklı geçen lise
yıllarında daha da çoğalacaktır bu isteği. Çünkü bugün, her
hücresine hakim olduğu ince vücudunu istediği şekle sokabilen bu
kadın, o zamanlar ‘iri yarı’, 75 kiloluk bir azman olarak görünür
hain arkadaşlarına. ‘Şişko... şişko’ alaylarıyla içine kapanır.
İçine kapanır ama hayatın peşini bırakmak anlamında değil;
basketbol, voleybol, body, her türlü sporla içiçedir yine ve içten
içe hırs yapmaktadır: ‘Bir gün öyle bir vücuda sahip olacağım ki,
hepiniz kötü bir durumda, arkamdan hayranlıkla bakacaksınız.’ Aynen
gerçekleşir bu. O zamandan tanıdığı arkadaşları gözlerine inanamaz
onu yıllar sonra gördüğünde. Spor Akademisi’ne gitmeyi düşünürken
yine kendini Marmara Üniversitesi Turizm Otelcilik Yüksek Okulu’nda
bulur ama bitiremez. Çünkü o yıl bir kalp rahatsızlığı olduğunu
öğrenip yıkılır; gerçi sonradan önemli bir şey olmadığını, sadece
kalp kapakçığının hafif içe dönük olduğunu, zaman zaman çarpıntı,
heyecan, tedirginlik yapmak dışında bir tehlikesi bulunmadığını
öğrenecektir ama o zaman okulu bıraktırır bu rahatsızlık ona.
RESEPSİYONİST, GARSON AMA ASLA ORYANTAL DEĞİL Bir ara LCC’ye gider,
mankenlik, fotomodellik dersleri alır. Aslında mankenlikten çok
fotomodelliktedir gözü. Çünkü kendini bildi bileli aynaya
baktığında ‘Güzel bir kadın değilim’ diye düşünmüştür. Ama güzel
olmayan kadınların genelde fotojenik olduğuna inanır. Kendisini de
öyle bulur. Ama fotomodellikte de, mankenlikte de yaver
gitmeyecektir şansı. Dalyan’da bir otelde resepsiyonistlik, bir
restoranda garsonluk, Almanya’yla iş yapan bir şirkette tanıtım
gibi işler yapar. Daha o zamanlardan başlar gururunu konuşturmaya;
mesela babaannesinden para istememeye. Ama dans, hele oryantal,
hayatının kıyısından bile geçmemiştir o yıllara dek. Ne küçükken
ayna önünde ütü kordonuyla şarkı söylemişliği, ne babaannesinin
süslü elbiseleriyle oynamışlığı vardır. Hatta babaannesi gibi o da
oryantal müzikten nefret eder, eve sokmazlar; daha çok yabancı pop
dinler. Ama eskiden beri bir kız arkadaşı vardır, çok güzel
oryantal yaptığı için Küçük Sibel Can denilen. O zamanlar Sibel
Can’ın kim olduğunu bilmediği gibi, arkadaşı sağda solda oynamaya
başladığında utanıp, gözlerini kapar. Ama onun çaldığı farklı tarz
bir Arap müziği vardır ki, o içten içe hoşuna gider. AA BU BÖYLE
YAPILMAZ DEDİ KENDİNİ SAHNEYE ATTI Yani, inanması biraz zordur ama
kendini sahneye atıp oynamaya başladığı ‘o gece’den önce, bu
arkadaşının çaldığı müziğe olan kulak ve figürlerine olan göz
aşinalığı dışında bir ilgisi yoktur dansla. O gece bir düğüne
davetlidir. Bir kenarda otururken, Arap müzikleri çalmaya başlar.
Öyle ki bir an, o eski arkadaşının çıkıp oynayacağını sanır. Ama
gelen dönemin isim yapmış dansözlerinden biridir. Dansı seyretmeye
başlar, seyrederken hiç beğenmez, figürleri o güzel müziğe hiç
yakıştırmaz, giderek içerler, içerlemesi sinir olmaya dönüşür ve
birden ‘o öyle yapılmaz, böyle yapılır’ diyerek kendini sahneye
atar. Buna en çok kendi şaşırır. Şimdi o sahnedeyken biri ona bunu
yapsa çok bozulacaktır elbet, o dansçı da bozulur ama ‘müzik öyle
heba edilince’ kendini kaybetmiştir bir kere, müzik kasedi bitene
kadar kimse indiremez onu sahneden. ‘Sen neymişsin’ övgüleri
babaannenin kapısına kadar ulaşır; o henüz ‘bu da nereden çıktı,
başıma iş mi açacaksınız’ noktasındadır ama Asena galiba o gece
farkına varmıştır yapması gereken işin. İLK SAHNE DENEYİMİ DAUM’LA
BEŞİKTAŞ ŞAMPİYONLUĞUNDA Bol bol yabancı oryantal kaset izlemek
dışında fazla üzerine düşmez dansın. Ama o bir Yay’dır,
girişkendir, cesurdur, birden karar verip girişebilir: 1995’te bir
gün, Beşiktaşlı bir tanıdığını ziyarete gider. Tesadüfen tanık
olduğu konuşma, Beşiktaş’ın o yılki şampiyonluk kutlamasında
yapılacak oryantal gösteriler üzerinedir. ‘Kimler çıkacak?’
sorusuyla dahil olur sohbete; birilerinin -ama ünlü üç dört
dansözün- isimleri sayılır. ‘Ben de o gece oynamak istiyorum’
talebi ise şaşkınlıkla karşılanır. ‘Peki ben gidip konuşayım, kim
bu kutlamayı yapacak şirketin sahibi?’ diye sorar. ‘Aman o çok üst
düzey, biz bile onunla her istediğimizde görüşemiyoruz’ cevabı
alır. Ertesi gün o şirkettedir. Kapıdakileri ‘bekleniyorum’ diye
kandırarak soluğu şirket sahibinin odasında alır. Ve konuya direkt
girer: ‘Ben hazırladığınız kutlama gecesinde dans etmek istiyorum!
İki saat oynarım. Para da istemem. Yeter ki çıkarın beni.’ Önündeki
yazılarla ilgilenen zat, kafasını kaldırır ve şöyle der: ‘Sen de
kimsin?’ ‘Anlatacağım’ der, ‘ama güvenliği çağırıp kolumdan tutarak
attırmayın beni dışarı.’ Sevimli gelir bu hali. Görüşmenin sonunda,
‘rezil olmayacağı konusunda’ karşısındakini ikna etmiş, gecede dans
etmek için izni koparmıştır. Hemen kostüm yaptırır, müzik kasedini
hazırlar, geceler boyu dinleyerek kafasında koreografilerini yapar,
heyecanla geceye doğru yola çıkar. Ertesi gün gazetelerde,
Beşiktaş’ın o zamanki Teknik Direktörü Daum’la karşılıklı yaptığı
danslar vardır. Gerçi ‘dansözler’den biridir sadece, Asena adı
yoktur henüz ama yakındır. İşte biz bundan sonra yavaş yavaş
tanırız Asena’yı. Günlük hayatında ne kadar sade, samimi, esprili
ve muzipse, sahnede o kadar şık, o kadar uzak, bazen vahşi bir
kediye, bir kurta, hatta çakala benzeyen Asena’yı. Vücudunun her
bir kasına nasıl bu kadar hakim olabildiğine şaşar, dansının
kendine özgülüğünü farketmeye başlarız. O OKULU BİTİRECEĞİM Bundan
sonra ne olacak? Tek dileğim özgür olmak. Kendi hayatımı yaşamak.
Bütün normal insanlar gibi evlenip çocuk sahibi olmak istiyorum ama
şimdi değil. Bu ilişkinin geri dönüşü yok artık. Ne reklamla, ne
başka şeyle alakası var. Bütün tartışmalar da bitsin, herkes
birbirine zarar veriyor, olayların bu noktaya gelmesi ona da zarar.
Evime gidiyorum. Okula gelince, bu aralar moralim bozuk. Sadece
önemli bir sınavım var, ona gireceğim. Ama o okulu öyle ya da böyle
bitireceğim. Asena bunları aşacak. Sözün bittiği yerde dansla
konuşuyor Onun farkı doğal yeteneğinin yanında, yıllarca yaptığı
sporda ve hırsında yatar; bu yüzden pek dans çalışmamış hep
streching yapmıştır, kaslarına istediğini yaptırır, istemediğini
yaptırmaz. Yaptığını oryantal olarak değil, ‘bedenini konuşturma’
olarak yorumlar. O dil, içinde durur durur, aniden saldırır. Ama
sahnedeki vahşi yaratık, müzik biter bitmez yumuşar, ışıltılı
giysilerden kurtulup sade bir eşofman geçirir üstüne, sakin bir
meleğe dönüşür. Sözün bittiği yerde de dansla konuşur. Onu anlamak
için dansını seyretmek gerekir. Zaten o dans edince, herkese susmak
düşer. Dansıyla kurar çoğu zaman ilişkisini; bir adama ‘Öküzün
tekisin sen!’’ bile diyebilir dansla. Ya da ‘sen özelsin, ben seni
seviyorum.’ Bir kadına dansıyla ‘Teyzeciğim, sen niçin bana
bakmıyorsun, ben sana ne yaptım?’’ diye sorar, onu kazanır. Sahnede
aksi mi aksidir aslında; surat bir karış, sanki oturanların ona
borcu var, ödemiyorlar! Ama dans ettikçe yumuşar, ayakları yerden
kesilir, gülümser. GENELDE KİMSENİN BEĞENMEDİĞİ ADAMLARI SEVDİ
Genelde kimsenin beğenmediği, ‘itici’ bulduğu adamları sevmiş.
Okulda platonik bir ilişki yaşadığı çocuğun çirkin mi çirkin
olduğunu, kendi ilgisi yüzünden şımarıp onu aldatmaya kalktığını
hatırlıyor. Ama dans, önemli bir iletişim aracı erkeklerle
arasında. Birçok teklifi bu yolla aldığı vaki. Kadınlar zevk alıyor
dansından, erkekler merak ediyor: ‘Nasıl yapıyor? Acaba başka
zamanlarda da bu hareketleri yapabiliyor mu?’’ Adı pek çok kişiyle
çıkmış ama gerçek sevgililerini çok az kişi biliyor. Ne müzik, ne
moda, ne dans eğitimi var. Ama hepsi birbirinden şık dans
kostümlerini kendi çiziyor, renklerine ve kumaşlarına kendi karar
veriyor, kostümcüsü dikiyor. O kendi müziğini de kendi yapıyor. Bir
fırsat verilse, albümler dolduracak ritim düzenlemeleri var;
Anjelika Akbar’ın Bach A L’orientale albümünde, klibinde dans
ettiği parçanın ritim düzenlemesi de ona ait... TAM AYRILIYORDUM
VURULDUM 1.5 yıl, işten eve, evden işe kendimi kapattım.
Söylenenlere de inanmadım. Her dediğini de yapmıyordum ama saygımı
da esirgemiyordum. Bir şeylere inanıyorsunuz ama bazen yalan şeyler
de söyleniyor, üç dört kez şans verdim ona. Sonunda bardak taştı.
Ben dürüst davrandım, ondan da bunu bekledim. Her şeyi öğrendikten
sonra başkaldırmaya, ayrılmak için mücadeleye başladım. Tam
ayrılıyordum vuruldum. Sonra yine ayrılmak istedim, bu sefer onun
başına sıkıntılar geldi, bu zamanda bir de sen vurma dediler,
yapmadım. AYAĞINI KİME VERDİ? Onu bacağından yaralamak suçundan
yargılanan Ahmet Demir, kendi kararıyla ateş ettiğini söyledi
mahkemede. Yargılandı, sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı, konu
kapandı! Yıllar sonra, geçen hafta, Asena canlı yayında, ‘Artık
özgür olmak istiyorum. Ayağımı verdim’ dedi. Bu ‘Beni İbrahim
Tatlıses vurdurdu’ demek miydi? Hayır, diyor: ‘O konulara girmek
istemiyorum. Kimsenin günahını alamam. Böyle olduğuna inanamam.’
Amerikan Başkanı’yken Bill Clinton’ın ve ünlü İngiliz sanatçı Mick
Jagger’ın önünde -nasılsa- dans edebilme fırsatını yakalayan Asena,
Anjelika Akbar’ın Bach A L’orientale konserlerine ‘vurulduğu’ için
çıkamadı. Sadece klipte ve iyileştikten sonra iki kez dans
edebildi. BARDAĞI TAŞIRAN DAMLA Ben çok sevdim. Arkadaşlarım
İbrahim Bey’e taptığımı söylüyorlardı. Çok sevdim ama bir gecede de
hepsi yıkıldı. Bardağı taşıran güven konusuydu. Başta dedim ki,
‘Bir sürü insan bir sürü şey söylüyor ben bunlara inanmak
istemiyorum. Dünyanın en kötü şeyini yapsanız bile bana doğruyu
söyleyin.’ Hatta teşekkür etmişti. Emel Armutçu / Hürriyet
Pazar