Arman ve Akman'ın düellosu
Abone olAyşe Arman, kendisi gibi röportajlarıyla ünlü Nuriye Akman ile konuştu. Akman, Arman'ın yer yer 'iğneli' sorularına tepki gösterdi. İşte düello gibi röportaj:
Ben bu kadar kendine güvenen bir ikinci insan tanımıyorum
çevremde! Bu ne demek? Tam benim zıddım demek. İkimiz de aynı işi
yapıyoruz ama ben ne kadar güvensizlik krizleriyle boğuşuyorsam; o
da o kadar, kendine, bilgisine ve duruma hakim biri. Bir aşırı
güven hali. Bence ikimizi toplayıp, ikiye bölüp, bir kişi elde
etmek en doğrusu! Ben Nuriye Akman’ı seviyorum, işlerini çok
başarılı buluyorum. Eğri oturup doğru konuşalım: Bu ülkenin en iyi
röportajcılarından biri o. Genellikle konuşulan, tartışması hafta
içine yayılan röportajların altında onun imzası olur. Titizdir,
dersine çok iyi çalışır, hatta bazen cinayet aleti yerine
geçebilecek tuğla gibi sorular sorar! Bir de üstüne üstlük Doğan
Kitapçılık’tan Nefes adlı bir romanı çıktı. Onunla röportaj yapmak
benim için bir keyifti. İki röportajcı karşı karşıya gelince, ne
konuşursa, onları konuştuk.... Bu ülkenin en iyi röportajcılarından
biri olabilmek için kaderinizi, çevrenizi, ailenizi, şartlarınızı
ne kadar zorlamak durumda kaldınız? - Çok. Bana hiçbir şey gümüş
tepsilerde sunulmadı. Her şey zor oldu. Her an tırnaklarımı
çıkarmış, aportta bekliyordum. Ama yenilgiyi hiç kabul etmedim. Ben
röportajcı olmadan da donanımlıydım. Hatta, insanları
küçümsüyordum. Çünkü ne siyasi tarih biliyorlardı ne de edebiyatın
temel eserlerini okumuşlardı. Popüler kültürün kuyruğuna takılmış
gidiyorlardı. Ve utanmadan ‘Ben gazeteciyim’ diyorlardı. Ben
iyiydim yani. Çok iyiydim. Ve nihayet görüldü... Sizin röportajcı
hayatınızda dönemler var mı? Gençlik, olgunluk gibi. Ya da sert
röportajlar, yumuşak röportajlar gibi... - Var öyle dönemler. Şu an
47 yaşındayım. 40 yaşından sonra bende bir iç olgunluk hali oluştu.
Daha yumuşak röportajlarımın sayısı arttı. Röportaj yaparken illa
‘adam dövmek’ gerekmiyormuş. Bazen de onları sevmek icap
ediyormuş... Yani yumuşak söyleşiler yapabilmek için 40’ınızı
geçmeniz mi gerekiyordu? - Evet. Kendimi kanıtlamam gerekiyordu.
Belki de bende geç kalmışlık duygusu vardı. 32 yaşında bu meslekte
tanındım ben... Siz sorulan soruların, verilen cevaplardan daha
önemli olduğunu düşünüyorsunuz... - Evet kesinlikle... Gerekçeniz?
- Hayat, baştan aşağı bir sorudur. Hayat, cevap değildir... Bir
insan, kendi sorduğu soruların karşısındaki insanın vereceği
cevaplardan önemli olduğunu düşünüyorsa, karşısındaki insanı
küçümsüyordur... - Hayır, ben onları küçümsemiyorum! Röportaj
yaptığım insanlara aslında iyilik yapıyorum. Kendilerine asla
sormaya cesaret edemedikleri soruları ben onlara soruyorum. Bedava
terapi yapıyorum! Hayatları ellerinden kayıp gidiyor ama
kendilerine sual sormuyorlar... Mesela ben, şu anda soru soranım.
Ama özne sizsiniz, ben değilim! Benim sorularımdan çok, sizin
cevaplarınız önemli. Çünkü biz sizi tanımaya çalışıyoruz, sizin
dünyanıza girmeye uğraşıyoruz... - İyi ama ancak sorularla bir yere
varılabilir. Karşımdaki sormuyorsa kendine, benim görevim ona soru
sormak. Bu sayede onu hem kendine hem başkalarına tanıtmak. Soru
sorarak, ben onu açıyorum... Dünyanın en şahane sorularını sormuşum
kaç yazar, karşımdaki bana kendini açmıyorsa! - Bu da senin
becerin. Senin mimiklerin, senin kullandığın taktikler, senin
soruların, senin kalp gözünün açıklığı... Senin sayende bu hikaye
çıkıyor... Sen daha önemlisin! Ya karşımdaki insanın kalp gözü
kapalıysa, o şahane sorularıma rağmen kendini açmıyorsa, ‘N’apalım
ben çok iyi sorular sordum ama olmadı’ diye salak salak sevinecek
miyim? Soruları bu kadar önemsemek, röportajcının kendini
gereğinden fazla önemsemesi değil midir? - Bu konuda farklı
düşünüyoruz.... Peki devam edelim o zaman... Sizin
röportajlarınızla benimki arasında sizce ne fark var? - Sen çok
fazla mültefitsin! İltifat eden kişi manasında. Benim sorularım
biraz daha kurcalayıcı ve korkutucu... Türkçesi: Ben adam
parlatıyorum, siz kafa koparıyorsunuz! - Evet. Böyle de
özetleyebiliriz. Çok doğru... O yüzden mi bana röportaj
veriyorsunuz! Sizi parlatayım diye mi? - Hayır. Ben herkese
röportaj veriyorum... Siz röportaj yaparken, karşınızdakini ezince
tatmin ve mutluluk duygusu mu yaşıyorsunuz? - Kişisine bağlı. Eğer
karşımdaki adam, namussuzsa, kara para aklamışsa, mafya babasıysa
ya da yalanla dolanla uğraşan bir politikacıysa, verdiği hiçbir
sözde durmadıysa, tabii ki onu ezmekten mutlu olurum. Bu arada, ben
gerilimi bilerek yaratıyorum. İnsanlar bunu benim karakterim
zannediyor. Oysa değil. Bu, seçilmiş bir davranış biçimi.... Bir
‘pazarlama taktiği’ mi? - Elbette. Uzun yazılar okunmuyor. Kuş
kondurmak lazım. O yüzden bile isteye gerilim yaratıyorum. Birinin
eksik yanlarını bulmak ve herkese göstermek sizi neden bu kadar
mutlu ediyor? - Çünkü bizler eksik yanlarımızla bir bütünüz. Bizler
eziğiz. Eksik yanlarımız var ve onlarla yüzleşmek zorundayız. Sen
de benim eksik yanlarımı, zaaflarımı bulsan buna hiç itiraz etmem.
Ne güzel kendimi tanımama yardımcı olmuş olursun! Röportaj yaparken
kendinizi karşınızdakiyle düello yapar gibi hissettiğiniz oluyor
mu? - Tabii ki oluyor. Ben bu heyecanı seviyorum. Adrenalin
yükseliyor. Doğa sporu yapmak gibi bir şey... Peki güç dengelerini
elinde bulundurmak için özel bir çaba sarf ettiğiniz oluyor mu? -
Ben bütün sorularımı, aynen senin şu anda yaptığın gibi
gülümseyerek soruyorum! Dolayısıyla, özel bir çaba sarf etsem bile
karşımdaki hissetmiyor. Hepsi memnun ayrılıyor, teşekkür ediyor.
Zaten ben kimsenin kafasını gözünü yarmıyorum, sadece biraz zor
soruyorum... Her röportajınızda öğretmen rolü oynamak zorunda
mısınız? - Çoğunlukla öğretmen rolü oynadığım doğru. Çünkü çok şey
biliyorum. Ve insanlara bunu aktarmam gerektiğini düşünüyorum....
Çok şey bilen biri, çok şey bildiğini söyler mi? - Ben çok şey
bilmeyi, hiçbir şey bilmemeye eş değer olarak söylüyorum! Şimdi
bunu ekliyorsunuz. Çevir kazı yanmasın yapıyorsunuz! Sizin yakın
bir arkadaşınız filan yok mu: ‘Gözünü seveyim Nuriye. ‘Çok şey
biliyorum ben’ diye ortalıkta dolaşma komik oluyorsun...’ diyen. -
İyi de niye? Bilerek soru soruyorsam... Bilmek için özel çaba
gösteriyorsam... Dersimi çalışıyorsam... Gerçekten biliyorsam
karşımdaki insanı... Hatta onun kendini bildiğinden bile daha
fazla... Niye gizleyeyim bunu? BURNUMU YAPTIRDIM, ÇÜNKÜ...
Burnunuzu neden yaptırdınız? - E çok kötüydü. Röportajcı olunca,
fotoğraf da çektirmeye başlıyorsun. O fotoğraflarda burnumu
görünce, halletmem gerektiğini düşündüm. Kendiniz için mi burnunuzu
‘hallettiniz’, erkekler için mi? - Tabii ki kendim için! Ne
erkekleri? Ben fotoğraflarda güzel çıkmak için burnumu yaptırdım...
Peki sizin erkekler için de yaptığınız bir şey yok mu! - Nasıl
yani? Hangi erkekler için? Böyle genellemelerle bir yere
varamayız... Erkekler tarafından müthiş arzulanan bir kadın olmayı
mı, yoksa erkekler dahil herkese hükmeden acayip güç sahibi bir
kadın olmayı mı isterdiniz? - İkisi de değil. Bunlar bana hafif
sorular. Ben başka taraklardayım. Ben makas değiştirdim... Pardon
siz neredeydiniz? - ‘Varlık nedir? Niye bu dünyadayım? Ne
yapabilirim? Bu vahdedi vücud nedir? Nasıl bu kadar her şey
birbirine bağlı, zincirin halkaları gibi.. Nasıl oluyor? Bu kuş
nasıl uçuyor? Aman Allah’ım bu güneş nasıl böyle güzel batıyor...’
İşte ben buralardayım. Çok güzel! Sizin için sevindim. DOMİNANT
TEYZE OLMANIN BENİM AÇIMDAN BİR SAKINCASI YOK ‘Dominant teyze’ gibi
durmanın sizin için bir kompleks belirtisi olduğunu birileriyle
tartışabilir misiniz? Yoksa kafadan ret mi edersiniz? - Neden
dominant teyze? Sorularım baskın diye mi? Yoo, sadece sorular
değil. - Halimde tavrımda da mı var? Evet, bazen... Bunu özellikle
mi yapıyorsunuz? - Yooo. Hiç farkında değilim. Gerçi, benim açımdan
bir sakıncası yok. Dünyada bir tane de ‘dominant teyze’ olsun,
n’olur ki? Benim tabii öbür anaç yönümü görmediğiniz için... Tam
tersine ‘Amma da anaçsın!’ diyenler var... Peki şu andan itibaren
sizin herkesin bilmediği taraflarınızı konuşalım... Kompleksleriniz
neler? - Valla, yok. Tek kompleksim belki de komplekssiz olmam!
Ayol, neden kompleksim olsun ki? Doğru ya... ‘Güzelim, akıllıyım,
zekiyim, ben her şeyi biliyorum....’ - Evet, inanılmaz nimetlerle
doluyum! Dünyada kaç kişi bize verilen nimetleri yaşayabiliyor? Siz
kendinizi gereğinden fazla ciddiye alıyor olabilir misiniz? - Evet,
kendimi de, hayatı da gereğinden fazla ciddiye alıyorum. Ama
kendimi ciddiye almam hayatı zevkle yaşamama engel değil ki. Ben
çok mutluyum. Gördüğüm her şeyden aşırı heyecanlanıyorum. Bir
kediden, bir dalgadan, bir tepeden.... KARŞIMDAKİ ERKEKLERİ
BİLGİSİZ GÖRÜNCE KÜÇÜMSÜYOR MUYUM NEYİM... Röportajlarınızdaki
‘hırçınlık’ erkeklerle ilişkilerinize de yansıyor mu? -
Yansıyordur. Bilmiyorum aslında... Bak, buna cevap vermekte
zorlandım... Sorudan kaçmaya çalıştığım için değil... Bunu
erkeklere sormak lazım... Sizin erkeklerle ilişkileriniz nasıl? -
Çok parlak değil. Adım atarken çok tereddüt geçirir misiniz:
‘Güveneyim mi, güvenmeyeyim mi?’ - Evet, güven konusu önemli... Çok
güvenmiyorsunuz erkeklere... - Ne güveniyorum ne güvenmiyorum.
Yalnız galiba, ben bilgiye fazla önem veriyorum. Ve karşımdakileri
bilgisiz görünce... Artık küçümsüyor muyum.... Bilemiyorum. Evet
ama bilgili erkekler de var şu hayatta! Acaba sizin karşınıza
çıkanlar mı bilgisiz? - Kim bilir, belki de. Bana dediler ki:
‘Benden şu kadar gömlek büyüksün!’ Ben n’apim? Ben nasıl
küçülebilirim? Erkekler sizi taşıyamıyorlar, çünkü sizin onlara
birkaç gömlek üstün geldiğinizi düşünüyorlar. Doğru mu anlamışım? -
Onlar bunu bana söylediler. Yoksa edepsizlik edip, böyle bir şey
söylemem ben. Biri resmen böyle bir cümle kurdu... İçinizden ‘Haklı
aslında’ filan mı diyorsunuz? - Ayrılıyor zaten. Ayrılma gerekçesi
olarak bunu söylüyor. Belki de adam sıkılıyor, sizi sıkıcı buluyor,
vınlayabilmek için böyle havalı bir gerekçe sunuyor... - Beni
sıkıcı bulmak mı? Bu söylediğine inanamıyorum! Ben çok renkli bir
kişiyim. Bence mesele onun renksizliği, onun sıkıcılığı... Bak
şimdi, bir müzik aletinin doğru notalarına basmak lazım, doğru
tellerine dokunmak lazım... Sizi bugüne kadar doğru çalan bir adam
olmadı... - Olmadı... Şu son senelerde mi, yoksa hiç mi olmadı... -
E hiç olmadı. Oooooo! DURUMA HEP HAKİMİM BİR DE ŞU RUH EŞİMİ BULMA
MESELESİ OLMASA Siz bir kadın olarak hiç mi güvensizlik krizi
yaşamazsınız hayatta? - Yoo, niye yaşayayım? Hiç sorgulamazsınız
birtakım şeyleri: Mesela ‘Ben yeteri kadar iyi bir anne miyim,
değil miyim?’ - Tabii ki sorguluyorum. Ama çok iyi bir anne
olduğumu biliyorum. İşimi de çok iyi yaptığımı biliyorum... Nedir
bunun formülü? Nasıl sürekli kendinizden bu kadar emin oluyorsunuz!
- Yapı meselesi herhalde. Her zaman kendinden ve her yaptığı işten
emin olan birisiyim. Hayatınızdaki bütün tablolarda duruma hakim
kompozisyondasınız... - Evet öyleyim. Hakim olamadığım bir tek konu
var: O da ruh eşimi bulamama konusu. Onun dışında hakikaten, bütün
durumlara hakimim. Belki de patalojik bir şey, bunu da aklımla
çözebileceğimi düşündüm. O adamı bulabileceğimi düşündüm. Belki de
aramakla bulunamayacağını öğretmek istedi kader bana. Bu da böyle
bir sınav. Ruh eşimi bulmak dışında hiçbir problem yaşamadım. Ve
hayatla ilgili öğrenmem gereken tek şeyin bu olduğunu anladım: ‘Her
şeyi mantıkla çözemezsin, her şeye hakim olamazsın hanımefendi!’
Peki ruh eşinizi bulamamak sizde nasıl bir göçük yaratıyor? - Göçük
yaratmıyor. 9 yıl evvel boşandım ben, ondan sonraki birkaç yıl
içinde, çok yoğun olarak şöyle şeyler hissettim: ‘Neden
bulamıyorum? Ne oluyor? Fazla mı dominantım? Fazla mı bilmişim? Çok
şey mi bekliyorum?’ Evet, özgürlük duygusu çok önemli ama ben
sadakat da bekliyorum. Hem birbirimizden bağımsız yaşamlarımız
olsun, birbirimizin ümüğüne basmayalım hem de birbirimize sadık
olalım. Şu anki ilişkilerde bu ikisi birlikte yürümüyor....
Röportaj: Ayşe Arman Kaynak: Hürriyet Gazetesi