Anne…

Nesrin YILMAZ nesriny@internethaber.com

Akşam, kucağımda bilgisayarım, sehpanın üzerinde bir tabak dolusu kuruyemiş (ama ben kuruyemiş pek sevmem ki!), yanında çeşit çeşit meyve (soyulmuş, dilimlenmiş)…

 

Anne ben bunların hepsini nasıl yiyeyim? Diye soruyorum, “Zaten bir şey yediğin yok, yavaş yavaş ye” diyor…

 

Yatıncaya kadar!

 

Ve hemen tabakların yanı başında bir fincan dolusu, adının ne olduğunu bilmediğim otlardan yapılmış bir çay…

 

“Anne bu çok kötü kokuyor” diyorum, “Koklamadan iç” diyor J

 

Bu pek mümkün değil ama annem mutlu olsun diye suratımı ekşite ekşite içmeye çalışıyorum…

 

“Bugün televizyonda izledim, bu ot kanseri önlüyormuş” diye başlıyor yine saymaya, “İyi ama anne ben kanser değilim ki” diyorum da, kime diyorum…

 

“Sen önlemini al ki o illet vücuduna giremesin, bak bir sürü insan bu hastalıktan gidiyor, dağlara taşlara” diyor… Susuyorum…

 

Üzülmesin diye bir yudum daha alıyorum ama istemesem de kokusu buram buram yayılıyor içime…

 

Annem bana bakıyor ben fincanı elime alıp ağzıma götürdüğümde, yutuyor muyum diye… Ya odanın ortasında gargara yapıp tükürecek halim yok ya!

 

İçim gülüyor…

 

“Ne güzel beni düşünen biri var, zehir olsa içerim” diyorum kendi kendime…

 

*

 

Televizyonu açtım, haberlere bakıyorum, her zamanki gibi iç karartıcı bir sürü haber…

 

Dün akşam, en çok, geçirdiği trafik kazası sonucu boyundan aşağısı felç olan küçük Şirvan acıtıyor canımı…

 

Annesi kızını kurtarmak için, eski eşinden yani Şirvan"ın babasından bir çocuk sahibi olmak zorunda…

 

Kök hücreyle kızını kurtarabilecek…

 

“Babasını ikna ettim, bu olaya karşı çıkan ailemi kızım için karşıma aldım, herkesi yok saydım” diyor…

 

Anneme bakıyorum, ağlıyor… Ben ağlıyorum…

 

Anne diyorum… O bir anne…

 

Kızı gözünün önünde çaresiz yatarken, çare olmak için, ayrıldığı eşinden çocuk sahibi olmaya razı olan, ailesini karşısına alan kocaman yürekli bir anne…

 

Haberler bitiyor ama sanki dünyanın en büyük fincanındaki o ot karışımı bitmiyor…

 

Annem hiç üşenmeden kalkıp fincanın içine bakıyor, “İki yudum şeyi içemedin, buz gibi oldu” diye söyleniyor, Şirvan aklımda, annesi yüreğimde “fondip” yapıyorum… Iğğyy! kötü gerçekten tadı… Ama annem yaptı, içtim bende…

 

Titriyor vücudum, acı bir tat damaklarımda…

 

Dalıyorum internete…

 

Haber sitelerini geziyorum, bir haber ilişiyor gözüme…

 

Geçirdiği trafik kazası sonucu üç aydır yoğun bakımda yatan hala kimliği tespit edilemeyen, kazayı yapan sürücünün ve eşinin baktığı, kimsesi bulunamayan ve adı Umut konulan bir gencin hikâyesi düğümleniyor boğazımda…

 

Ve üç ay boyunca söylediği tek kelime ilmik ilmik diziliyor kalbime:

 

“Anne…”

 

Anneme okuyorum haberi…

 

Dalıp gidiyor… “Okuma kızım böyle haberleri bak üzülüyorsun” diyor…

 

O hala beni düşünüyor…

 

Bense anneleri…

 

Evlatları için her şeyden vazgeçebilecek güce sahip, eşsiz kahramanları…

 

Sonra dönüyorum anneme; “Var mı bir fincan daha?” diye soruyorum, bir telaşla, “Var var” diyerek alıp fincanımı mutfağa gidiyor…

 

Kokluyorum odayı…

 

Her yer mis gibi bitki çayı kokuyor…