Ankarayı zıplatan bildiri
Abone olYargıtay açtı ağzını yumdu gözünü. Güncel tartışmalara ilişkin sert çok bir bildiri yayımladı. İktidar da nasibini aldı.
Bildiride dikkat çeken bir nokta da Anayasa
Mahkemesi’yle ilgili verilen mesajdaydı. Anayasa Mahkemesi'ni
etkilemeye çalışma hevesinin sonucu etkilemeyeceği
belirtildi.
Hükümetin hedef alındığı bildiride öne çıkan başlıklar şöyle:
Yargı bağımsızlığı hazmedilemiyor, Yargı mensupları hedef
gösteriliyor.
Kapatma davası açan Yargıtay Başsavcısı, ile toplum arasında husumet yaratılmaya çalışılıyor
Türbanla ilgili düzenleme eleştirilere ve toplumsal mutabakat oluşmamasına rağmen engellenemeyen bir hızla yasalaştı.
Hazırlanan Anayasa taslağı bir siyasi görüşün direktif AB kriterlerini bile karşılamıyor.
Yargı ve mensupları yabancılara şikayet ediliyor.
Hazırlanan düzenlemeler bizden önce onlara gösteriliyor. Bu hiçbir
devlet ciddiyeti ile bağdaştırılamaz.
İşte çok konuşulacak ve tartışılacak Yargıtay Başkanlar
Kurulu Bildirisi'nin tam metni:
Kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel
niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden
ve Yargı erkine yönelik sistemli saldırıların ivme kazanmasından
duyduğu kaygıyla Yargıtay Başkanlar Kurulu;
Aşağıdaki görüş ve önerilerini, adına yargı yetkisi kullanmaktan
onur duyduğu Yüce Milletiyle paylaşmak gereğini duymaktadır.
Tartışılmaz bir gerçektir ki;
“Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti” idealinin,
yüceltmeyeceği kişi ve kurum yoktur.
Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseme, sahiplenme ve koruyup
yüceltme işlevinde, Devletin temel organları olarak Yasama, Yürütme
ve Yargı, Anayasa gereği, uygar bir işbölümü ve işbirliğiyle yetki
ve sorumluluk üstlenmiş, erkler arasında üstünlük sıralaması
olmadığı, üstünlüğün sadece Anayasa’da bulunduğu ilkesi getirilmiş,
yargının bağımsızlığına özellikle vurgu yapılmıştır.
Ne var ki;
Bir yıla yakın süreçte ve özellikle son zamanlarda, giderek artan
bir biçimde, Yargı erkine yönelik ve hukuk devleti olma ilkesiyle
bağdaşmayan sistemli saldırılar, anılan temel ilkeleri zedeler
olmuştur.
Süreklilik gösteren bu davranışlar, toplumun, çözüm bekleyen
sorunlarının ve gerçek gündeminin ötelenmesine, gelişimine
harcanması gereken zamanın gereksiz biçimde yitirilmesine neden
olur hale dönüşmüştür.
Bu cümleden olarak;
Gelişen dünyaya uyumda yetersiz kalan Anayasanın kimi hükümlerinin
yenilenmesi konusunda oluşan genel kabulden yararlanılmak suretiyle
bir siyasi görüşün istek ve direktifi doğrultusunda bütünü
değiştiren bir taslak hazırlattırılarak, “en doğru ve en çağdaş
Anayasa” tanımlamasıyla kamuoyuna sunulmuş, Anayasaların en geniş
toplumsal mutabakatla, tartışma, uzlaşma ve sahiplenmelerle
hazırlanması gerekeceği göz ardı edilmiş, böylece ilk ciddi
gerilim, beklenmedik bir zamanda ve hiç de gerekli olmayan yöntemle
gündeme yerleştirilmiştir.
Taslağın, içeriği itibariyle “lâik cumhuriyet, hukuk devleti ve
yargı bağımsızlığı” temel kavramlarıyla önemli ölçüde çelişmesi,
haklı tepkilere zemin hazırlamış, o evrede Yargıtay Başkanlar
Kurulu, 28.09.2007 günlü bildirisiyle;
“1- Yürürlükteki Anayasanın özünü ve lâik Cumhuriyetin dayanağını
oluşturan ve metne dahil olduğu 176. maddede ifade edilen
“Başlangıç” bölümünün sözünde ve özünde kısaltma yapılarak etkisiz
hale getirilmesinin kabul edilemeyeceği,
2- Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez
hükümleri korunur gibi görünse bile başka maddelerde yapılacak
değişikliklerle Cumhuriyetin temel ilkelerinin zaafa uğratılmasının
benimsenemeyeceği,
3- Cumhuriyetin vazgeçilmez temel dayanağını oluşturan ve Yüksek
Mahkeme kararları ile çerçevesi isabetle çizilmiş olan lâiklik
ilkesinin doğrudan veya dolaylı yeni düzenlemelerle
zayıflatılmasının kesinlikle kabul edilemez olduğu,
4- Tarafsızlığı tartışma konusu olamayacak, bağımsızlığı ise bir
türlü sağlanmak istenmeyen Yargı erki’ni, Yasama ve Yürütmenin
denetim ve hakimiyetine daha ziyade çekme niyetini açığa çıkartan
önerilerin asla uygun bulunamayacağı,
Açıklanan vazgeçilmez ilkeler doğrultusunda ve bu sorumluluk
duygusu ile gelişmelerin takipçisi olunacağı”
Yönündeki karşı duruşunu Ulusuna duyurmak zaruretini
hissetmişti.
Toplumun yoğun ve isabetli refleksi, anılan taslağın
yasalaştırılması girişiminde duraksama yaratmış; ancak, Anayasanın
10. ve 42. maddeleriyle ilgili değişiklik, engellenemeyen bir hızla
yasalaştırılmıştır.
Tüm gelişmeleri izleyip değerlendiren Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı, Anayasanın ve yasaların kendisine yüklediği
sorumluluğun gereği ve tezahürü olarak, yasal yöntemle topladığı
kanıtlara dayanmak suretiyle bir siyasi parti hakkında iddianame
düzenleyerek Anayasa Mahkemesi nezdinde yargılama ve müeyyide
talebinde bulunmuş, ne var ki talebin muhatapları ve onların
yandaşları, iddianamenin kurumsal olduğu gerçeğini gözardı ederek,
akla, mantığa ve hukuka aykırı tavır, söylem ve yazılarla ve hatta
çoğu suç teşkil eden davranışlarla, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı’nı, toplumun tepki ve husumetine muhatap kılmaya
yönelmişlerdir.
Bu türden davranışların, kişisel tatmin duyguları ötesinde,
yargılanan siyasi kuruluşa hukuken hiçbir yarar sağlamayacağı,
yargılamanın sonucunu da etkileyemeyeceği gözetilmemiş, zaman zaman
şiddetini kaybetse de bütünüyle sona erdirilmediği, belki de
bilinçli tarzda sona erdirilmek istenmediği gözlenir olmuştur.
Süreçte;
Çelişki ve yanlışlıklar sürdürülmüş, açılan davayı Anayasal ve
yasal sorumluluk ve yetkinliğiyle hukuka uygun olarak
değerlendirilip sonuçlandıracağında hiçbir kuşku bulunmayan Anayasa
Mahkemesi’nin, her tür etkiden uzak biçimde yargı yetkisiyle baş
başa bırakılması ve sonucun saygıyla karşılanacağı kanısının
yaratılması yerine, Anayasa’nın 138. maddesi hükmünü gözardı eder
bir sorumsuzlukla, yargıyı etkilemeye yönelik tavır, davranış ve
görüş açıklamaları artan bir hızla sergilenmiştir.
Yargı huzurunda, kendini ve siyasi teşekkülünü hukuka uygunluk
içinde savunmak, ithamların asılsızlığı inancına sahip olunuyorsa
kendi karşı kanıtları ve gerekçeleriyle iddiaları çürütmek yerine,
“dilediği her şeyi yapabilme yetkisini halktan aldığı” gibi
şaşırtıcı bir inançla, Yargıyı ve mensuplarını halka şikayet
ederek, hedef göstererek, hatta yabancı kişi ve kuruluşların yardım
ve katkılarını sağlayarak, Türk yargısını etkileme niyet ve
gayretine girmek suretiyle, açılan kapatma davasında lehe sonuç
alma heves ve yöntemleri sıklıkla denenir olmuştur.
Son olarak;
Avrupa Birliği genişlemeden sorumlu Komiseri’ne “Yargı Reformu
Strateji Taslağı” adıyla bir belge tevdi olunmuş, bu konuda
Yargıtay’ca yapılan düzeyli ve hukuki uyarıya hiç de icaplı olmayan
biçimde karşılık verilmiş, zamanlaması, biçimi ve içeriği
itibariyle kabulü mümkün olmayan böylesi bir taslakla, yürütme
erkinin nasıl bir yargı erki yaratmak istediği gün ışığına
çıkarılmıştır.
Yargı erkinin geleceğini şekillendirecek böylesine ciddi bir
taahhüdün, yargıda reformu geçmişten bu yana ısrarla savunan, tüm
toplumca benimsenir nitelik ve nicelikte öneriler saptayan ve bu
önerileri de Avrupa Birliği temsilcilerine kabul ettirerek geçmiş
tavsiye kararlarına yansıttıran Yargıtay’a sunulmadan, görüş,
düşünce ve deneyimlerinden yararlanmadan diğer Yüksek Mahkemelerin
ve yargı erkinin sair üst organ ve kuruluşlarının ve mensuplarının
görüş ve önerilerinden de yararlanma gereksinimi duymadan Avrupa
Birliği yetkilisine verilmesinin Devlet sorumluluğuyla
bağdaşmayacağı, hiçbir gerekçeye de sığınılarak açıklanamayacağı
ortadadır.
Kaldı ki, yayımlanmış içeriği itibarıyla reform gibi gösterilen ve
gerçekleştirileceği Devletçe taahhüt edilen birçok önerinin, yargı
bağımsızlığı adına asla kabul görmeyeceği, yoğunluğunun Avrupa
Birliği’nin önceki istişare ve ilerleme raporlarıyla ve keza kabul
görmüş uluslararası yargı bağımsızlığı kavramlarıyla büyük ölçüde
çeliştiği gözlemlenmiştir.
Bu bağlamda;
Avrupa Birliği ilerleme raporlarında, Yargıtay’ın da görüşlerine
uygun olarak yer alan;
1) Türk yargı erkinin bağımsızlığını zedeler düzeyde, yürütme erki
kaynaklı müdahalelerin giderilmesi gereğine ilişkin tavsiyelerin
dışlandığı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumunda Bakan
ve Müsteşarın yer alışının, “milli hakimiyet ilkesine yönelik
önemli bir adım” olduğu gerekçesiyle savunulup korunduğu, bununla
da kalınmayarak, geçmişte sakıncaları görülerek uygulanmasından
vazgeçildiği gözetilmeden, “yargının yasama organına karşı
sorumluluğunu temin” adı altında Yasamanın Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’na üye seçmesinin gerekliliği ve bu doğrultuda
düzenlemeler yapılacağının ifade edildiği, böylece Yasama erkindeki
etkinliğini kullanarak, yargıç ve Cumhuriyet savcıları üzerinde
Yürütme Erkinin baskı ve denetiminin geliştirilmek istendiği,
2) Yargı mensuplarının yürütme erki güdümünde bir sivil örgütlenme
oluşturabilmelerinin öngörüldüğü, bağımsız ve özgür bir kuruluşa
izin verilemeyeceği görüşünün öne çıkarıldığı,
3) Tüm olumsuz koşullara karşın, yargı işlev ve yetkisini özveriyle
yürüten yargıç ve Cumhuriyet savcılarının, her türden engele rağmen
ulaştıkları başarı düzeyini takdirle değerlendirmek, özlenen yargı
hizmetinin sunulamamasının nedenlerini isabetle saptamak ve diğer
erklerin sorumluluğu kapsamındaki eksikleri gidermek yerine,
karşılaşılan olumsuzlukların yegane sorumlusu yargı mensuplarıymış
gibi bir önyargıyla etik değerlere atıfta bulunulduğu, “yargıya
güvenin tartışılması” başlığı altında “…asıl sorumluluk öncelikle
yargının kendisine düşmektedir”… “bu çerçevede hakimlik makamına,
bütün kişi ve kuruluşların yanı sıra ve bunlardan da önce olmak
üzere bu makamı temsil eden kişilerin saygı göstermesi ve bu
makamda bulunmanın onurunu hissedip bu onura uygun tavır ve
davranışlar içerisinde bulunmaları vazgeçilmez bir sorumluluktur.”
sözleri seçilerek, hiç de yerinde olmayan ifadelerle, ulusal
yargının ve mensuplarının yabancılara şikayet edilebildiği esefle
gözlemlenmiştir.
Bu düşünce, niyet ve tasarrufların, yargı erki adına ve Adli
Yargının en üst kurumu olan Yargıtay tarafından asla kabul
edilemeyeceği, “bağımsız yargı hedefiyle” bağdaştırılamayacağı,
dahil olmayı amaçladığımız Avrupa Birliği müktesebatıyla da uyum
sağlamayacağı açıktır.
Sorgulamak gerekmektedir ki;
Tüm bu gelişmeler, ısrarlı bir biçimde ve sistemli olarak yargı
erkinin bağımsızlığının hazmedilemediğini, tarafsızlığı sağlama adı
ve aldatmasıyla yürütmeye yandaş, onu koruyup kollayan ve onun
tarafından denetlenen bir yargının oluşturulmasının amaçlandığını
belgelemeye yetmektedir.
Hedeflenen budur !
Ancak asla unutulmamalıdır ki;
İnsanlık tarihi, böylesi güdümlü bir yargı ile varlığını
sürdürebilen, bireyini güvenli ve mutlu edebilen ve uygarlık
yarışında başarılı olabilen hiçbir millet ve devlete tanıklık
etmemiştir.
Yüce Türk Ulusu ise bağımsızlığı ve etkinliği eksiksiz bir Yargı
Erkine her zaman layık olmuştur.
Yüce Ulus adına yargı yetkisini, bu görüş ve sorumlulukla;
kullanmayı sürdüreceğimizi, yargı bağımsızlığının takipçisi
olacağımızı saygıyla duyururuz.