Amerika, Avrupa'ya saldıracak mı?
Abone olAmerika'nın Ortadoğu'ya müdahelesi dünya dengelerini değiştirdi. Ortaya atılan yeni iddia korkunç bir felaketin habercisi: Amerika, Avrupa'ya askeri harekat yapabilir!
Amerika'da Yale Ünivesitesi'nde öğretim üyesi olan ünlü siyaset
bilimci Immanuel Wallerstain, ABD ile AB ile arasındaki gerginliği
yorumladı. Amerika'nın AB'nin siyasetini beğenmediğini söyleyen
Wallerstain, başlıklı yazısında askeri müdahele seçeneğinden
de bahsetti.
Avrupa, sözde müttefiklik pozisyonuna yerleşerek, mecbur kaldığında
Birleşik Devletler’le dalga geçen ve geri kalan zamanının çoğunda
da onu görmezden gelen bir hoşgörülü kuzen rolüne bürünüyor.
Birleşik Devletler artık karar vermelidir; hırçın bir şekilde tepki
gösterip ortalığı yıkıp dökerek hâlâ güçlü askerî oyuncaklara sahip
olduğunu mu gösterecek ya da olgun bir şekilde düşünerek 21.
yüzyılda gerçek seçeneklerinin neler olduğuna mı bakacak?
George W. Bush, yönetimde bulunduğu ilk dönemde Avrupa’nın gözünü
korkutmakta başarısız olduğu için başka bir taktik denemeye karar
verdi. İlk olarak Condoleezza Rice, daha sonra Donald Rumsfeld,
ondan sonra da Bush bizzat kendisi güçlü bir çıkarma şeklinde
Avrupa’ya gitti. Hepsi de temelde şu üç şey üzerinde konuştular:
Irak konusundaki tartışmalarımızı unutalım; ABD, Avrupa’yı kendi
müttefiki olarak görüyor; ve şu anda ABD’nin ne istediğini ve
birlikte neler yapabileceğimizi tartışalım. Fakat hepsi de bir
dördüncü şeyi daha ilave ettiler: Şayet Avrupalılar birlikte
hareket etmek istemezlerse, ABD yine ne yapmak istiyorsa onu
yapacaktır. Avrupa’daki bir basın toplantısında Bush, İran hakkında
Avrupalılarla aralarındaki tartışmalar konusunda şunları söyledi:
“Birleşik Devletler’in İran’a saldırmak için hazırlık yaptığı
kanısı sadece saçmadır. Bunu söylemiş olmakla birlikte, bütün
seçenekler masanın üzerindedir.”
ABD ile Avrupa’nın üzerinde ciddi şekilde ihtilafa düştükleri
konuların listesi etkileyici şekilde uzundur: Irak savaşı ve Irak
rejimi ile olan mevcut ilişkiler; Guantanamo’daki mahkumlara
yapılan muamele; İsrail/Filistin konusunda izlenecek politika; İran
ve Kuzey Kore’deki nükleer faaliyetlerin artışı konusunun nasıl ele
alınacağı; Çin’e silah ambargosu konulup konulmaması; Avrupa
Birliği’nin ABD ile ilişki kurmasının aksine NATO’nun ABD-Avrupa
ilişkilerinde temel yapı olmaya devam edip etmemesi; uydularla
ilgili seyrüsefer sisteminde Galileo’ya karşı GPS’in kullanılması;
iklim değişikliklerinin aciliyeti ve Kyoto Protokolü; Uluslararası
Ceza Mahkemesi’nin desteklenmesi; endüstriyel sübvansiyonlarla
ilgili karşılıklı şikayetler (ve kısmi veya toplu tehditler); zirai
tohumların genetik olarak değişikliğe uğratılması; Boeing ile
Airbus arasındaki rekabet; ve son olarak fakat diğerlerinden aşağı
olmayan bir husus, dünyada potansiyel olarak Euro’nun geçerli para
olarak yükselişi.
Bu liste hakkında kaydedilecek farklı şeyler mevcuttur. Bunlar
hemen hemen neredeyse önemli jeopolitik konuların hepsini ihtiva
etmektedir. Bu listedekiler dünya ekonomisinin temel meselelerinin
de önemli bir kısmını ihtiva etmektedir. Bütün bunlar yıllar
öncesine giden pek çok anlaşmazlığa sebep olan konuların tamamını
oluşturmaktadır. Bütün bunlar, pozisyonların farklılaşmasına yol
açan oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Bütün bu hususlar, her
iki tarafın da kendini güçlü hissettiği ve uzlaşma için pek de bir
alan bulmanın zor olduğu konulardır. Ve dikkat çekilmesi gereken
son bir husus daha vardır. Rusya’nın bütün bu konulardaki
pozisyonunun ne olduğu sorulduğunda, Rusya da Avrupa ile aynı
tarafta yer almaktadır.
Öyleyse, Birleşik Devletler ile Avrupa’nın müttefik olmaya devam
ettiklerini nasıl söyleyebiliriz? Elbette ki, her iki taraf da
genel olarak bazı önemli konularda ortak çıkarları paylaşmaktadır.
Her ikisi de sermaye birikiminin temel merkezleridir. Her iki taraf
da dünya ekonomisinin istikrarının sağlanması konusunda
endişelidir. Her iki taraf da Kuzey-Güney tartışmalarında
Güney’deki ülkelerin artan taleplerinin Dünya Ticaret Örgütü’nün
oluşturduğu çerçevede ele alınması konusunda temkinlidir. Kısacası,
iki taraftan hiçbiri halen içinde yaşamakta olduğumuz dünya
sisteminde radikal bir değişim görmek istememektedir. Bu kaygılar
ABD ile Avrupa arasındaki tarihî ittifakın temelleridir ve ortadan
kalkmış değildir.
Anlaşmazlık sadece strateji konusunda mı?
Öyleyse iki tarafın da ortak hedeflere sahip olduğu ve
anlaşmazlığın sadece strateji konusundaki bir tartışma olduğu ileri
sürülebilir. Ve bir anlamda da bu Avrupalı liderlerin bir dönem
iddia ettikleri şeyin ta kendisidir. Fakat öyle görünüyor ki,
Birleşik Devletleri bu konuda ikna etmiş görünmüyorlar. ABD
müttefikleriyle strateji konusunu tartışmaya alışkın değildir;
stratejiye karar verdikten sonra gerçek müttefikten öte, vefalı
takipçiler olmaya alışkın olan müttefikleriyle sadece marjinal
taktik konularında görüşme yapmaya alışmıştır. Birleşik
Devletler’in iktisadi düşüşü, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve
Irak’taki fiyasko bir araya gelince Birleşik Devletler’in pazarlık
gücünü tamamen baltaladı.
Bush yönetimi hâlâ bunun gerçekten olduğuna inanamıyor. Güçlü
çıkarma, sadece tatlı sözlerden ibaret kaldı. Ünlü bir gözlemci
bunu açıkça görmüştür. Uzun süre Cumhuriyetçilerin Maine senatörü
olan ve Clinton’un Savunma Bakanlığı’nı da yapan William Cohen
yakın dönemde Birleşik Devletler’in Avrupa’daki yeni çizgisini
ortaya koyan pek çok faaliyetten birine katılmıştır. Onun
söylediğine göre, “Hava farklıydı; fakat nağme aynıydı”.
Avrupalılardan hiçbiri aptalca davranmadı. Jacques Chirac, Bush’a
hafifçe gülümsedi ve ABD’nin önemli taleplerinden biri olarak Irak
güçlerini eğitecek olan askerî eğitimcilerin NATO komutasında
olması isteğini kabul etti. Fransa bu iş için bir subay tayin etti.
Vladimir Putin ise George Bush tarafından hafifçe azarlanmasına
karşılık, Rusya’nın İran’a zenginleştirilmiş nükleer malzeme ve
Suriye’ye geliştirilmiş yerden havaya füze tedarik etme
taahhütlerini onaylayarak mukabelede bulundu.
Eylül 2004’te, “Ne Korktu Ne de Sevdi” başlıklı bir yorum yazarak
ABD’nin her tür avantajı değerlendirerek realist bir şekilde iş
yapması gerektiği önerisinde bulunmuştum. Bu düşüncenin şimdi
ABD’deki belli başlı yayın organlarından biri olan Time Magazine
tarafından ele alındığını nakletmekten mutluluk duyuyorum.
Gazetenin 21 Şubat 2005 tarihli sayısında Tony Karon şöyle
yazmıştır: “Gerçek şu ki, Bush yönetimi uluslararası toplumun
gelişen sektörlerini ne sevmiş ne de onlardan korku duymuştur
-onlar sadece artan bir şekilde- göz ardı edilmektedir.”
Ne Avrupa ne Rusya ne de bu durum nedeniyle Çin, Birleşik Devletler
ile açık ve kanlı mücadelelerle meşgul olmak istemiyorlar. Fakat,
içlerinden hiçbiri Birleşik Devletler’in artan şekilde tuhaflaşan
pozisyonuna önemli bir alan da bahşetmek istemiyor. Avrupa bir
sözde müttefiklik pozisyonuna yerleşerek mecbur kaldığında Birleşik
Devletler’le dalga geçen ve geri kalan zamanının çoğunda da onu
görmezden gelen bir hoşgörülü kuzen rolüne bürünüyor. Ve ABD artık
karar vermelidir; hırçın (ve tehlikeli) bir şekilde tepki gösterip
ortalığı yıkıp dökerek hâlâ güçlü askerî oyuncaklara sahip olduğunu
mu gösterecek, yoksa kabuğuna mı çekilecek, ya da olgun bir şekilde
düşünerek 21. yüzyılda gerçek seçeneklerinin neler olduğuna mı
bakacak? Bush idaresi altında, son seçenek üzerine bahse girmek
istemem.
IMMANUEL WALLERSTEİN
kaynak: zaman.com.tr