Almanya ve AB arasında merkez bankaları ve hukuk krizi
Abone olVideo-toplantı yönetirken görülen AB Komisyon Başkanı Ursula Von der Leyen (en sağda) Ocak 2020’de göreve başlamasından bu yana Brexit ve Covid-19 krizleri ardından Almanya ve AB arasındaki merkez bankaları ve hukuk kriziyle uğraşıyor.
Almanya Federal Anayasa Mahkemesinin 5 Mayıs’ta aldığı bir
karar, sadece Almanya değil Avrupa çağında Avrupa Birliği (AB) ile
mali egemenlik tartışması başlattı.
Mahkeme, Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) Covid-19 salgını
nedeniyle durumu daha da kötüleşen AB ülkelerinin ekonomilerine
destek olmak üzere uyguladığı tahvil alım programının Almanya
Anayasasına uygun olmadığına hükmetti. Böylelikle Anayasa
Mahkemesi, hükümetten bağımsız karar alması öngörülen Almanya
Merkez Bankasına, hükümet ve parlamento izni olmadan, yani siyasi
karar olmadan millî bütçeden para harcayamayacağını söylemiş oldu.
AB’nin temeli sayılan egemenlik paylaşımı üzerine tartışma başlatan
karar, AB’nin mali ve ekonomik yapısını etkileyeceği gibi, dolaylı
yoldan Türkiye’yi de ilgilendiriyor.
Alman Federal Anayasa Mahkemesinin kararı, aslında Covid-19
salgınından çok önce başlayan gelişmeler üzerine alınmıştı. Avrupa
Merkez Bankası 2013 yılında zor durumda olan ekonomilerde 11 milyon
yeni iş yaratmak amacıyla için 2015’ten itibaren toplam 2,1 trilyon
Avro hacminde özel ve devlet tahvil alımı ve bu amaçla para
basımına izin vermişti. Avrupa Adalet Divanı (ECJ) da 2018’de bu
kararın Avrupa Birliği Mevzuatına uygunluğunu onaylamış.
İşte 5 Mayıs tarihli, 100 sayfalık Alman Mahkeme kararı bunun Alman Anayasasına uygun olmadığını söylüyordu. Bu karar, daha önce IMF başkanlığı da yapan Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde’ın bastırmasıyla geçtiğimiz Mart ayında Covid-19 salgınıyla mücadele amacıyla açıklanan 750 milyar Avroluk “Pandemi Acil Alım Programını” (PEPP) da baltalama ihtimali taşıyordu. AB, zaten Covid-19’dan en ağır hasarı alan üyelerinden İtalya ve İspanya’nın yardım çağrısına kulan vermeyerek ağır yara almıştı. Tartışma da bundan sonra başladı zaten.
AB Almanya’ya soruşturma açacak mı?
Çünkü Alman Mahkemesinin kararı, AB hukuku (ve maliyesi) bakımından
bir ilk olma özelliği taşıyordu. Yani ilk defa bir ulusal mahkeme
bağlayıcılığı olmasına rağmen Adalet Divanı kararına, adeta bayrak
açmış oluyordu. Dahası Alman Mahkemesi, Avrupa Merkez Bankasından 3
ay içinde bu kararın neden gerekli olduğunu kendisine açıklamasını
istiyordu.
Bunun üzerine AB sisteminin en üst hukuk mercii konumundaki
Lüksemburg merkezli Avrupa Adalet Divanı 8 Mayıs’ta muhtıra
niteliğinde bir bildiri yayınlıyordu. Bildiride 2018 kararı
hatırlatılarak AB mevzuatı açısından Adalet Divanı kararlarının
ulusal mahkemelere üstün olduğu ve AB açısından bağlayıcı tek merci
olduğu söyleniyordu. Bu bir anlamda Alman Mahkemesinden kararını
geri almasını istemekti. Alman Maliye Bakanı Olaf Scholz, “Anayasa
mahkemesi kararına uymak zorundayız, ama üç ay da çok uzun”
gibilerinden orta yolcu bir tutum aldı ama bu sadece fırtınanın
daha da azmasına yol açtı.
Avro sistemi, hem Avrupa hukuk sistemi
tehlikedeydi
AB Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, ki kendisinin bir önceki
görevi Alman Savunma Bakanlığıdır, Alman Mahkemesinin kararına
karşı çıktı ve bu nedenle AB’nin Almanya’ya ihlal
soruşturması açabileceğini söyledi. AB, kurucu ortağı olan
Almanya’yı, egemenlik paylaşımı ilkesine karşı çıkıp kendi Mahkeme
kararını yayınladığı için soruşturma açmakla tehdit ediyordu.
Tehdit eden de güçlü bir Alman siyasetçiydi üstelik.
Leyen, Alman Mahkemesi kararının iki ciddi sorunu ortaya
çıkardığını söylüyordu yazılı açıklamasında; hem Avro sistemi, hem
Avrupa hukuk sistemi tehlikedeydi.
AB’de ulusalcı çatlak
Leyen’e destek çoktu. Örneğin Avrupa’nın etkili siyasetçilerinden,
önceki Belçika Başbakanı, Flaman Liberal Partisi Başkanı ve Avrupa
Parlamentosu üyesi Guy Verhofstadt, “Eğer her üye ülkenin merkez
bankası Avrupa Birliğinin ne yapıp yapamayacağı hakkında karar
almaya başlarsa, bu sonun başlangıcı olur” diyordu. Dünyanın etkili
bankalarından Paris merkezli Société Générale Yönetim Kurulu
Başkanı Lorenzo Bini Smoghi, CNBC’ye Alman mahkeme kararının
“gülünç” olduğunu söylüyordu. Bu karar 19 AB üyesini kapsayan Avro
Bölgesini de, Avrupa Merkez Bankasını da güçten düşürürdü. Von der
Leyen saflarında bu gelişmenin sadece mali yapılara değil, Polonya,
Macaristan gibi açıkça Brüksel’e karşı tutum alan ya da Avusturya
ve Finlandiya gibi her fırsatta ulusal politikalarını veto aracı
olarak kullanan ülkelere “cephane vereceği” konuşuluyordu.
Nitekim ilk ses Varşova’dan yükseldi. Alman Frankfurter
Allgemeine Zeitung gazetesine konuşan Polonya Başbakanı Mateusz
Morawiecki, Alman Mahkemesinin kararını “AB tarihinin en önemli
kararlarından biri” olarak selamladı. Avrupa Adalet Divanı
yakınlarda Polonya hükümetinin yargıç atamaları konusundaki
kararını “siyaset yargıya karışamaz” diye reddetmişti;
Morawiecki’nin kendi atayamadığı yargıçlarla sorunu ve Adalet
Divanıyla görülmemiş hesabı vardı. Macaristan daha yeni (hatta
mahkeme kararıyla aynı gün) Avrupa Konseyi’nin Kadına Karşı Şiddeti
Önlemek için İstanbul Sözleşmesini reddetmişti; AB’nin mülteciler
siyasetine öteden beri uymuyordu.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in sonunda devreye girdiği 12
Mayıs gazetelerinde yer aldı. Merkel sorunu büyütmeme yanlısıydı,
Polonya başbakanının çıkışının işleri “daha da karmaşık” hale
getirdiğini kabul ediyordu ama “çözülebilir” buluyordu?
Oybirliği açmazı ve Türkiye
İyi de nasıl çözülecekti? AB ruhuna ve kuruluş temelleriyle çelişen
iki durum vardı ortada. Birincisi, Brükselciler Alman Mahkemesini
siyasi sonuçlarını gözetmeden karar almakla suçluyorlardı, oysa
bugüne dek istenen hep bu olmuştu. İkincisi de Alman Mahkemesinin
Alman Merkez Bankasını siyasi karar olmadan para ulusal bütçeden
para harcamakla suçlamasıydı ki, bugüne dek istenen hep merkez
bankalarının siyasetten bağımsız karar alması gereğiydi. Çelişkiler
derindi.
Türkiye’nin köklü reformlara rağmen dışlanmasına onay
verildi
Ayrıca, AB’de kararların oy birliğiyle alınması zorunluluğu, oy
birliğinin sağlanması için stratejik tavizler verilmesini zorunlu
kılıyordu. Türkiye açısından bunun en acı örneği 2004’te
yaşanmıştı. O zaman Almanya Polonya başta, Macaristan, Romanya gibi
Doğu Avrupa ülkelerini AB’ye alarak Rusya ile arasında stratejik
derinlik oluşturmak istiyordu. Yunanistan buna oynadı ve Almanya
Türkiye’nin bütün itirazına, Kıbrıs Türklerinin BM planına “Evet”
demiş olmasına rağmen Kıbrıs Rum Hükümetini Kıbrıs Türklerini de
temsil iddiasıyla AB’ye alınmasına, Türkiye’nin köklü reformlara
rağmen dışlanmasına onay vermişti. Bu nedenle AB’yi giderek küçük
devletlerin ulusal politikaları ve kaprisleri belirler hale
gelmişti. Bu nedenle, Almanya dahil bazı AB ülkelerinde yapılan
kamuoyu yoklamalarında oy birliği sisteminden nitelikli oy
çoğunluğu sistemine geçilmesi isteği öne çıkıyordu ama buna geçiş
için dahi oy birliği gerekiyordu.
AB bu krizi de aşabilir ama…
Halen yaşanan daha 2020 başında İngiltere’nin Birlikten ayrılışı,
yani Brexit ve ardından koronavirüs Covid-19 darbesinden
sonra, şimdi de bu mali-hukuki krizle uğraşıyor AB. Bu krizden
muhtemelen çıkış yolu bulunacaktır, ama ne pahasına? Burası henüz
kestirilemiyor. Çünkü oy birliği sitemi içinde krizleri aşmanın
siyasi ve parasal maliyeti her defasında biraz daha artıyor.
Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor
Bu gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor; çünkü oy birliği
gerekmediği durumda Türkiye’nin önünde yeni siyasi ve ekonomik
kapılar açılabilir. Diğer taraftan Almanya’nın Avrupa ekonomisini
canlandırma fonuna para vermemesi, Avrupa’daki istihdam, gelir ve
alım gücü durumunu, dolayısıyla ihracatının yarıya yakınını AB’ye
yapan Türkiye’yi olumsuz etkileyebilir. Bir olumsuz etki de
demokratik gelişim alanında görülebilir; çünkü ulusal mahkemelerin
Adalet Divanı kararlarını geçersiz kılması ister istemez Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını da
zedeleyebilir. Biraz da etrafta ne olup bitiyor diye bakalım dedik
ve manzara etrafta da pek iç açıcı değil maalesef.