Ahmet Özhan özel hayatını anlattı
Abone olTürk Müziği'nin 'efendi' sanatçısı Ahmet Özhan, özel hayatını Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi'ne anlattı. Özhan şimdiye kadar pek bilinmeyenleri açıkladı.
Mütevazı kişiliğiyle sevilen Türk Sanat ve Tasavvuf Müziği'nin
güçlü sesi Ahmet Özhan, sırlarıyla görüşlerini Tercüman'la
paylaştı. İlk defa 29 yaşındayken hacı olduğunu, ardından da Kutsal
Topraklar'a defalarca gittiğini söyledi. Son albümü için,
"Fethullah (Gülen) Bey ile el sıkışmışlığım bile yok. Şiirlerini
okudum, 10 günde 300 bin sattık" dedi. -Kaç yaşında Hacca gittiniz?
29 yaşında Hacca gittim. Ardından defalarca devamını getirdim.
Önümüzdeki dönemde bir haftalık vaktim olsa da hemen soluğu
Mekke'de alsam. Kabe'yi tavaf edip, kokusunu şöyle içime çeksem.
Orada sadece ibadet için varsın. Neredeyse yeniden doğmak gibi bir
şey. Biz kimsenin, sabah Paris'te akşam Londra'da yemek yemesine
karışmayız. Kimse de bizim efendimizin huzurunda boynumuzu büküp,
gönlünü hoş etmesine de karışmasın. -Ölüm kelimesini zikretmek sizi
ürkütüyor mu? Öteki dünyaya dair bir kaygım yok. Her canlı gibi
ölümden korkarım. Ama ölümden korkmamın esas sebebi başka.. Benim
derdim varlık sebebimi algılayıp son nefesini verdiğimde yar ile
karşılaşma biçimim.. Ondaki yerim önemli. Beni istediği yere koyar.
Ama sevdiğini nereye koyar? Yanı başına. Bütün dava sevgiliyle yan
yana olabilmektir. Hz Hüdayu'nun bir sözü vardır "Ehl-i dünya dünya
da; Ehl-i ukba ukbada. Her biri bir sevda da bana Allah'ım gerek"
diyor. Sevgiliye kilitlenmek önemli. Boyutsal farka kilitlenmek,
hala ticarette algılanmak gibi algılanır. Beni kendini bildirmek
için yaratmış olan bir muktedir zat var. Ben de ona onu bilerek
gitmeliyim. Yoksa ölümden korkmam. Çünkü, ölüm kaçınılmazdır.
TÜRKİYE'NİN TARİKATLARA İHTİYACI VAR -Tarikatlara bakış açınız
nedir? Eskiden oraları mektepmiş. Şimdi yasak, bundan dolayı da
yetkin ve donanımlı olanları çok az. Tarikatlar yasak olduğu için
böyle bir cemaatin estetiğini ve kemalini tam olarak
hissedemiyorsunuz, çünkü kulaktan dolma olarak yapılıyor. Niye
kapatıldı acaba, bunu sorgulamak lazım. Durup dururken mi yoksa
gerçekten yozlaştı mı? İktidar ve para peşinde olan hiçbir şey
kültürel değildir. Kurunun yanında yaş da yanmış oldu. Tasavvuf
konusunda yüksek lisans yapıyorlar. Okullarda okuyup icazet gibi
bir şey herhalde. Zamanın anlayışıyla öyle oluşuyor. O da başka bir
mesele. Bunların hepsi bizim derdimiz. -Türkiye'nin bu tip
mekteplere ihtiyacı var mı sizce? Tarikat, insanın kendi aklına
güvenerek yalnız başına hareket etmekten kaçınması, alimlerin ve
mürşitlerin tavsiyelerine uymasıdır.Elbette Allah katında yakın
olabilmek bu yolda bir yere varabilmek için bir takım yaptırımlar
lazım gelir. Nasıl doktor olabilmek için tibbiyeye gitmek
zorundaysan niçin Allah'a ulaşmak için mektep olmasın? BABAM HARAMA
EL UZATMADIĞI İÇİN TEMİZİM! -Tasavvufi anlamda yaradana duyulan
aşkın açılımını yapar mısınız? Mevlana diyor ki "Bir tek sevgili
var; aşk perdeden ibarettir" Yani bütün mesele varlıktaki tek
sevgiliyi algılayabilmektir. O zaman bütün objelere yaklaşırken hep
bir olan sevgiliye yaklaştığınızı bilirsiniz. O zaman da "şirk"
dediğimiz ikilik, iki görme, teki çoğaltma hatasından uzaklaşmış
olursunuz. -Mal, mülk, para, pul bizim maneviyatımızı kavramamızı
ne kadar engelliyor dersiniz? Dönmeye geldik, kalmaya değil.
Kendimizi hep kalacak gibi algıladığımızdan dolayı bir türlü
kopamıyoruz bu dünyadan. O yüzden hep edinmek hırsı içinde
oluyoruz. Onun için ben sizin hakkınıza tecavüz ediyorum. Hep
kalacağım diye düşündüğüm için. Bu doyumsuzluğu aşmak lazım. -Sizin
böyle bir derdiniz hiç olmadı mı yani? Öyle bir derdim olmadı.
Allah da hiçbir şeyden mahrum etmedi beni. Ama yalılarda oturmadım,
oturamadım. İsterdim Boğaz kenarındaki bir yalı da oturmak ama
kısmet olmadı. Bana bir babamın arkadaşı şu lafı söylediydi; "Senin
bu işlere biraz aklın eriyor, yazıyorsun, çiziyorsun. Neden biliyor
musun? Baban senin kursağından haram lokma geçirmedi; o yüzden
bedenin temiz kaldı ve bu işlere el yaksın" dedi. "Yoksa ahım şahın
sesin, kaşın gözün varmış; geç bunları" diye ekledi. Ben de
coluğuma çocuğuma helal para yedirdim. TAYİP ERDOĞAN TÜRKİYE
CUMHURİYETİ'NE GELMİŞ GEÇMİŞ EN BAŞARILI LİDER -Başbakanımız Tayip
Erdoğan ve ortaya koyduğu politikayı nasıl buluyorsunuz? Çok iyi
niyetli. Türkiye'nin yumuşak karnını bilen, hatta oradan gelen bir
kişi. Tayip Bey Türkiye Cumhuriyeti'ne gelmiş geçmiş en başarılı
liderdir. Ekonomik gösterge, içinde yaşadığımız şu dönem kayda
değer bir şekilde iyi. Hortumlamalar kesildi. İsraf azaltıldı..
Sayın Erdoğan, Bugüne kadar gördüğüm en tutarlı, kararlı, mert ve
sırtında büyük bir yük taşıdığı halde dik durmaya çalışan bir
politikacı. Bana güven veriyor. GENÇLİĞİMİ İNANCIMA BORÇLUYUM
-Dünyada depremlerin çoğalması ve bu sebeple yüz binlerce kişinin
hayatını kaybetmesi, çarpık sosyolojik yapı, inançsızların artışı
gibi nedenler "Ahir Zaman"ın alameti olarak açıklanıyor. Siz bu
konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Ahir zamandayız amenna, ama başa
gelen şeyleri cezayla isimlendirecek olursak sonra Kerbela olayına
nasıl bir açıklık getiririz. Efendim "kıyamet ne zaman kopacak?"
diye biri sormuş. Değerli bir zat demiş ki "Hangi kıyametten
bahsediyorsun?" Öteki cevaplamış "Kıyamet bir değil mi?" "Hayır,
ikidir. Bir mahşer günü. Onun ne zaman kopacağını Allah bilir.
İkincisi senin kıyametin. Sen önce onu düşün. Ne hazırladın bugüne
kadar?" Doğru, ölünce kendi kıyametimiz kopacak. Ondan sonra deprem
olmuş, evimiz başımıza yıkılmış, bu kıyamet alametiymiş hiç önemli
değil. Bitmişsin zaten. Elin tutarken, ayakta yürürken, bütün
uzuvların sağlıklıyken ne yaptın; o önemli? Hacca gitmek için
herkes yaşlanmayı bekler. Olmaz. En güzel, en diri zamanında,
istediğin halde bazı şeyleri bağrına taş basıp durdurabiliyorsan;
önemli olan budur. -Peki sizin bu kadar genç ve dinamik duruşunuzun
sebebini de buna bağlasak doğru eder miyiz? Kesinlikle evet.
Cenab-ı Hak aşkı ve inanışıyla yaşamak beni genç tutuyor. Bir de
insanların beni sevmesini istiyorum. Onun için kendime bakıyorum.
Yememeye çalışıyorum. Bol yürüyüş yapıyorum. Çünkü bu şekilde daha
güzel üreteceğimi inanıyorum. Her mahlukta beğenilme arzusu vardır.
Yaradan bütün kainatı yaratma nedeni olarak, "Ben bir gizli
hazineydim; bilinmeyi ve sevilmeyi arzu ettim ve alemleri yarattım"
diye açıklamış.. Bu benim zaafım değil, sevilmek herkesin derdidir.
Müzik hayatına başladığı sırada sakalı çıkmamış, akça pakça yüzlü,
yakışıklı bir gençti Ahmet Özhan. Henüz 17 yaşındaydı. 1960'lılarda
Allah vergisi eşsiz sesiyle Türk Müziği'ni icra ederek çok popüler
oldu. Evet, zoru başarmıştı. Nitekim o, ünlü olmanın hem bilek hem
de yürek istediği televizyonsuz bir dönemde gerçekleştirmişti bu
çocukluk hayalini. 1970'lerde o günün kaymak tabakasının uğrak yeri
olan Fahrettin Aslan'lı Maksim Gazinoları'nın en gözde yıldızı
ünvanına sahip oldu. 1981 yılının bir Sonbahar günü sahneyi
bıraktığını açıklayarak herkesi şaşırttı. Artık, o neon ışıklarının
altında şarkı söylemeyecek, sadece ilahi şarkılardan oluşan
çalışmalarıyla varlığını devam ettirecekti. Dediğini de yaptı. Uzun
süre kendini Tasavvuf Müziği'ne adadı. Ve şimdi yepyeni bir albümle
yeniden gündemde.. Fethullah Gülen'in Amerika'da yazdığı
şiirlerinin şarkı haline dönüşmüş halini Ahmet Özhan yorumladı.
Öylesine içten, öylesine etkileyici ki, her birini ayrı ayrı
dinlediğinizde görünmez bir güç sanki sizi kendi maneviyatınıza
çekiyor. -Tam anlamıyla ne zaman sanatkar kimliğinizin farkına
vardınız? Doğduğumdan beri bunun farkındaydım. Çevrem de hemen ikaz
etti zaten. "Ayy ne güzel söylüyor. Aman bir tane de bize söyle"
diyerek beni teşvik ettiler. Çocukluk döneminde bana normal gelen
bir şeyi, etrafın kabulünden sonra marifet gibi hissediyordum. Okul
dönemleri başlayınca müsamerelerde şarkı söyletiyorlardı. Birazcık
daha büyüyünce arkadaşlarla toplandığımızda, "Haydi Ahmet bir
şeyler oku" demeler başladı. Derken bir baktım; ben bu işi yapan
bir insanım. -Bu arada müzikten başka bir iş ya da meslek edinmeyi
hiç düşündünüz mü? Başka hiçbir meslek, kazanç kapısı ya da
eğlencem olmadı ve asla da düşünmedim. İyi ki de olmamış. Şükürler
olsun ki o zamandan bu güne gelene kadar hep güzel, sağlıklı,
mutlu, üretken ve onurlu bir duruşum oldu. Gençlik yıllarımda daha
genç ve çocuksu bir tavrım, daha sonraki yıllarda ise iftihar
edebileceğim, çocuğuma, çoluğuma, kendi kültürüme ve insanlarıma
alnımın akıyla bırakabileceğim bir geçmiş teslim edebilme şansını
yakaladım. Ne mutlu bana. -Ailenizde sizi musikiye şevklendiren
sanatkar bir ses ya da enstrumantalist var mıydı? Ne ailemde ne
akrabalarımın arasında kötü bir ses ya da en azından detone
söyleyen biri yoktu. Dürüstçe söylüyorum; belki de içlerinde en iyi
ben değilim. Ama şans benim kapımı çaldı. Müziği nesnel yani sadece
müzik olarak görmedim. Müzik, sosyolojik bir uç veriştir. Müzik,
lay lay lom demek değildir. Bir oluşumun neticesinde çıkan melodik
bir söylemdir. Her sosyal toplum kesiti kendi söylemini ve kendi
müziğini ortaya koyar. Daha çok yaşayış biçiminden duruş biçiminden
ortaya çıkan bir şeydir. İyi ki müzikle meşgul olmuşum, iyi ki
merakım ve sevgim varmış diyorum. -O dönemlerde de şimdi olduğu
gibi dış dünyayı sorgulayan, varoluşumuzun nedenlerini araştırıp
okuyan ve edindiği bilgileri hazine değerinde belleğinde saklayıp
çevresiyle paylaşan biri miydiniz? 17 yaşındayken "Suç ve Ceza"
gibi bir sürü Rus klasiğini bitirmiştim. Bir takım felsefik okul
kitaplarının ötesinde, dışarıda gelişen olaylara duyarlı
davranıyordum. O tohumlar bugün yeşerdi. Yani o gün neysem, bugün
de oyum. Farkı, gelişimde yaşadım. -Peki ya içinizdeki iman gücü?..
O, hep kalp gözünüzde saklı mıydı? Hep vardı iman gücü. Babam tam
bir Cumhuriyet kuşağıydı. Cumhuriyet Halk Partili, Atatürk aşığı
ama beş vakit namazında biriydi. İşte biz buyduk. Ne yazık ki
sonraki yıllarda bu büyü siyasi emeller adına bozuldu. Orduevlerine
başı bağlı teyzeler, subay anneleri veya subay hanımları elini
kolunu sallaya sallaya girerdi. Nöbetçi askerler de o hanımların
saygıyla ellerini öperdi. Bugün başı örtülü kişi askeriyeye
giremiyor. Niye? Çünkü başörtüsü siyasi bir simge haline getirildi.
Birileri yaptı bunu. Bakın ben başörtüsünü kültürel bir simge
olarak içime sindirebilirim ama siyasi bir simge, yani, ondan bir
menfaat edinme biçimini bir türlü kabul edemiyorum. Bunun için
devrime gerek yoktu ki. Başörtüsü zaten yaşıyordu içimizde.
Başörtüsü bu şekilde deforme edilmeseydi bugün yumuşak bir geçişle,
sorunsuz bir halde varlığını her platformda devam ettirmeyi
sürdürecekti. Tercih eden başını kapayacaktı, etmeyen
kapamayacaktı. Ben böyle bir zamanın çocuğuydum işte. Benim
zamanımda sorun yoktu Türkiye'de. 10'lu yaşlarında yaşayan bir
çocuk olarak çok mutluydum. Türk filmlerimiz vardı ve Türk
Müziği'nin her türlü üretimini takip ediyorduk. Radyoda hangi
saatte hangi sanatçı, hangi şarkıyı söyleyecek hassasiyetle
biliyorduk. Üstelik bunlarla uyutmuyorlardı bizi. Daha çok biz gibi
yetişiyorduk. Hemen bir örnek vereyim; ilkokuldayken din
öğretmenimin karşısındaki sıranın üzerinde iki rekat namaz kılıp,
duaları yüksek sesle doğru olarak okuyup mezun olmuştum.
Bahsettiğim yıllar 1960'ların başıydı ve herkes çok bahtiyardı.
Rahmetli babam, hiç unutmam her namaz süresini doğru okuduğumda
beni 1 lirayla ödüllendirirdi. Ben de hevesle ezberlerdim duaları..
Beni üzmeden kırmadan heveslendiriyordu. Sosyal ortam olarak hiçbir
dayatma yoktu. Düşünün, çocuk yaşta benliğimde hiçbir baskı ve
korku hissetmiyorsam o günlerde, demek ki yaşam iklimim pozitifti.
O iştahla namaz kılar oldum. Liseye giderken namazı kılıp öyle
okula gidiyordum. Namazdan kopuk bir hayatım yoktu. Cuma
namazlarını Teravihleri hiç kaçırmazdım. -Aslen nerelisiniz? Aslen
Konyalıyım. Sonra Silistre'ye göçmüşler. Sınırlar çekilince
dedemler geri dönüş yapmış ve Eskişehir'e yerleşmişiz. -Babanız ne
iş yapardı? Memur çocuğuyum; Anadolu'nun çeşitli yerlerinde
yetiştim. Babam doğru konuşan, dürüst, haramla işi olmayan bir
insandı ve bu yüzden de çabuk sürülürdü. Allah rahmet eylesin; Ali
Nazmi idi adı. 3 kardeştik. Babamın ilk hanımından bir ağabeyim
vardı. 10 yıl önce onu kaybettim. Annem babam da vefat edeli çok
oluyor. -Sahneyle nasıl tanıştınız peki? Yıl 1967. 17 yaşındaydım;
konservatuar için İstanbul'a ablamın yanına gittim. Konservatuar ve
Üsküdar Musiki Cemiyetine başladım. O senelerde de sahneye çıktım.
Sarı saçlı kaküllü, sakalı çıkmamış bir gençtim. Bir arkadaşım
vasıtasıyla Bebek Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkmaya başladım.
Hem talebeydim hem de çalışıyordum. 100 lira yevmiye alıyordum.
Sonra "Sen bizimsin deyip maaşımı yarıya indirdiler" 50 lira almaya
başladım. Zaten benim de parayla pulla işim yoktu. Para benim için
gece maçlarına gidip, elmalı turta yiyebilmek için gerekliydi.
Harçlığımdı, hepsi bu. Ardından yine bir tesadüf Fahrettin Aslan'la
karşılaştım. Sesimi çok beğendi ve Bebek Maksim'de sahne almaya
başladım. Artık iyice Ahmet Özhan olmuştum. -Ve siz, televizyonun
olmadığı, aşkın, sevginin, hüzünün, kim bilir belki de acının siyah
beyaz yaşandığı bir dönemde star olmuştunuz. Şöhretin ağır yükü
omuzlarınıza bindiğinde kaldırmanız kolay oldu mu bari? Star
olmadan kendimi öyle hissediyordum zaten. O vasıflara sahiptim
çünkü. Edilgen bir psikoloji değil bu. O bir ışık daha çok bir
yaradılış. Daha net bir deyişle Cenab-ı Hak'ın sana giydirdiği bir
elbise. Gidip de kiralık bir elbisecide ya da terzide üzerime
diktirmedim. Öyle yapanlar görüyorsunuz zaten sırıtıyor. Meşhur
olmakla sadece hayallerim gerçek olmuştu. Çocukluğumda bugün
yaşadıklarım hayaldi. Soyuttu. Şöhret olduktan sonra somutlaştı. Bu
alt yapımla adaptasyonum kolay oldu. Üstüne basarak söyleyeyim,
sizin de dediğiniz gibi o zamanlarda şöhret olmak çok zordu, güçlü
bir pazı isterdi. Çünkü televizyon yoktu; gazinolar vardı. A tipi,
B tipi yerler. A tipi bizim çalıştığımız büyük gazinolar, B tipi
restoranlar ve meyhanelerdi. Ben ve bir grup arkadaş kaymak
tabakanın sanatçılarıydık. Yazları Taşlık'a giderdik. Ankara Köşk
gazinosu, İzmir Dalyan Gazinosu'nda sahne alırdık. Yine yazları,
Fahrettin Bey'in onayıyla İzmir Fuarı'a çıkardık. A tipi kadrolarda
çalışan bir kişi bir sezon boyu o klasmanın adamı olurdu. Çok güzel
günlerdi. Ankara Köşk Gazinosu'na, İzmir Dalyan Gazinosu'na
giderdik. Filmler, gazinolar. Televizyon olmadan şöhret olmak pazı
isteyen şeydi. -Plaklar, filmler diğer bir taraftan sahne derken,
1980'li yılların başına kadar Türkiye'de Ahmet Özhan fırtınası esti
geçti. Sonra ne oldu da her şeyden elinizi eteğinizi çekip,
kendinizi tasavvuf müziğine verdiğiniz? Beni o noktaya getiren
sebepler vardı. İnsanlar, "Bak yeşil yeşil" derken "Allah'u Allah"
diyen bir adamı algılayabilmekte güçlük çektiler. Türkiye'de
benimle birlikte ilginç bir fay hattı kırılması yaşandı. 1980'li
yıllarda ülkemizde ekonomik, sosya kültürel anlamda çok şey
değişti. Fukaralaştık ve dolayısıyla böyle bir ortamda entelektüel
bir performans kimseden bekleyemezsiniz. Aralarda bu potansiyele
sahip tek tük insanlar çıkabilir, ama bu neticeyi değiştirmez.
Genel oluşum itibariyle bakıldığında ekonomik paylaşımda kişi
başına milli hasılanın dipte ve yukarıda olması ve buna paralel
olarak sağlık ve eğitim kurumlarının entegre biçiminde sosyal bir
ortam oluşturması, oluşan bütün bu sıkıntıları ortadan kaldıracak
bir platform olacaktı. Ancak Menderes dönemiyle Özal devri arasında
çok palyatif, çok günlük ve geçici oluşumlar oldu. İkisinin
arasında 30 yıla yakın bir zaman var. Bu dönem içinde hazır olmayan
bir sosyal ortamda ortaya sürülen ilerleme paketleri, henüz o
konuda tam olarak yetişmemiş bir toplum tarafından algılanmayıp,
düş kırıklıkları yaratmıştır. Aslında bakarsanız o sosyal ortama
doğru olan pratiği veriyorsunuz, fakat ortamı hazırlamadığınız için
hata yapıyorsunuzdur. Bize çok pahalıya patladı yaptıkları. 80
milyar dolar kadar bir şeye.. Etik değeri, alt ve pedogojik yapısı
oluşmadan topluma verilen haklar yanlış yönlere saptırıldı. Böyle
bir gelişin son basamağında 80'li yıllar kötü yaşandı. Gazino
müşterisi artık değişmişti. Çünkü para el değiştirmişti. Paranın el
değiştirdiği yeni sahiplere benim verebileceğim bir şey kalmamıştı.
Çünkü ben entellektüel bir ortamın bugüne kadar süzüle süzüle gelen
bir neo klasik dönemin sarkıtıydım. Onlar altın boyunlarına altın
madalyalar takıp, bağrı açık gömlekler giyerek kısa günün karını
tüketmek hevesinde ve ona muktedir olan insan prototipleriydi.
Yani, arabeski ortaya koyan insanlardı. Artı Maksim'in de kurum
olarak sergileyeceği bir ortam değildi. Mutfağıyla, fasıl
heyetiyle, sahne biçimiyle ve hatta patron portföyüyle orası o
müşterinin yeri olmaktan çıkmıştı. Ve bugün de otel oldu zaten.
Bitti. Benim dokum orayı kaldırmadığı için ben yok oldum. Ahmet
Özhan marjinalleşmedi yani. Bu, yurt genelinde olan bir iklim,
atmosferdi. O sırada eş zamanlı olarak benim de okumam,
içselleştirmem, araştırmam, çocukluğumda kalan bir takım şeylerin
ortaya çıkışıyla kabuğumu kırdım. Ben, inançlı bir insana
dönüşmedim. Hep vardım. Bu benim kimliğimi oluşturan özelliklerdi.
Gönlümde feci şekilde yozluk kokuları alıyordum ve bunu içime
sindiremiyordum doğrusu. Arkadaş grubunun içinde sohbet ederken
tasavvuf müziği yapmam fikri ortaya atıldı. Ben de gülüp geçtim.
Halbuki olacak şeyleri söylüyormuşum. Sonra bu söylediklerime
itibar ettim. Rahmetli Egemen Bostancı Şan Müzikolü'nde konserler
yapmamı istedi. Egemen Bey daha önce Süper Star, Hisseli Harikalar
Kumpanyası gibi ciddi işler yapmış ve benim de Türk Müziği adına
bir şeyler yapmamı arzu ediyordu. 3 üncü Selim'in yörük semayi
formlarını, Hacı Arif neo klasiklerini alarak, ikinci bölüme günün
sevilen şarkılarını yerleştirip konserin içeriğini hazırladım. Bir
de arada 15 dakikalık tasavvuf şarkılarından oluşan bir kuşak
koydum. Bu kısa kuşak o kadar çok sevilip tutuldu ki, iki bölümü de
kaplar oldu. Tasavvuf müzik konserlerine dönüştü sonunda. Böyle bir
oluşuma girmemin sebebi paranın el değiştirmesi ve benim de daha
temiz bir hava ararken ortaya koyduğum çalışma şeklidir. Yoksa o
gün hangi Ahmet'sem bugün de aynıyım. -35 yılını müziğe adamış bir
sanatçı olarak alkış seslerinin nefsinizi köreltip, benlik
hissiyatınızı öne çıkardığınız anlar hiç oldu mu? Ben çok ünlüyken
bile mutlaka, merdiven altında çay ocağı işleten bir arkadaşım
vardı. Sahneden iner, merdiven altında o kişiyle kafa kafaya verir
özel sohbetler ederdim. Benim yaradılışım böyleydi. Gerçek sanatçı
Cenab-ı Hak'tır; biz sanatkarız. Bizdeki Yüce Rabbımızın bir
yansımasıdır. Bu yüzden hiç kimse, kendini vazgeçilmez yegane
düşünmek lüksüne sahip değildir. Bunun farkına vardığında gerçek
sanatçının sanatıyla alem-i varediş biçimindeki estetiğe en azından
ayak uydurması ve katkıda bulunması gerekir. Burada deklare etmek
istiyorum; sanatı 35 yıldır en onurlu şekilde ben yaptım. Az
kazandım ve onunla yetindim. Bu seçim onur sahibi olduğum içindi.
Barlarda, pavyonlarda çalışsaydım -ki bunu yadırgamıyorum ekmek
parası için yapıyorlar orada çalışanlar- ne olursa olsun istemedim.
Müzikle uğraşmak, genel bir performans içerisinde, bir özellik
olduğunda sanatçılıktır. Yoksa profesyonelleştiğinde şarkıcılık
olur. Çünkü amaç para kazanmaktır. Şimdiki gençler şarkıcı olmak
için yarışıyorlar. Hayır, sanatkar olmak için çalışmaları gerekir.
Bunun için de çok donanıma sahip olmaları gerekir. Halbuki benim
yaptığım iş Osmanlı kültüründe entelektüel bir yapının süsüdür.
Meslek değildir. Meslek oluştuğunda otomatikman seviyede sıkıntı
olur, düşer. Çünkü bir şey karşılığında yapıyorsunuz . O zaman siz
biçeceksiniz benim fiyatımı. Eskiden mesela kalem efendisidir ama
sesi de çok güzeldir. Konak entelektüel toplantılarında söylermiş
şarkılarını ve lütfen yaparmış. Bir şey karşılığında değil. Bu iş
meslek olalı kişilerde de yapılan işlerde de bir tenezzül, bir
aşağı iniş olmuştur. -Örneğin Türk Müziği'nin altın güneşi Zeki
Müren musikimizde yeri yadsanılmayacak bir öneme sahiptir. O, sizce
nasıl bir sanatkardı? İki ayrı yol vardı onun döneminde. Bir tanesi
Alaattin Yavaşça, diğeri de bir Zeki Müren idi. Her ikisi de aynı
zamanın Türk Müziği ürünleri. Alaattin Yavaşça'ya baktığınızda
anlatmak istediğim doğru adrese varırsınız. Ama rahmetli Zeki
Bey'in gittiği yolda profesyonelce ve belli karışıklıklar
yaşadığını görürsünüz. Alaattin Bey müzikten para kazanmamıştır.
Kendisi doktordur. Mesleği yapmıştır ama Türk Müziği için ürettiği
şarkıların haddi hesabı yoktur. Üslubu, sesi, tavrı itibariyle
yegane örnektir. Alaattin Yavaşça sanatkara en yakın bir örnektir.
Zeki Müren ise sanat adı altında vur patlasın çal oynasın
yapmıştır. Bu da etik farkından meydana gelir. -Yüksek ökçeli
ayakkabıları, şaşalı bol pırıltılı kıyafetleri, geriye doğru
taradığı kabarık saçlarıyla Zeki Müren sadece marjinal bir kesime
değil, toplumun bütününe hitap etmeyi başarmıştır. Üstelik o
yıllarda böyle bir farklılığı çoğunluğa kabul ettirmesi gerçekten
hayret vericidir. Sizce burada müthiş kıvrak bir zekanın övgü dolu
becerisi yatmıyor mu? Doğru, halk onu olduğu gibi kabul etti.
Yadırgamadılar. Kimin çocuğu onun gibi olmaya çalışsa aile paniğe
kapılırdı oysaki. Mini eteklerle bile çıktı sahneye. Allah
taksiratını affetsin. İlginç bir yapısı vardı. Bir takım taklitleri
oluşmaya çalıştı, ama o varken olmadı. O, birçok özelliği
fazlasıyla üzerinde taşıyordu çünkü. Ayakta olabilmek için her
devri kendine çalışır bir hale sokacak bir beceriye sahipti. Yani
bir davanın adamı değildi. Kendini var edebilmek için her davaya
girip çıkan biriydi. -Bunca sene sonra ben kalkıp sizinle röportaj
yapıyorsam demek ki sizde inanılmaz bir devinim söz konusu. Zeki
Müren'i bağrına basıp başına taç yapan o toplum bakın Ahmet Özhan'ı
da gönlündeki sırça köşke yerleştiriyor ve en az onun kadar çok
seviyor. O halde halkın sanata ve sanatçıya olan aşkı bu işi doğru
yapan herkesi kucaklayacak kadar büyük değil mi? Hakikaten öyle.
Allah'ın bir lütfu. Beni sevmelerinin nedeni şu bence; toplumun
genel karakteriyle benimki özdeşiyor. Çünkü beni bahsettiğim
değerleri onlarda yürekten saygı duyup uyguluyor. Halkımı,
coğrafyamı ve kültürümü çok seviyorum. -Türk Müziği'nin bugün
geldiği noktayı değerlendirir misiniz? Bakın aslında şu andaki
nesil Türk Müziği'ne çok aşina ve becerebiliyor. Fakat bu
arkadaşların kendini gösterecekleri bir platformları yok. Bugün
televizyona herkes çıkıyor. Ancak eskiden herkes sahneye
çıkamıyordu. Bir plak yapıldığında yapabilen yapıyordu, herkes
yapamıyor. Bugün Türk Müziği'ni tüketen insanlarımız acayip bir
kayıtsızlık peşinde. Müziğini seviyorsan sahip ol değil mi? Bir
rock müzik dinlerken camları pencereleri aşağıya indiriyorlar, o
kadar çok seviyorlar. Eee, Türk Müziği'ni dinlerken cam kırma, ama
en az rock konserlerinde olduğu gibi hınca hınç doldur. Böyle bir
aymazlık var. Türk Müziği'nin bugünkü durumundan şikayet ediyorlar
ve ediyoruz. -Peki, Türk Müziği'nin bugünkü durumu nasıl olmalı?
Sosyal dinamiklerin neye dönüştüğünü ve bu dönüşümün ne üretmesi
gerektiği gerçeğiyle kendi kendimize yüzleşebiliyor muyuz? Belki
bugün gerçek Türk Müziği'ni Kayahan ve Sezen Aksu yapıyor. Su
akacağı mecraya gider hiç merak etmeyin. Bir debi varsa arkasında
suyun yılan gibi gideceği yolu bulur; kaynağına eriştirir. Marjinal
ve muhafazakar bir toplumuz. Muhafazakar olduğumuzda Türk
Müziği'nin bugünkü durumundan şikayetçi bir konuma düşüyoruz. Ama
dönüşümü içimize sindirip, madem ki kanun koyucu ben değilim,
diğerinin koyduğu kanunu ben nasıl kendime dönüştürebilirim
kaygısını eğitimsel bir biçimde düşünemeyip beceremezsek bugün,
"Uzun İnce Bir Yoldayım" gitarla rock olarak söylenir. Onlar Aşık
Veysel'i kendilerine dönüştürdüklerini sanmasınlar. Bugün Kıraç'ın
elindeki gitar, Veysel'in elindeki bağlamadır. Ama Kıraç beyninin
ve gönlünün algılaması doğrudur. Son sözüm şu; bugün pedogojik bir
yaklaşımla yeni bir eğitim yapılmadığından dolayı zaman ve
insanların zevki dış etkilerinde oluşturduğu üretim araçlarının
değişmesiyle-klavye, gitar ve davulun müziğe girmesiyle-melodik
yapının Türk Müziği'nden kopmayarak Kayahan, Sezen Aksu, Kıraç ve
Funda Arar'ın yaptığı müzikler günümüzün popüler Türk Müziği'ni
temsil etmektedir diyorum. Ve onları şehvetle dinliyorum. -Türk
kültürümüz ve Türk ahlaki biçimimiz gibi bir takım etik
değerlerimizin "modernite" adı altında ıslah edici unsurlar olarak
değişime uğramasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Şöyle ifade edeyim;
bu yaşadığım coğrafyanın sahibi olan insanların, atalarımızın bize
miras olarak bıraktığı toprakla birlikte manevi değerlerimizin yok
oluşunu izlemeyi bir türlü içime sindiremiyorum. İnsanları aldatmak
üzere trend elde edinmeyi ahlaksızlık saymak için onur kırıcı
Kopenhag kriterlerine ihtiyacım yok benim. Yığınla böyle
kriterlerim var. Yunus'un Mevlana'nın kriterlerine ne olmuş? Avrupa
Birliği sürecini onaylarken bu muhalefeti de alkışla karşılayarak
aslında bizim bünyemizde varolan erdemi tekrar bize öğretiyorlar.
Acı geliyor ama hiç değilse hayatımıza geçiriyoruz diye
düşünüyorum. Ben Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 tane yıldız
barındıran bir sancağa sahibim. Bu ne demek 16 devlet. 16
entelektüel varoluş demektir. Devlet dediğiniz şey; protokolünden,
A'dan Z'siyle kültürüyle, üretimiyle, halkıyla bir bütündür, ki
zaten biz bunların en güzeline sahibiz, bunları yok sayıp
yaptırımla oluşan bir takım değerlere sarılmanın ne kadar can
acıtıcı bir şey olduğunu düşünemezsiniz. Öncelikle millet olarak
kendi tarihimizle barışmak zorundayız. Nedense geçmişimiz hep
kötülendi. Ortaokul ve lisedeyken milli sistemi ayakta tutmak için
okutulan Emin Oktay'ın tarih kitaplarında okuduğumuz şeyler o kadar
yerildi ki geriye dönüp baktığımızda istifade edeceğimiz bir
değerimiz kalmadı. Tarihimizi bu derece deforme edilmiş gibi
sunmasak, dedemizden kalanları araştırıp doğru olanı öğrenmeye
çalışsak, göreceğiz ki övüneceğimiz çok şey var. Afrika, Asya,
Avrupa; yedi düvele hükmetmiş bir Osmanlı Hanedanı'nın
çocuklarıyız. O coğrafya içinde etnik onca topluluğu kavgasız
gürültüsüz yaşatmış bir imparatorluğun evlatlarıyız. Göğsümüzü
kabartacak bir geçmişimiz var. Bakın şimdi kendi içimizde
tepişiyoruz. Alt ve üst kimliklerin pedagojik yaklaşımını
beceremediğimizden dolayı her şeyi altüst ettik. -Olaya müzik
açısından bakacak olursanız, neler dersiniz? Müzik dediğinde de
sadece "Akşam oldu. Hüzünlendim ben yine" demek değildir. Akşam
vaktinin hüznünü hangi psikolojik ortam hazırlıyor ki ben
hüzünleniyorum onu irdelemektir müzik. Melodi, müziğin melodik bir
meskenliğidir esasında. Şarkı seni söyler, sen şarkıyı söylemezsin.
Seçtiğin şarkıdır seni söyleyen. Benim söylediğim şarkıyı dinlerken
Ahmet bu şarkıyı söylüyor ise siz Ahmet'i o şarkıda görürsünüz.
Aksi taktirde sevmediğim bir şarkıyı söylememek lazım değil mi? Bu
kadar güzel, bu kadar derin ve estetik bir meseleyi hiçbir şeyi
kucaklayamazmış gibi yaşatıp yaşatmaya çalışırsanız yazık
edersiniz. Benim dertlerim bunlar. Bizde bunlar varken
dışarıdakiler tarafından yargılanmak üstelik hem içte hem de
yaptırımcı toplumların diline düşmek gurur verici değil. Ben kimin
çocuğuyum. 2000 yıllık devlet geleneği olan bir tarihten geliyorum.
Bunu yok etmeye kimsenin hakkı yok. Bakın eğer Atatürk yaşasaydı,
Anıtkabir'in bu şekliyle bir "Allah gecinden versin bir hal zuhur
ettiğinde size böyle bir şey yapmayı düşünüyoruz" deselerdi Atatürk
bunu asla kabul etmezdi. Atatürk kadar hakkı yenen bir insan az
çıkar tarihte. Herkesin elini atıp istismar ettiği herkesin pirim
elde edebilmek için ağzına aldığı bir şahsiyettir. O Anıtkabiri
Atatürk onaylamazdı. Neden? Çünkü öyle bir mimari benim kendi
yapımı, kültürümü, mimarimi yansıtmıyordu derdi. Belki de mezarını
o şekilde tabulaştırmak da istemezdi. Çünkü yaşarken tabu koyan bir
insan değildi. Cumhuriyet kadar insan onuruna uyan bir rejim
yoktur. Cumhuriyet kuvvetler ayrılığı yani cumhurun topluluğun
karar verme yetisidir, en onurlu yaşama biçimidir. Bunun kreması da
demokrasidir. Atatürk'ün altı asır dünyaya egemen olmuş bir
imparatorluğu yok sayması mümkün değildir. Çünkü o tarihin o
dokunun çocuğudur. O da kendi tarihiyle övünüyordu. Ama bu
anlattıklarımı başka şekilde çarpıttılar. -Belki de devrimlerin
bugün hala yeteri kadar absorte edilmeyişinin altında yatan gerçek
de bu. Kesinlikle öyle. Aslında çok jakobence bir yaklaşım. Şu anda
Osmanlısın, yarın şapkayı, fesi atıyorsun kendini çıplak
hissediyorsun. Sarıkla başlamış, sonra kalpak ve fese dönmüş en
sonunda şapka.. Ama bütün bu geçişlerde sıkıntı yaşanmış. Kim bilir
yumuşak bir geçiş yapıp, insanlara biraz daha eğitici yaklaşılsaydı
çok daha iyi olurdu. Çünkü yeteri kadar çapı olmayan insanlar fesi
çıkarıp şapkayı giyince kendilerini gavur gibi hissetmişlerdir.
Hazır değildir. Halbuki Osmanlı'yla fesin bir alakası yoktur. Bir
magnum giysisidir fes. Bir serpuştur. Ondan önce kalpak vardır.
Sarık ise kültüre aittir. Sarığın izahında, insan o derece
ölmeyecek gibi insanlık için var ama o an ölecekmiş gibi ahirete
hazır manası yatmaktadır. İşte o sarık kefenidir kafasındaki.
Alparslan'ın 1071'de Malazgirt'te miğferinin etrafına sardığı sonra
Selçuklular'ın bir giysi haline getirdiği sarık, "Bu benim
kefenimdir. Ya ben buraya gireceğim; herkesi müslüman Türk
yapacağım ya da bu kefeni giyeceğim" demektir. Bizim kültürümüzün
içinde ritüellerde olsun, davranış biçiminde ya da sözel olsun
mutlaka geri planda bir felsefi ön görü yatar. Hiç el yordamıyla
olan bir şey söz konusu değildir. -Bugün ülkemizde hala baş
örtüsünün problem olarak görülmesini neye bağlıyorsunuz? Atatürk
sistem için malzeme edilmiştir; bu bir gerçektir. Halbuki
demokrasiye insan bünyesi çok çabuk adapte olabilir. Ancak dayatma
biçiminde yumuşak geçiş yaptırmadan kesin bir değişim yapmaya
çalışırsanız 2000 yıllık bir genetik yapı 20 günde değişmez. İşte
başörtü meselesi; bugün yine gündem. İsterseniz takarsanız, hazır
hissetmiyorsanız takmazsınız; çözümü budur. Takmadığınız zaman siz
ait olduğunuz moral değerin dışına çıkmazsınız. Ben sizi bu
durumunuzla yargılayamam. Bir arkadaşımız takıyorsa onu içine
sindiriyordur, öyle olmayı beceriyordur, ancak bu Türkiye'nin
başına derttir. Bugün düşünün ki bir Başbakan, bir Meclis Başkanı,
bir Dışişleri Bakanı ve diğer bazı zevat bir Cumhuriyet Bayramı
kokteylini bir arada kutlayamıyorlar. Çünkü hanımlarının başı
örtülü olduğu için oraya kabul edilmiyorlar. Bunlar devleti
yürütmenin sahipleri.. Cumhurbaşkanı da bütün Cumhuriyet sisteminin
en başındaki kişi ve makam .. Böyle bir şey düşünebiliyor musunuz?
Bu ne kadar huzur kaçırıcı, karanlık, puslu ve rutubetli bir
ortamdır.. Bu, halkla devlet arasındaki soğukluktur; açılımı bu.
Yani seçimlerde tek başına iktidar olacak kadar oy almış bir
tercihle, o tercihin platformu olan devlet, sistem ve yapısının
hala kopuk olduğunun göstergesidir. Böyle olmasını hiç kimse tercih
etmez. -Peki ya iki tarafı da absorte eden değişim nasıl
gerçekleşecek? Değişim kelimesini içime sindirmiyorum şu dönem.
Dönüşümü daha yumuşak buluyorum; tolera edilmesi daha kolaydır.
Dönüşmeyen şey ya yozlaşır ya kaybolur. Dönüşüm çok önemli. Değişim
kadar başkalaştırıcı diğerinden olucu bir çağrışımı yok.
Muhafazarlık çok konuşulan bir şeydir. Muhafazarlık söylem bazında,
açılım bazında doğru görünmüyor artık. Muhafaza ettiği zaman
dönüşmeyen şey olarak algılanıyor. Bunlar küçük detaylar gibi ama
çok önemli. Dönüşüm içinde değişim de vardır, ama kendinden
kopmayan muhafazakarlık kabına sıkışmayan bir oluşum vardır. Esas
içime sindiremediğim şey şudur; ben asırlarca kanun koyucu olmuş
bir yapının bu günkü uzantısı ve ferdiyim. Şimdi değişim adına
başkasının koyduğu kanuna adapte olmakta kimlik ve varlık biçimim
açısından şahsi ve onu yapılandıran diğer özellikler açısından
rahatsızlık hissediyorum. Çünkü hep ben kanun koyucu olmuşum.
Üretiimin biçimini dönüştürememekten dolayı netice itibariyle her
kamelin bir zevali vardır, acı bir şekilde ne oldu Türkiye
Cumhuriyeti'ne dönüştü. Yok olmadı. Bu dönüşümü mü değişim mi biz
hala karar veremedik. Değişim olduğu içinde yeteri kadar içimize
sindiremedik. Halbuki bu dönüşmeliydi. -İki genç çocuğunuz var.
Peki böyle bir dünyada onlar nasıl yetişiyorlar? Bir tanesi
üniversiteye gidiyor, bir tanesi lise 2'de; baktığınız zaman
tamamen sistemin entegre ettiği bir kültürle karşıma çıkıyorlar.
Fatma Özgül batı pop dinliyor. Yerlilere çok fazla itibar etmiyor.
A'dan Z'ye hepsini senkron biçimde ezberliyor. İngilizcesi süper.
Bilgi Üniversitesi'nde "Uluslararası İlişkiler"de okuyacak. Ötekisi
de NBA düşkünü. Bütün yıldız basketçilerin ismini biliyor.
Fethullah Gülen'in şiirleri 10 günde 300 bin sattı - Usta
bestekarların bestelediği Fethullah Gülen'in hasret dolu şiirleri,
ilahi ve şarkı haline getirilerek sizin tarafınızdan yorumlandı.
Fethullah Bey bu eserlerini bizzat sizin seslendirmenizi mi istedi
yoksa, ani gelişen bir olay mıydı? Planlı programlı bir proje
değildi. Menajerlik ve organizasyon işleriyle uğraşan Türker Vural
adındaki bir arkadaşımla birlikte önümüzdeki günlerde ne gibi işler
yapabiliriz düşüncesiyle bir araya gelmiştik. Hatta arabanın
içindeydik; "Ağabey, böyle bir şey var, yapar mısın?" dedi. Benim
de işim bu. Yakışan, hoşuma giden bir şey olursa neden yapmayayım?
Hiçbir şeyden çekinmek için bir sebep de görmem. "Olabilir, ancak
önce eserleri görmem lazım" dedim. Birçoğu Ahmet Hatipoğlu'na
aitti. Ahmet ağabey, musiki duruşu, kalitesi, besteciliği ve
yorumculuğuna gönülden inandığımız, musikimizde çok önemli bir yere
sahip olan biridir. Aklıma yattı ve kabul ettim. Sonra araya zaman
girdi. Aslında albümü Ramazan ayında çıkaracaktık. Olmayınca Kurban
Bayramı öncesine ertelendi. Stüdyoya girdim ve iki günde eserleri
seslendirdim. Her şey kendiliğinden gelişti açıkçası. -Fethullah
Bey'le önceden bir tanışıklığınız var mı? Tuhaf gelecek ama
kendisiyle daha önce el bile sıkışmadım. Görüştüğüm bir insan
değil. Hatta bunu daha önce de söyledim. Fethullah Gülen ve
cemiyeti daha önce büyük otellerde geniş çaplı iftarlar yapmış,
kapsamlı bir devrim içindelerdi ama hiçbir zaman onlardan davet
almadım. -Gülen senelerdir yurt dışında yaşıyor. Ülkesinden ayrı
olmak derin bir sızının acısının sürekli zuhur etmesi gibi hazin ve
oldukça elzem bir durum ve o bütün bunları hissedip ruhunda kopan
fırtınaları mısralara dökerek hafiflemeyi seçmiş. Peki ya siz
sanatçı kimliğinizle onun bu eserlerini okurken neler hissettiniz?
Hakikaten çok ilginç. Etkilendim. Özellikle "Hüzünlü Gurbet" adlı
şiiri uzaklarda acı çeken bir insanın ifadeleri.. Bizim
kültürümüzde gurbetin önemli bir yeri vardır. Askere gideriz
gurbettir, Anadolu'da yaşayan genç bir insan tahsil için başka bir
şehre gider; yine gurbettir. Üstelik soy olarak göçebe bir kavimden
geldiğimiz için göçtüğümüz pozisyonda hep gurbet özlemi
çekmişizdir. Bu bizim genetik yapımızda var. Şimdilerde insanlar
çeşitli nedenlerle gurbeti yaşıyorlar. Fethullah Bey de o özlemle
yazmış şiirlerini. Çok naif ifadeler kullanmış. Şarkının ismi
albümün de ismi oldu zaten. Bunun müzik yapısında da bir hoşluk
oldu. -Eserlerini sizin sesinizden dinleyince nasıl bir tepki
verdi? Hiç bilmiyorum. Benim hiçbir bağlantım yok kendisiyle. Kimse
bir şey söylemedi. Ben de sormadım. Ama albüm güzel oldu. Memnun
olunmayacak bir çalışma değil. - Kaset piyasaya çıkalı bir ay oldu;
satışlar nasıl gidiyor? Zannediyorum ilk 10 günde 300 bin sattık.
Çok ciddi bir rakam. Şunu da söylemek lazım. İnsanlar bekliyor
böyle bir şeyi. Bir de cemaat algılaması var. O cemaatten olan
insanların ülkelerinden uzakta olan büyüklerinin sözlerinden bir
şeyi tüketme iştahlarıdır. Ama tabii bugün Sezen Aksu da
tüketiliyorsa bende dört gözle bekliyorum, Sezen'in kaseti çıksa da
alsam diye. Sevgidendir elbette. Herkesin sevdiği vardır ve ondan
dolayı alır. İLAHİ KASETLERİ YOK SATIYOR -Piyasaya çıkan
albümleriniz arasında yok satan, 1 milyon ve üstünü geçen
çalışmalarınız oldu mu bugüne kadar? Bir şarkıdan dolayı 1 milyonu
vurmadım. Ama benim gibi sürekli satan bir sanatçı yoktur. 20
senedir hala aranan ve koşa koşa gidilerek satın alınan kasetim
vardır. Zaten bir şeyi çoğaltan varsa kesinlikle müşterisi vardır.
O artık 1 milyon mu olmuştur, 3 milyon mu olmuştur bilemem.
Denemesi bedava. Korsanlar kapağına benim fotoğrafımı koymuşlar,
hatırlamadığım toplama bir sürü kasetleri dizmişler tezgahlarına
yok satıyorlar. Bir arkadaşım bir tezgahta bulmuş, beş tanesini
aldı getirdi. İnanın onlar bende yok. -İlahi kaset satışlarında
gözle görülür bir patlama var. Albüm satışlarından muzderip olan
Unkapanı, bu tür kasetlerden ekmek yiyerek geçimini kazanıyor. Bu
tarzı ilk ve doğru olarak yapan bir sanatçı olarak bu durumu nasıl
açıklıyorsunuz? Evet ilk ben başladım. Sonra beş kişi oldu, ona
çıktı. Bu kasetler yürüdü gitti. Şu anda ciddi bir sektör var
ortada. Türkiye'deki sosyo ekonomik yapının oluşturduğu sosyo
kültürel yapı neyse, o derecede bunun üretimi de var. Bir Ramazan
günü Eyüp Sultan'a gidin, orada pazarda tezgahlarda çalınan
şarkılara bir kulak kabartın. Her "Türkiye" lafının arkasından bir
"Allah", "Muhammed" lafı geçirip şarkı yapmışlar ve o kasetler
cayır cayır satılıyor. Siz de Küçük Emrah var da ilahi albümler
kategorisinde Küçük Emrah yok mu? Var. Müslüm Baba var da onlarda
yok mu. Yine var. Pop da arabeskte kategoriler neyse ilahi
albümlerde de mevcut. Arabeskin, pop şarkıların satışları düştü ama
ilahi kasetler tavan yapıyor. Ve bunu seslendirenlerin yüzünü bile
bilmezsiniz, öyle isimler okumuş. Halkın bu tüketimi yapmaya
ihtiyacı var. Doğu'da yaşayan insanlar, oraya yeteri kadar yatırım
yapılmadığından dolayı büyük şehirlere göç ediyorlar. Merkezlerde
değil varoşlarda gidip yaşıyorlar. Arabeski oluştururken kendi
moral müziklerini de oluşturuyorlar. Ve ortaya ilahi kaset söyleyen
sanatçılar ve onların eserleri çıkıyor. Siyaset sosyolojisi var da
müzik sosyolojisi yok mu yani? Müziğin bugünkü durumu müzik
sosyolojisi olarak izah edilebilinir ancak. Kaynak: Dünden Bugüne
Tercüman