Ahmet Hakan'dan samimi itiraf
Abone olKanal 7'nin başarılı anchormani Ahmet Hakan, Zaman'dan Nuriye Akman'a konuştu..
“Türkiye’de işini iyi, doğru ve güzel yapanlar” diye bir liste yapsam, Ahmet Hakan’ı medya bölümünün ilk sıralarına koyardım. Kategorik düşünme kolaycılığına girmeden, meselelerin arka planını unutmadan, tüm kesimleri objektif olarak anlama ve yansıtma çabası içinde oldu hep. İçine doğduğu muhafazakar çevrenin, “bireyleşmeyi” onun önüne ekstra bir zorluk olarak getirdiğini, imkanları mütevazı bir kanalda kendini gerçekleştirdiğini, “ötekilerin” ona kuşkucu bakışlarını hatırlarsak, başarısı daha da anlam kazanır. Ahmet Hakan’ın, içinde yaşadığımız ülkeyi tanımak için iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Türkiye gibi ne tam Doğulu, ne tam Batılı olan, ikisi arasında sağlıklı bir sentez yapamayan, geçmişle zihinsel bağı kopuk, siyasi ve ekonomik darbelerle perişan olmuş bir ülkede herkes için geçerli bir sorun var: Kimlik bunalımı. Bu, senin özelinde nasıl yaşanıyor? Ben, Türkiye’de iki farklı yaşam tarzının ve iki farklı kimliğin olduğunun bilincine çok küçük yaşlarda vardım ve bu iki dünyanın birbiri ile ilişkilerinde çok hoyrat, hırpalayıcı olduğunu fark ettim. Bu durumu çözmek ve kurtulmak için bulduğum yol, iki tarafın da ortak noktalarını bulup, hep ortada gitmeye çalışmak oldu. O yüzden de iki taraftan da çok ateş aldın? Geleneksel ve modern yaşam tarzının olumlu–olumsuz noktalarını aynı anda görmek nedeniyle, evet, iki tarafa da yaramıyorsun. Ne ordansın, ne burdansın. Muhafazakar kesime ait ne tür çelişkiler yaşadın? Eğitimsizliğin verdiği hoyratlık muhafazakar çevrelerde çok yaygındır. İnsanlar orada “birey” kabul edilmez. Ne zaman ki bireysel özelliklerimi ön plana çıkarttım, hep keskin bir karşı duruşla karşılaştım. Mesela, küçüklüğümden beri roman okumama dudak bükülmüştür. Ne kadar dışa açıksanız, ne kadar farklı dünyaları tanımaya yatkınsanız, o kadar yadırganıyorsunuz. Bu, “öykünme” olarak algılanıyor ve bu da size “aşağılık kompleksi” içinde olduğunuz suçlamasıyla geri dönüyor. Diğer çevrenin penceresinden nasıl görüldün? Onların damarına basmanıza neden olan birtakım anahtar kavramlar var. Dindar bir çevreden mi geliyorsunuz, büyük ölçüde tepki görüyor, ne yaparsanız yapın, içlerine giremiyorsunuz. İlgi alanlarım, üslubum, hayata bakışım itibarıyla kendimde farklı hiçbir şey görmüyorum. Fakat, geldiğim yer benim hep önüme çıkarılan ayrıksı tarafım. Orada da bir “aşağılama” güdüsü devreye giriyor. Bu şizofrenik yapı, bu dramatik durum sende ne fırtınalar yarattı? Evet böyle müthiş bir dram var. Fakat bir insanda bundan kurtulmanın yollarını bulma yeteneği de var. Bir anlamda kaçıyorsunuz. Hesaplaşmaya kalkıştığınızda işin içinden çıkamazsınız. Her iki tarafta da bu genel tespitleri yalanlayan insanlara sığınıyorsunuz. Her iki dünyanın içine girdiğiniz durumlarda, geçmişinizi, geleceğinizi, karşı tarafın size nasıl davrandığını hiç düşünmeksizin o anı yaşıyorsunuz. Bir dindar çevrenin içinde, oranın gerektirdiği raconları uyguluyorsunuz, diğer tarafta da öbür raconları uyguluyorsunuz. Bir tür kaçış. Cami ile bar arasına sıkışmak diye mi özetleyelim? Bu tespit, bu tür durumları istismar eden çevreler tarafından kolaylıkla aleyhimde kullanılabilir. Bu tanımlama bile, yaşadığım ikili hayatın bana getirdiği zorlukları gösteriyor. Üstündeki “İslamcı” imajından kurtulma çabalarını üçüncü bir gözle izleyebiliyor musun? Bundan on sene önce hayata nasıl bakıyorsam, şimdi aynı şekilde bakmıyorum tabii. Eskiden kendimi daha net biçimde “İslamcı” diye nitelendirebiliyordum. Fakat hayat size, bu düşüncenin artık bir geçerliliği kalmadığını öğretiyor. Yoksa, orada yalnız kalmaktan mı korktun? Asla. Bilsem ki, İslamcılık diye bir düşünce bugün için hâlâ Türkiye’de teoride ve pratikte geçerliliğini koruyor, bunu gür bir sesle söylerim. Neden ancak 37 yaşına geldiğin zaman “ben solcu Müslüman’ım” cümlesini kullanabildin? Ben kendimi her zaman sağcılıktan uzak bir siyasi atmosferde buldum. Aile çevrem, kendilerini “İslamcı” olarak nitelendirdiler; ama asla “sağcıyız” demediler. “İslam, eşittir sağcılık değildir. Sağcı kapitalisttir, İslam’la ilgisi yoktur. Solcu sosyalisttir, komünisttir. Onun da İslam’la ilgisi yoktur.” diye düşünürlerdi. MSP’yi bir üçüncü yol gibi görürlerdi. Bütün bunları zikretmeye başlaman, senin artık bir şöhret olarak mevzilerini sağlamlaştırmanla da ilgili değil mi? Değil. 28 Şubat döneminden önce, Yörünge dergisine verdiğim röportajda da, Yeni Şafak Gazetesi’nde yazı yazarken de bunları belirtmiştim. Şimdi bunun ilgi görmesinin nedeni, ben daha popüler duruma geçtiğim için belki. İnsanda, doğuştan bir ruh hali bulunur. Sokakta yoksul bir insan gördüğünüzde, eğer biraz paralıysanız, bir utanç duygusu duyarsınız, yüzünüz kızarır. Bazı insanlarda ise bu ruh hali asla ve asla gelişmez. Yoksul karşısındaki o utanç hissi, insanları solcu, o utanmama hissi de sağcı yapar. Yani kurulu bir düzenin asla değişmeyeceği kanaati taşıyan, “biz ne yapabiliriz ki” diyenler daha çok sağ felsefeye yatkındırlar. (Bu tartışmayı sürdürüyoruz; ama yerimiz yok, tamamını size aktaramıyorum.) Bir dini, bir ideolojiyle birlikte tarif etmenin iç dünyandaki karşılığı ne? Müslümanlık bugünün insanına tek başına bir şey ifade etmiyor maalesef. Bu eksiklik dinden kaynaklanmıyor. Bugünün insanının zihinsel oluşumu ile ilgili bir şey bu. Peki ama bu bir verili gerçek deyip, yani bugünün insanına bir şey ifade etmediğini değişmez kabul edip, bir dinle bir ideolojiyi yan yana getirip, bir kavram yaratarak bunu daha da pekiştirmiş olmuyor musun? Hayır. Müslümanlık tek başına bir insanın kendini tanımlaması için yeterlidir. İlle de bir siyasi kavram kullanmak gerekir ise, Müslümanlık sağa mı yakındır, sola mı yakındır diye bir soru akla gelir ise kaydını koyarak söyledim tüm söylediklerimi. Ama bunu “ille de gerekirse” diyen sensin. Acaba kendini artık bir entelektüel olarak kabul ettirme çabası içinde misin? Hayır. Estağfirullah! (gülüyor) Adam “ben Müslüman’ım ve sağcıyım” dediğinde hiçbir sorunla karşılaşmıyor; ama “ben Müslüman’ım ve solcuyum” dediğinde büyük problemlerle karşılaşıyor. “Dinin ideolojiyle açıklanmaya ihtiyacı mı var kardeşim?” sorusu meşruysa, bu sorunun sağcılık için de mutlaka sorulması gerekir. Ben sonuç itibarıyla düşünen bir insanım. Kendi birikimime dayanarak bu iddiaları ortaya atıyorum ki tartışılsın. Ben bir siyaset bilimci değilim, teolog değilim… Bence sana artık Tv starı olmak yetmiyordur. Başka bir düzleme sıçraman, adından bir aydın olarak söz ettirmen gerekiyordur. Bu gibi tartışmalar, bir sıçrama noktası değil mi senin için? Bu soruya “evet” cevabını verdiğimde, “ben artık oldum, piştim, hadi bir tartışma ortaya atayım da, biraz da entelektüel olduğumu insanlara kanıtlayayım” gibi bir kast–ı mahsusa ile bunu yaptığım düşünülebilir. Oysa bu tür durumlar doğal bir süreç içinde olur. Peki sen bir entelektüel misin? Entelektüel olma gayreti içindeyim. Bir entelektüelin gerektirdiği birikime sahip değilim. Ama o tür birikime sahip olmamak, bu tür tartışmaların içine girmeye engel de değil. Şimdi bir gayret içindesin, ne kadar zaman sonra kendini entelektüel olarak addedebilirsin? Bu, “karpuz ne kadar sürede yetişir” anlamsızlığında bir soru. Ahmet Hakan, toplum tarafından sevilme ihtiyacını tam olarak giderebiliyor mu? Türkiye’de keskin bir kutuplaşma olduğu dönemlerde her iki tarafın da şakşakçıları vardı. Ben Türkiye’deki bu kutuplaşma ortamının sona ermesi yönünde, her iki tarafın namuslu insanlarının teslim ettikleri biçimde davranmaya çalıştıysam da, kutuplaşmanın yoğun yaşandığı dönemlerde, bana tam bir şakşakçılık yapılmasa da, dindar çevrelerin malı kabul edildim, önemli ölçüde sevildiğimi hissettim. Şimdi geniş kitleler tarafından iyi ve doğru haber veren bir adam olarak algılanıyorum. Ve fakat bu, her iki kutbun da fanatik kesimleri tarafından yadırganıyor. Bir taraf bana “bu herif değişti, birtakım kişilere yaranmaya çalışıyor” derken, öbür taraf “bu adam takiyye yapıyor, aslında bunun böyle olduğuna bakmayın, bu işte şöyledir, böyledir” diyor. Dolayısıyla sana kitlelerin yönelttiği sevgiyi rahatça yaşamanı engellediler... Tam da böyle oldu. Sevgiyi hissetmemi engelleyecek parazitler oluştu. Şöhret psikolojisini unutmayalım. Yetişme tarzın itibarıyla ne kadar mütevazı olma yönünde bir iç görü kazandırılmaya çalışılırsa çalışılsın, şöhret egonu şişirmiştir. Ama şöhreti tadabileceğim alanlarda yaşamıyorum ki. İşte geceleri bir partiden bir partiye gidersiniz. Etrafınızda hayran kitleleri oluşur. Ben evden işe, işten eve gidiyorum. Şöhretin getirdiği o ego şişirecek halleri yaşadığım söylenemez. Ekran kişiliğinin, normal kişiliğini fazlaca kuşattığını göremiyorsun demek. Ben böyle bir şey görmüyorum; ama insanlar ekranda gördükleriyle günlük hayat içindeki ben arasında bir bağ kuramıyor olabilirler. Bazı insanlar kendi kişiliklerini bastırıp bir kamusal kişilik yaratırlar kendilerinde. Benimki öyle değil, yani arada öyle çok büyük bir uçurum yok. Ayrıntılarda belki farklılıklar vardır. Diğer anchormanlerden farkını sorsam? NTV ve CNN Türk, bütün gün ve gece boyunca adamakıllı doyurucu haberler veriyorlar. Akşam, diğer kanalların ana haber bülteninde yapacakları bir şey kalmıyor. O zaman, haber bültenlerini, bir tür performans sergileme haline dönüştürmek durumunda kalıyorlar. En çarpıcı görüntü, en vulgar anlatım gibi yollara kayıyorlar. Dolayısıyla bir farkımız kalmadı birbirimizden. Sen de bir showman’e dönüştün yani. Dönüştürdü maalesef. Ben aslında, gündelik haberlerde arka planları sorgulayan biriyim. Bu sözünü ettiğim durum beni alabildiğine yüzeysel kılıyor. Ne kadar yüzeysel olursanız, o kadar çok izleniyorsunuz. Her gün önünüze dakika analizleri geliyor. Nerede yükselmiş, nerede düşmüş bakıyorsunuz. Yükseldiği yerin üzerine gidiyorsunuz. Buna teslim olmak durumundasınız. Çünkü reklam veren, bu düzen üzerinden reklam veriyor. Dolayısıyla ben bunun bilincinde olarak hareket ediyorum. Hangi şovları istemeden yapıyorsun? Mesela bir görüntüyü birkaç kez veriyorum. Beden dili olarak da daha kaygılı, daha dikkat çekme arzusu içinde oluyorsunuz. Sesiniz yükseliyor ister istemez. Tempo kaygısının getirdiği birtakım yapaylıklar ortaya çıkıyor. Uludağ İlahiyat Fakültesi’ni neden bitirmedin? Öğretim biçimini beğenmedim. Daha sonra Mimar Sinan Türk Dili ve Edebiyatı’nda okudum. Orayı da bitirmedim. İş hayatına atıldım. Benim kafamdaki ilahiyat ya da edebiyat öğrenimiyle arasında dağlar kadar fark vardı. Yeniliklere kapalı bir öğrenim metodu ve bir tür lise hayatı devam ediyor oralarda. Hocalar ve öğrenciler arasında üniversite kavramına ters düşen ilişki biçimleri geliştirilmiş. Hayat, kadınlarla ilgili sana ne öğretti? Buna cevap vermemeyim. Üzerinde konuşmak istemediğim, konuşurken kendimi yakaladığımda kendimden nefret edeceğim konular bunlar. On yıldır haberle yatıp, haberle kalkıyorsun. O kadar yoğunsun ki, bir kadının sevgisini hak edecek emeği ona vermeye mecalin kalmıyor belki de. Bu alanda mecalsiz kaldığımı kabul ediyorum. Zaman zaman “evlensem nasıl bir hayat yaşarım” diye düşünüyorum; ama bunu kaldıramayacağımı görüyorum. Akşam saat 11’de falan evde oluyorsun, sabah da evden çıkıp işe gidiyorsun. Bu mesai içerisinde teknik olarak imkansız görünüyor bana. Şimdi sana bir aşk elbisesi dikiyorum. Dingin bir aşk değil bu. Bunun yerine kedi–köpek gibi hırlaşılan, inişleri, çıkışları çok olan, marazi bir aşkı sana daha çok yakıştırıyorum. Allah Allah neden? Bu konuları konuşmak beni sıkıyor. Anlıyor musun? İstersen şöyle bir cümle kurayım: Ben aşkı tarif etmem, yaşarım filan. (gülüyor) Peki. “Hem solcuyum hem Müslüman’ım” noktasına gelmende, Nuray Mert’ten bir etkilenme olup olmadığını sormak istiyorum. Yazılarını, kitaplarını dikkatle okurum, sohbetler ederiz uzun uzun. Evet yani ondan etkilenmiş olabilirim; ama anlattığım gibi İslam ve sol konusundaki bugünkü düşüncelerimin altyapısı, İslamcılıkla sağcılığı ayrı gören bir ortamda yetişmiş olmamdan. Daha sonra edindiğim tüm bilgiler bu temelin üzerine oturduğu için onları algılamama ve ifade etmeme yardımcı olmuştur diyebilirim. Sabah’a geçtikten sonra senin polemikçi yanına tanık olduk. Hıncal Uluç’la olan tartışma, mahalleli çocukların dövüşmesi gibi bir şeydi. Ben biraz destursuz bağa girdim herhalde! Bu gazetede yazmaya başladıktan sonra bir sevgisizlikle karşılaştım Hıncal Uluç’ta. Beni üzdü doğrusu. Benim geldiğim yerlerle ilgili bir problemi varsa eğer, Ömer Lütfü Mete’yi son derece olağanüstü beğeni cümleleriyle yazdı. Demek ki çok ideolojik kalıplar içerisinde bakan kötü bir insan değil. Dolayısıyla bu beni şaşırttı. Ya Serdar Turgut’la atışman? Önce matrak penis yazıları, Ertuğrul Özkök ve eşi Rana’nın adının bol bol geçtiği o hani tuhaf yazılar, sonra işte “Öteki Türkiye de var. Aman işte biz bunları ihmal ettik” yazıları. Herkese Serdar Turgut güzel hassasiyetler barındıran bir yazar izlenimi verdi. Hepimiz atladık üstüne. Sonra öteki Türkiye yazılarının arasına, haklarını savunduğu kesimden insanlarla dalga geçen yazılar sıkıştırdı ve eleştirilerin ağırlığını kasten hafifletme çabası içine girdi. Bunu içselleştirmediğini, icazetle yazdığını fark ettiğimde geç kalmıştım. Çünkü, herkes yazdı, ben programa çıkarttım filan. Sonra demokrat diye bildiğimiz Serdar Turgut, şaşırtıcı biçimde teknokratlar hükümeti önerdi. Ondan sonra “dincilerle solcular ittifak kurdu, rejim elden gidiyor” diye pespaye bir tez attı. Dikkat çekmeye çalışıyor kendince. Bu, her yazarın hakkı. Sen niye bulaşıyorsun? Deşifre edilmeye ihtiyacı var. Ben soru sordum ona, “Diyorsun ki sen, rejim elden gidiyor, solcularla İslamcılar ittifak kurduğu için. Bu ittifakı küçücük bir örnekle göster”. O da bana “Sen zaten dinci ve gericisin, aydınlanmamışsın.” diye cevap veriyor. Birilerinin bunun gerçek yüzünü ortaya koyması lazım.