Ahmet Hakan nasıl kurtulur?
Abone olSabah yazarı Ahmet Hakan, çaresizliğini bu sözlerle dile getiriyor bugünkü yazısında. Peki Hakan'ın derdi ne?
bu sorunun cevabı, Ahmet Hakan'ın yazısında gizli.. İşte cevap:
Dört bir yanım sarılmış durumda, kendimi acayip kıstırılmış
hissediyorum. Hangi konuya el atsam gaiplerden gelen bir ``cıss!``
sesi irkiltiyor beni. Yani bir ``yazı adamı``nın başına gelebilecek
en büyük bela beni buldu: Mevzu bol, yerim dar değil ama ben
oynayamıyorum! Şimdiden onlarca tabuya sahibim. Put kırmaya ise hiç
takatim yok! İşte beni dehşete düşüren tablo: ``Kardeşim kafayı
Sabetaycılıkla bozmayın. Milleti rahat bırakın. İsimlerden ve soy
isimlerden yola çıkarak Sabetaycı avına çıkmak kelimenin tam
anlamıyla ayıptır`` diye destursuz konuya girsem, ``Ulan senin adın
Hakan.. Hakan, Kagan`dan gelir. Kagan eski bir Yahudi adıdır.
Yahudi sürgününde bir kısım Yahudiler Yozgat`a göç etmişti, senin
kökeninde de mutlaka Sabetayistlik vardır`` diye girişirler. Ondan
sonra işin yoksa uğraş dur Sabetayist olmadığını kanıtlamak için.
Tamam, demek ki Sabetaycılık konusuna girilmeyecek! Peki Bebek
sahilinde yürüyüş yaparken karşılaştığım Ayşe Arman`la yaptığım o
kısa muhabbeti anlatabilir miyim? Tabi ki anlatamam! Çünkü
``Memlekette onca mesele varken`` diye başlayan itiraz cümlelerini
şimdiden duyar gibiyim. Tamam, ondan da vazgeçtik. O zaman lütfen
izin verin de alabildiğine faşist eğilimler içinde olan bir kadın
yazarın, kendini solcu zannetmesinin saçmalığı üzerine döktüreyim.
Hayır, bu da olmaz! Neden? İşte cevap: ``Adın zaten çıkmış
polemikçiye..`` Ne Cihangir`in kedilerinden söz edebilirim, ne de
Nişantaşı`nın kalabalıklığından.. Diyelim ki bir cesaret söz ettim,
o zaman ``özentili`` yaftasının üzerime yapıştırılmasını da göze
almalıyım, işte buna gelemem. ``Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman
`Genelkurmay`ın ortak ahdı` demedi, `Genelkurmay`ın ortak aklı`
dedi`` cümlesiyle yazıya başlasam bu sefer de ``Adamın takıldığı
ayrıntıya bak`` derler. Biraz ağır takılayım ve ``Din-bilim,
akıl-vahiy çelişkileri`` üzerine bir makale kaleme alayım desem,
sığ pozitivist eğilimlerin 1789`un Fransa`sından bile daha güçlü
bir şekilde yaşandığı ülkemizde, bana haddimi bildirecek o kadar
çok pozitivist ortaya çıkar ki, aman Allah korusun! Beni saçma
sapan tezlerle güya eleştiren Yalçın Küçük`e cevap versem, ``Onun
mazur olduğunu bilmiyor musun?`` derler. Abdullah Oğuz`un lütfedip
gönderdiği Asmalı Konak DVD`sinden ``yönetmenin kurgusu``nu
seyredip bir eleştiri kaleme alsam, ``arkaik`` ve ``demode``
suçlamasıyla karşı karşıya kalırım. ``İkinci bahar`` adlı yarışma
programını sunan Ebru Akel adlı sunucunun olağanüstü sahteliği
yüzünden sinirlenip televizyona terlik fırlattığımı ve bu yüzden
evdeki televizyonun kırılma tehlikesi atlattığını yazsam, ``özelini
yazma!`` uyarısıyla kim bilir kaç kişi karşıma çıkar. En iyisi
bulaşmamak! Ne yani oturup ``açık göbekli kız, çarşaflı kadın``
olayına mı dalayım? Ah hayır! Tamam, buldum! O zaman ben de
Hüsamettin Özkan`ın yüce divana gönderilmesini yazarım. Onun ikbal
günlerine atıfta bulunarak tatsız tuzsuz ve kimsenin okuma
zahmetine katlanmayacağı bir yazı kaleme alırım.. Ama o zaman da
garanti bir meraklı sırf gıcıklık olsun diye o yazıyı okur ve
``Kardeşim, düşmüş adama vurmaya utanmıyor musun?`` der. Peki ben
ne yapacağım? Ya da bu yazar nasıl kurtulur?