Sadettin Teksoy, 90'lı yılların efsane habercisi ve gizem avcısıydı. Kendine özgü tarzı ve üslubuyla, belki de Türk televizyonlarının gelmiş geçmiş en benzersiz karakterlerinden birini yarattı ve ekrana yansıttı. Yaptığı haberler, sunduğu programların yanı sıra, sarı montu ve işaret parmağıyla da Türk halkının aklına kazındı. Yurt içinden ve yurt dışından ilginç, sıra dışı ve gizemli olayları 12 yıl boyunca 'Teksoy Görevde' programı ile televizyonlara taşıdı. Reyting rekorları kırdı. Şimdilerde ise gözlerden uzak, çiftlik hayatı yaşıyor.Sadettin Bey uzun süredir ekranlardan uzaksınız. Nerelerdesiniz? İstanbul’un batı sınırında yer alan, Çatalca’da doğayla iç içe bir hayatım var. Siyaset bilimci ve sosyolog olan eşim Müge Teksoy ile sinema yazarı - film eleştirmeni oğlum Efe Teksoy ile birlikte çiftliğimizdeyiz. Köpeklerimiz, kümes ve küçükbaş hayvanlarımız ile 'İmhotep' adlı baykuşumuzla sade bir yaşam sürüyoruz.Bu dönemde neler yapıyorsunuz? Oğlum Efe Teksoy ile birlikte korku, komedi, mizah, bilimkurgu ve esrarengiz olayları konu alan çok sayıda uzun metrajlı film ve dizi senaryoları yazdık, yazmaya da devam ediyoruz. Ayrıca, dört buçuk yıl boyunca ön araştırmalarını yaptığım, İslam Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V)’in vefatından önceki son 10 gününde neler yaşandığını anlatan uzun metrajlı film senaryosu yazdım. Bu projem Mustafa Akad’ın yönettiği 1976 yapımı ‘’The Message-Çağrı’’ filminin devamı niteliğinde olacak. Çok ses getireceğine inandığım, izleyenleri gözyaşlarıyla hayrete düşürecek bilinmeyenlerle dolu olan bu çalışmamın yaşama geçmesini bekliyorum…Dijitalleşme ve sosyal medya artık hayatın her alanında olduğu gibi, yaşam biçimlerimizi de derinden etkiledi ve elektronik medyanın yarattığı bu global enformasyon yumağı, herkesin herkesten her an haberdar olduğu topyekûn bir değişim sundu. Ben de günümüz dijital çağına ayak uydurmak için teknolojinin getirdiği bu yeniliklere kendimi adapte ettim. Dünyanın en büyük streaming şirketlerinden Netflix’in rekorlar kıran dizisi Stranger Things‘in Türkiye’de yayınlanan 2. ve 3. sezon kısa metrajlı tanıtım filmlerinde oynadım. Her biri izlenme rekorları kırarak sosyal medyayı salladı ve reklam dünyasının önemli ödülleriyle taçlandırıldı. Ekranlardan uzak olduğum bu süreçteyse kendi alanıma dair araştırmalarıma ve görüşmelerime devam ediyorum. Düzenli olarak dünyanın farklı ülkelerinden örnek vermek gerekirse; Amerikalı filozof Noam Chomsky, Kanadalı gazeteci Naomi Klein, Amerikalı Gazeteci Rebecca Solnit, Slavoj Zizek ve Byung-Chul Han gibi düşünürlerin gündeme dair yorumlarını ve kitaplarını takip ediyorum.Hala çok fitsiniz, sırrınız ne? Öncelikle çok teşekkür ederim. Bunun bir sırrı falan yok. Aileden gelen genlerle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında; her gün yaz-kış demeden 5 kilometre yürüyor, zaman zaman ormanlık alanlarda Trekking (doğa yürüyüşü) yapıyor ve doğal gıdalarla beslenmeye dikkat ediyorum. Sabah kahvaltısını aşırıya kaçmadan az miktarda yer, öğlen yemeğini asla yemem, akşamlarıysa sofradan nerdeyse aç kalkarım. Aslında; bedensel görünüşün fiziksel bakım kadar mentalden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Antik Yunan’ın en büyük filozoflarından Eflatun, geniş omuzlarından ve gücünden dolayı Platon olarak anılır. Ancak akıl hocası Sokrates’le tanıştıktan sonra asıl gücün ve kudretin, zihin gücü ve bilgelik olduğunu kavrar ve buna yönelir. Gazetecilik maceranız nasıl başladı? Teksoy, denilince hemen akıllara benimle bütünleşmiş olan sarı montum ve her programın sonunda parmağımı ekrana doğru uzatarak “Ben, Sadettin Teksoy” deyişim geliyor. Oysaki ben, televizyon çağında birdenbire ortaya çıkmış bir yapımcı değilim. Hürriyet Gazetesi’nin 1972 yılında gerçekleştirdiği sözlü ve yazılı sınava yaklaşık 3 bin kişi katılmıştı. Bu fazlasıyla zor sınavı 3 kişi kazanmıştı. Biri Hürriyet Gazetesi eski Yazı İşleri Müdürü rahmetli Orhan Olcay, bir diğeri DHA eski Genel Müdürü Uğur Cebeci ve ben. Hürriyet İstihbarat Servisi’nde geçen tamı tamına 18 yıllık yazılı ve emek dolu bir basın maceram var. Havalimanı, polis ve savaş muhabirliği yaptım. Çok sayıda yazı dizisi ve özel haberlerle hep ilklere imzamı attım. Ancak benim savaş muhabirliği yaptığım dönemde gerçek yani tam anlamda yetişmiş bir gazeteci olmadan savaş muhabiri olunmazdı. Hatta biz ne kamuflaj gördük ne kask ne de çelik yelek. Bizim yüreğimiz çeliktendi...Saddam Hüseyin ile röportaj yapan ilk kişisiniz. Buna değinmezsek olmaz... Elbette… 1981 yılında Irak-İran Savaşı’nın en ateşli döneminde, kan ve barut kokulu, gözyaşlarının sel olduğu bir ortamda, Irak eski lideri Saddam Hüseyin ile görüşmeyi başaran ilk gazeteci oldum. Gazete iki gün haberimi manşetten verdi. Yabancı Basın Saddam’ın bana yaptığı açıklamaları alıntı yaparak yayınladı. O dönem Saddam, hiçbir gazeteciyle görüşmüyordu. Benden sonra da görüşmedi. Ayrıca, 14 günlük "Humeyni’nin İran’ı" adlı yazı dizim gazetede bir ilkti. Savaşı her iki cepheden de yıllarca 18 kez izledim. Gazetecilik dönemimde, ünlü Billur Tuz cinayetinin katil zanlısını polisten önce buldum. Suudi Prens kılığına girip yanımda kara çarşaflara bürünmüş sözde eşimle İstanbul’da Arapların yaşadığı sorunları dile getirdim.Televizyona geçişiniz nasıl oldu? 'Teksoy Görevde' programının başlangıç fikri nasıl çıktı? Öyle bir iz bıraktı ki hala akıllarda... 1992 yılında Hürriyet’ten emekli olup Star Televizyonu’na Özel Haber Muhabiri olarak transfer oldum. Televizyonculukta ana haber de 30-45 saniye kuralı vardır. Benim yaptığım haberler 3 ila 5 dakika arasında yer alıyordu. O dönem RTÜK olmadığından haberlerimin arasına 2-3 reklam giriyor, halk tarafından beğeniyle izleniyordu. İki yılın ardında televizyonun Genel Koordinatörü Sayın Özcan Ertuna’dan program teklifi geldi ve 1994 yılı Haziran ayında Prime Time’da "Teksoy Görevde" yayına girdi.'Teksoy Görevde'nin bu kadar başarılı olmasının sırrı sizce neydi? İzleyici aradığı neyi buldu programda? Yaptıklarımın benzerlerini deneyen çok oldu, taklitleri çok çıktı ancak halen bir gizem ya da esrarengiz bir haber gündeme geldiğinde herkes "Sadettin Teksoy Göreve!" diyor. Beni mesaj yağmurlarına tutuyorlar. Ancak ben hiçbir zaman popüler olmak ya da çok konuşulmak için bir iş yapmadım. Yaptığım işlerin her biri kendine ait bir özgünlüğe sahip olan düşünce ve benzersiz bir emek ürünüydü. Örneğin, ben bir UFO ya da Reenkarnasyon gibi esrarengiz ve gizemli bir belgesele imzamı atacaksam; analitik psikolojinin babası ve aynı zamanda derinlik psikolojisinin üç büyük kurucu isminden birisi olan Carl Gustav Jung’un paranormal olaylar ve UFO’lar üzerine olan araştırmalarına ve ayrıca Sigmund Freud’un okültizm, telepati üzerine düşüncelerini içeren makalelerini ve araştırmaları üzerine çalışarak bu belgesellere imzamı attım. Platon’un ‘’Devlet’’ adlı yapıtının sonunda anlatılan ‘’Er’’ Mitosunda; Ruhun art arda birçok kez ortaya çıkması yani ruh göçünde geri dönüşü kalıtımın aksine, ruhların özgürce seçilmesine dayandırdığını bilerek ve bu alanda sayısız araştırma üzerinde çalıştım. Alanında yetkin akademisyen ve bilim adamlarına danışarak izlenme rekorları kıran unutulmaz belgeselleri ortaya çıkardım.Yüzlerce garip olayı ekranlara taşıdınız. Psikolojiniz etkilendi mi hiç? Bu tip sıra dışı ve önemli konuları ele alırken, belli fedakârlıklarda, özverilerde bulunmanız gerekir. Ben, ne yaptığımın bilincindeydim ve sonuçta yaptığınız şey, bilgi amaçlı ve ileride alıntı yapılacak bir iş. "Ben bundan korkuyorum ya da psikolojim etkilenir veya gece uyuyamam(!)" gibi duyguları kaldıracak türde bir iş değil bu. Her işin belli zorlukları ve güçlükleri vardır bunları göze alarak bu işlere adım atmak gerekir.Programda sizi en çok şaşırtan olay neydi? Halen etkisinden kurtulamadığım, 'Teksoy Görevde' programının sekizinci bölümünde yayınlanan "Reenkarnasyon-Yeniden Doğuş". Hatay, Adana, Mersin üçgeninde onlarca vakayla karşılaştım. Başka bir bedende yeniden doğduklarına inananların anlatımlarından yola çıktım. Yaptığım araştırmaların sonucu canlı tanıkların ifadeleri doğrultusunda o kişileri bir araya getirdiğimde yaşadıklarım karşısında adeta şoke oldum!Sarı montunuzun nasıl bir hikayesi var? Bir işe başlamadan önce ön çalışmasına uzun bir zaman ayırırım ve her detay benim için çok ama çok önemlidir. Üzerime giydiğimde benimle bütünleşen ve bir simge/sembol haline gelen ‘Sarı Mont’ da buna dahil. O dönem Alman fizikçi Joseph Von Fraunhofer'in adıyla anılan ünlü tayfsal çizgiler “Fraunhofer Çizgileri” ve Avusturyalı matematikçi ve fizikçi Christian Andreas Doppler’in “Doppler Etkisi” gibi önemli araştırmaları inceledim.Alman siyaset adamı, edebiyatçı ve düşünür Johann Wolfgang von Goethe’nin ‘Renkler Kuramı’nda, İngiliz fizikçi Isaac Newton’ın “6 çeşit renk vardır” saptamasına karşılık olarak sadece mavi ve sarı renklerinin ana renk olduğunu savunmuştur. Bu teoriden yola çıkarak önümde iki seçenek vardı ve ben "Güneş nasıl sarıysa ben de bir güneş gibi parlıyorum." diyerek, sarı ceketi üzerime aldım ve gizemin kalbine doğru adımlarımı kararlı ve hesaplı bir şekilde attım.Röportaj öncesi 10 kişiye, 'Sadettin Teksoy deyince aklınıza ilk ne geliyor?' diye sordum. 5'i 'parmak' yanıtını verdi. Parmağınızın bu derece hafızalarda yer etmesi sizi şaşırtıyor mu? Şaşırtmıyor, aksine çok mutlu oluyorum. Parmak sadece benimle bütünleşen bir semboldü. Mizah sanatçılarından (rahmetli Levent Kırca gibi), TV programcılarına (Mehmet Ali Erbil gibi) onlarca mecrada ünlü isim bu simgeyi ele aldı ve hatta bazıları taklit ederek kendine mâl etmeye çalıştı. Taklit her zaman aslını çağrıştırır. Ancak dediğiniz gibi halen bir parmak uzatıldığında akla ilk gelen “BEN, SADETTİN TEKSOY!...” oluyor. Çünkü benim yaptığım bir taklit ya da esinlenme değildi. Özgün bir şey ortaya koydum, bu da değerli halkımız tarafından benimsendi.Pek çok kişi sizi televizyon efsanesi olarak görüyor... Bu konu hakkında ne demek istersiniz? ‘Değerli halkımızın ve sevenlerimin takdiri’ der ve saygı duyarım. Sağ olsunlar, var olsunlar. Ancak ben hep alçakgönüllülüğün taraftarıyım. Hiçbir zaman 'ben efsane olacağım' ya da 'olmalıyım' diyerek bir işe girmedim. Yaptığım her işin arkasında büyük bir emek, derin bir bilgi birikimi, araştırma ve yılmak bilmez bir azim vardır.Sizin döneminiz ile günümüzdeki televizyonculuğu nasıl yorumluyorsunuz. Dijital medya sonrası televizyonların gücünde azalma olduğu düşünülüyor... Sizin yorumunuz nedir? 18. yüzyılın ortasında İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi o dönem her şeyi temelinden bir değişime uğrattı. Klasik iktisat bu dönemde Serbest Pazar Ekonomisi’nin fikir babası İskoçyalı filozof Adam Smith tarafından çıktı. Klasik İktisat Okulu; Smith’in yanı sıra Jean-Baptiste Say, David Ricardo ve John Stuart Mill tarafından kuruldu. O çağlarda bu büyük bir olaydı ve bugün de dijital kavramı çok büyük bir olay. Yirminci yüzyılda ise 'medya gurusu' olarak anılan ünlü iletişim kuramcısı Marshall McLuhan, medyanın gücünü onu kontrol edenlerden çok önce fark etti ve ‘Global ya da Küresel Köy’ adıyla etkileyici gözlemler ortaya koydu. Ardından Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudrillard Simülasyon kuramıyla ‘Hipergerçeklik’ dünyasından bahsederek çığır açtı. Bugün ise Metaverse yani sanal evren gibi kurgusal evrenlerin konuşulduğu (Güney Koreli kültür kuramcısı ve filozof Byung-Chul Han’ın bahsettiği) dijital bir psikopolitika çağına doğru gidiyoruz ve ‘Büyük Veri (Big Data)’ adıyla anılan geniş bilgi verilerinin toplandığı yeni bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Artık internet üzerinde yaptığımız alışverişten sosyal hayatımıza kadar her şeyin kayıt altına alındığı ve bu sayede insan davranışlarının ölçülebildiği, öngörülebildiği ve geleceğin hesaplanabilip yönlendirilebildiği (Fransız filozof Michel Foucault’nun bedeni toplumsallaştıran ve disipline eden Biyopolitika terimiyle birleşen) bir Data Evreni’nde hayat sürmekteyiz. Rönesans döneminin en büyük sanatçılarından Michelangelo, Vatikan’da Sistina Şapeli tavanındaki çalışmasına başlamadan önce şöyle der; “Tanrım beni benden al ki, sana hizmet edebileyim.” Ve ondan sonra dört yıl süren çalışmasının ardından dünyaya destansı bir eser sunar. Burada bütün benliğini ve gücünü vererek emek sarf eden bir sanatçıdan bahsediyorum. Fakat şu dönemde, her şey çok daha farklı. Örneğin, günümüzde medya, geçirdiği evrim sonrasında artık 'Dijital Çağ’da Gazetecilik' adıyla anılıyor. Bu dönemde yapılan işler tamamen, tıklanma üzerine kurulu. İnternette ve sosyal medyada milyonlarca takipçi yanılsaması mevcut. Ben ekranlarda her yayınlandığında izlenme rekorları kıran, televizyon tarihinin reyting rekorları kırıp unutulmazları arasında zirvede gösterilen programlara silinmez damgamı vurdum.Bunu TV dünyasındaki rekabetin en yüksek olduğu, reyting yarışlarının zirve yaptığı dönemde az önce bahsettiğim kavramların farkında olarak yaptım. Demek istediğim şu; Çağ her zaman değişir, bu değişimde de çağa ayak uyduranlar ve yaşadığı devri iyi tanıyanlar zihinlerdeki sonsuzlukta yerini alır. Bununla birlikte medya dünyasına adım atacak olan genç kardeşlerime küçük bir öneri de bulunayım. Rönesans’tan sonra gelişen modern Avrupa felsefesinin kurucularından birisi olan İngiliz filozof John Locke, insan beyninin doğuştan gelen bir fikirle meydana gelmediğini başlangıçta Tabula Rasa yani “Boş Levha” olduğunu klasik önermesinde belirtir. Bu felsefeden yola çıkarak şunu asla unutmasınlar ki; Başlangıçta herkes eşittir ve kimse doğuştan yetenekli değildir. Aslında tüm sır, yaptığın işi severek, yılmadan çok çalışmakta, alın teri ve emekte gizlidir.Gazetecilik ve televizyonculuk sürecinde muhakkak unutmadığınız anılarınız vardır... Afrika’da Pigmelerin maymunları avladıktan sonra yemelerini. Antik Mısır Medeniyeti'nde halen çözülemeyen inanılması güç gizemleri, Peru’da Ölüler Vadisi’nde yaşadıklarımı, İran’da Hümeyni’nin sadık savaşçıları Pastarlar tarafından esir alınmamı, Irak’ta İran jetlerinin bombaladığı Bağdat Petrol Rafinerisi'nde alev alan dev tankerlerin patlaması sonucu ağır yaralanmamı ve daha birçoklarını asla unutamam.Hayatınız boyunca sınırları zorlamışınız... Kutuplarda 'Şükür Namaz'ı kılan da ilk insansınız... 'En gurur duyduğum iş' demiştiniz. O programı ve yaşadıklarınızı bize anlatabilir misiniz? Türkiye sınırları içinde gitmediğim il, ilçe, köy kalmadı. Uluslararası gezilerim sırasında da bir düzineye yakın pasaport eskitip, dünya çevresinde en az beş tur attım. En unutamadığım programım ise; 'Teksoy Görevde'nin, hem kendi içinde kırdığı rekorlar hem de Türk televizyonculuk tarihi açısından bir zirve noktası olarak anımsanan bölümü 1997 yılı Aralık ayında yayımlanan 'Soğuğun Kalbine Yolculuk'. Ekibimle birlikte 1997 yılı yaz aylarında oldukça zor bir yolculuktan sonra ulaştığımız Kuzey Kutup Bölgesi ve Grönland Adası’nda yaşadığım serüvenleri oldukça keyifli ve profesyonel bir belgesel diliyle ekranlara taşıdım. İki bölümden oluşan 90 dakikalık belgesel, o güne kadar kaydedilmiş bütün reyting başarılarını altüst ederek “Türk televizyonculuk tarihinin en yüksek izlenme oranlarını elde etti. Grönland Adası’ndaki bir buz çölünde, eksi 20 derece soğukta güçlükle ayakta durabildiğim ve gözlerimden yaşlar süzülürken dünyanın damına Türk bayrağını diktikten sonra "Şükür Namazı" kıldığım duygusal anları asla ve asla unutamam.'İçimde ukde kaldı' dediğiniz bir şey var mı? Rahatlıkla söyleyebilirim ki “Yok”. Televizyona ya da dijital platformlara dönmeyi düşünüyor musunuz? Gelecekle ilgili planlarınız neler? Yıllardır bir günde dört mevsimi yaşadığımız, her gün gündemin birkaç kez değiştiği bir ortamda dönmem biraz zor gibi. Ancak, zaman ne gösterir onu da bilemem. Gelecekle ilgiliyse; sinema yazarı ve film eleştirmeni oğlum Efe Teksoy'la birlikte gerçek olaylardan esinlenilmiş korku ve gerilim türünde önemli dizi ve film projelerimiz var. Senaryo çalışmalarım sırasında değerli eşim Müge Teksoy'un da uyarıcı görüşlerinden destek alıyoruz. Bu anlattıklarımın yanı sıra, komedi, tarih ve gizem türünde de yakın gelecekte hayata geçireceğimiz önemli çalışmalarımıza devam ediyoruz.