Abdullah Gül'den flaş açıklama
Abone olIrak Savaşı'nın patlak verdiği dönemde Başbakanlık koltuğuna oturdu. Ardından Dışişleri görevini devraldı. Abdullah Gül, yaşadığı gerilim dolu günleri Aksiyon'a anlattı.
Türkiye dış politika konularında önemli virajları tek tek
geçiyor. Kıbrıs, Irak, Avrupa Birliği ve Filistin meselesinde
tabular yıkılıyor ve son yılların en cesaretli kararları alınıyor.
Türkiye, aralık ayında AB’den müzakere tarihi alırsa belki de
Cumhuriyet tarihin en önemli diplomatik başarısına imza atmış
olacak. Gerek iç dinamiklerin gerekse dış baskıların etkisine
girmeden dış politika gemisini limana yanaştırmayı başaran kişi ise
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül oldu. “Kutsal Kıbrıs Davasında”,
“Irak Cehenneminde” ve “AB hayalinde” Türkiye’ye önemli adımlar
attıran Abdullah Gül’e yaşadığı gerilim dolu günleri sorduk. -Sırrı
bir türlü çözülemeyen sorudan başlayalım: Abdullah Gül’ün saçlarını
kim ağarttı? Irak Tezkeresi’nin oylandığı hafta saçlarınızın bir
anda beyazladığı doğru mu? (Gülüyor.) Yoksa beyaz saçlarla
yakışıklı değil miyim? Evet, saçlarım dış politika konuları kadar
konuşuldu bir ara. Irak Savaşı’nda saçlarımın bir anda
beyazladığına dair konuşulanları ben de duyuyorum. Gerçeği
açıklayayım; saçlarım doğal seyrinde beyazladı. Artık genç
siyasetçi dönemimiz bitti. 40’lı yaşları bitirmek üzereyiz. Tezkere
dönemi çok ama çok zordu. Kabusu andırıyordu ama bu beyazlar benim
beyazlarım; kriz beyazları değil. -Tezkere ve Irak Savaşı kabusu
andırıyordu diyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda “Oh be, atlattık
o günleri” dediğiniz oluyor mu? Olmaz olur mu? Türk siyasi
yaşamının belli başlı kriz günlerindendi o günler. Başbakanlığım
döneminde problemler öylesine üst üste geldi ki en küçük bir yanlış
ülkeyi uzun yıllar kaosa sürükleyebilirdi. Siyasi krizler büyümüş,
önümüze yığılmıştı. Ülkenin iç meseleleri dağ gibi dururken Irak
krizi, tezkere krizi çıkmış, Türk Amerikan ilişkileri
gerginleşmişti. Asıl önemlisi uyum yasalarını çıkmamız, AB’den
müzakere tarihi almamız gerekiyordu. Genel başkanımız yurtdışında
görüşmeler yaparken ben başbakan olarak Türkiye’de uyum yasalarını
ve Irak görüşmelerini ayarlamaya çalışıyordum. Çekilen sıkıntıları
tarif etmek çok zor. -Biz yine de sıkıntıları tarif etmeye
kalkışalım. Yeni bir iktidar olarak içinizde “Bu dönem bitmez,
Türkiye batar” korkusu var mıydı ve parti içinde çatlak sesler sizi
rahatsız ediyor muydu? Böyle bir dönemde her şey alabora
olabilirdi. Ekonomik kırılganlıklar, dış gelişmelere açıklık bizi
korkutuyordu. Düşünün bir de o dönemdeki kıyamet tellallığını.
Herkes Amerika’nın bizi nasıl cezalandıracağını konuşuyordu. Tarihi
bir sorumluluk aldık. Halkın yüzde 95’i Irak Savaşı’na karşı
çıkıyordu, bu ortamdan milletvekillerimiz etkilendi. Ben o
dönemlerde hep aynı şeyi söyledim: Ben ne şeyhim, ne kralım; ben
demokratik bir seçimle gelmişim. Amerikan televizyonları bana,
halkınızın yüzde 95’inin karşı olduğu bir savaşta kararınız ne diye
soruyordu. Biz ise, milletvekillerimize baskı yapmadık. İradenizi
kullanın dedik. Tam bir demokrasi dersi verdik. Artıları eksileri
anlattık, siyasi sorumluluğumuzu anlattık. Ekonomik tedbirleri
aldık ve gerçek bir başarı gösterdik. Ekonomik tedbirler
alınmasaydı bütün Türkiye’nin yaşamı fakirleşirdi. AK Parti’yi zora
sokmak isteyenlere bulunmaz fırsattı. Irak Savaşı’na karşı
olanların bir kısmının amacı AK Parti’yi bölmekti. Felaketten kâr
çıkarmaya çalışanlar vardı. Tayyip Bey’in Avrupa’da gösterdiği
performans, bizim yurtiçindeki çalışmalarımız... Bunlar az şey
değil. Ne döviz yükseldi, ne siyasi kriz çıktı. Avrupa ile müzakere
yapıyor, uyum kanunlarını çıkartıyor, bir yandan da ülkeyi ayakta
tutmaya çalışıyorduk. -Bugünün Irak’ı tam bir cehennem. Savaştan
önce bu durumu Amerikalıların tasavvur edemediği kesin; peki ya
dönemin Türk başbakanı olarak Abdullah Gül, bugünkü Irak’ı tahmin
edebiliyor muydu? Elbette tahmin ediyorduk. Biz bu bölgeleri iyi
biliriz. Danışmanlarımızın, askerlerimizin, diplomatlarımızın,
siyasetçilerin, aydınların görüşlerini de biliyorsunuz. Pandora’nın
kutusunu açtırmayın diyorduk. Irak küçük bir Ortadoğu’dur. Irak’ın
yapısını değiştirirseniz ortaya çatışma çıkar, Filistin’den beter
olur diyorduk. Biz biliyorduk Saddam’ın, ordusunun, ülkesinin
durumunu. Irak Ordusu bıkmıştı savaşmaktan. Orduyu tamamen dağıtma,
sistemi dağıtma gibi yanlışlıklar yaptı Saddam. -Irak’ın geleceğini
tahmin eden birisi olarak, bu düşüncelerinizi Saddam’la paylaştınız
mı? Kürşat Tüzmen, Irak Savaşı öncesinde Saddam’la görüştü. Ben de
bir mektup gönderdim, “Yeni bir savaşın mesulü olacaksın” dedim. BM
kararlarına uyması gerektiğini belirtip Amerikan askerleri
üslerinden ayrılmadan sorumluluklarını yerine getirmesini istedim.
Ayrıca Taha Yasin Ramazan’ı gizlice Türkiye’ye getirdik. O dönemin
şartlarında bu başarıdır. Ancak, hiçbir zaman Irak eski rejimine
sempati duymadık. Muhalefetteyken bile Saddam rejimine karşı
çıkıyorduk. Saddam kendi vatandaşını öldüren, halkı cepheden
cepheye süren acımasız birisiydi. -Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak
Savaşıyla krize girmesine rağmen kısa bir süre sonra iki ülkenin
ilişkileri “düşman çatlatır” seviyesinde iyileşti. Nasıl başardınız
bunu? Meclisin hayır kararından sonra Türk-Amerikan ilişkileri
problemli bir döneme girdi. Ancak bugün ilişkilerimiz karşılıklı
saygı esasına dayalı, güven duygusunun ön planda olduğu bir
dönemde. NATO Zirvesi’nin Türkiye’de yapılması başarıdır.
İlişkilerin düzelmesinde Colin Powel isminin ayrı bir önemi var.
Powel’a teveccühümüzün sebebi şu: Çok problemli bir dönemde kalktı
geldi Türkiye’ye ve dostluk mesajı verdi. -Powel’ın Türkiye’yi
sevmesinin ardında duygusal sebepler olmamalı; Amerika bu dönemde
tehdit yoluyla Türkiye’den ilişkilerin düzelmesi karşılığında yeni
tavizler istedi mi? Hayır. Kendi lehlerine davranıyorlar. Türkiye
ile iyi ilişki içinde olmak Amerika’nın da işine gelir. Tehdit diye
bir şey kesinlikle olamaz. İlişkilerin iyileşmesi için ilk adımı
onlar attı. Ben de bu jesti karşılıksız bırakmadım ve problemler
devam ederken Amerika’ya gittim. Amerika’dan eli boş dönecekmişim
falan bir sürü yorum yapıldı. Sonuçta imzalar atıldı ve
Türk-Amerikan ilişkilerinin bugüne yansıyan alt yapısı oluşturuldu.
-Ebedi müttefik ABD’nin hoşuna gitmeyen teskereye hayır kararı, AB
çevrelerini memnun etti mi? Neticede Türkiye’yi ABD’nin Truva atı
olarak görüyorlardı. Türkiye AB’den o dönemde çok takdir gördü.
Meclisin o kararı Türkiye’de demokrasinin işlediğini gösterdi.
Zannettiler ki biz iki üç kişi karar alırız, bunu Meclise kabul
ettiririz. Meclisin ABD’ye rağmen hayır demesi Avrupa ülkelerini
şoka uğrattı. AB’nin bu kararımızı takdir ettiğini düşünüyorum.
-Türkiye, Kürt devletini istemiyor. Her şeye rağmen bu devlet
kurulursa Türkiye’nin “istemezliği” “hırçınlığa” dönüşür mü?
Amerika’da birkaç gazetede bu tür ifadeler çıktı. Kürt devleti
Amerika’nın da işine gelmez. Dünya “Hani kimyasal silahları bulmak
için gitmiştiniz, Irak’ı böldünüz” tepkisini gösterir. Kürt devleti
kavramı bugün ortaya çıkmış değil. Irak Savaşından önce de çok
konuşuluyordu. Kuzey Irak’ta ayrı bir yapı var. Türkiye’nin
desteğiyle oldu bu yapı. Keşif Güç, Çekiç Güç kimin için çalıştı?
Saddam, Kuzey Irak’a giremedi. Türkiye’nin de bu durumdan kârı
vardı. Kürt devletini istemiyoruz ama korkumuz falan da yok.
Türkiye cazip bir ülkedir, AB ile müzakereye başlamak üzeredir.
Bizim korkumuz şu: Irak’ın yapısı değişirse kan ve göz yaşı o
topraklardan eksik olmaz. Biz Iraklıların Irak kaynaklarından
yararlanıp, insanca yaşamasını istiyoruz. -Amerika, Irak’a
demokrasi için girdi ve Ortadoğu’da yeni bir kan gölü oluştu. Türk
Dışişleri Bakanı olarak kesin bir dille ABD’ye ‘Bu kan gölünü ne
zaman bitireceksiniz?’ diye soruyor musunuz? Tabii ki soruyoruz,
tabii ki Irak’taki acı durumu söylüyoruz. İşimiz gücümüz bu.
-Amerika Irak’ta kendi askerinin yanında taze güçler istiyor. Türk
askerini talep ederse, gönderecek misiniz? Kesinlikle hayır! Geçti
o asker gönderme meselesi... Resmi olarak söylüyorum, Türk askeri
Irak’a girmeyecek. -Irak’a asker göndermeyeceksiniz ama
Afganistan’a yeni asker göndermek an meselesi. Bu bir tezat değil
mi? Afganistan’a asker göndermekle Irak’a asker göndermek farklı
şeyler. Birileri istiyor, biz yapıyoruz diye bir şey yok. Bizim de
görüşümüz ve talebimiz var. Afganistan, Amerikalılardan,
İngilizlerden, Almanlardan daha çok ilgilendiriyor bizi. Hem
çıkarımız, hem tarihimiz için biz Afganistan’a asker göndermek
istiyoruz. Birçok kez Balkanlara ve başka ülkelere Türk kimliği
için asker gönderdik. Afganistan’a da kimliğimiz için asker
göndermemiz lazım. Bayrağımızı dalgalandırmamız lazım. Tarihimiz ve
çıkarlarımız bunu gerektiriyor. -Kıbrıs hem Batı’nın hem de Türk
Devleti’nin kutsalı haline geldi. Kıbrıs görüşmelerinde hem Batıdan
hem içerideki “devlet ricalinden” bizim bilmediğimiz bir ‘Kıbrıs
tehdidi, telkini’ aldınız mı? Herkes her türlü telkini, tehdidi
yaptı. Kamuoyuna yansıyan, yansımayan o kadar çok telkin aldık ki
bunları sayamayız. Planlı ve kararlı bir şekilde işlerimizi
yürüttük. Sonuçtan çok memnunuz. Telkinleri dikkate alsaydık sonuç
alamazdık. Kıbrıs, devlet için, Batı için önemliyse AK Parti için
de çok önemlidir! -AB için uyum yasaları çıkartıldı; Kıbrıs
çözüldü. Şimdi tek şart olarak önümüze Leyla Zana çıkartılıyor.
Leyla Zana’dan sonra AB için engel gelmez diyebiliyor musunuz? AB
müzakere tarihi için Leyla Zana tek şarttır demedim. Şartların
önemlilerinden biridir dedim. Mahkeme kararlarına hep saygılı
oldum. Mahkeme kararları neticede bağımsızdır ama Leyla Zana’nın
serbest olmasına Avrupa büyük önem veriyor. Ben, Leyla Zana çıksa
da kurtulsak diyorum. -Müzakere tarihi aynı zamanda AK Parti’nin de
geleceğini belirleyecek. Olumsuz bir durumda Türkiye’nin Avrupa’ya
takınacağı yeni bir tavır olacak mı? B planını ve C planını
düşünmüyoruz bile. Önümüzde tek plan var; müzakereye başlamak,
AB’ye girmek. Objektifiz; yeri geldi mi kendimizi tenkit etmesini
biliriz. Türkiye daha düne kadar en temel müzakere başlangıç
şartlarını yerine getirmemişti. Yeni anayasa paketini ümit ediyorum
ki Sayın Cumhurbaşkanı onaylayacaktır. Ben Türkiye Dışişleri Bakanı
olarak söylüyorum; eğer Avrupalı olsaydım yakın zamana kadar ben de
Türkiye’ye tarih vermezdim. Ama bugün iş değişti. Türkiye en son
anayasa paketiyle yükümlülüklerinin çok büyük kısmını yerine
getirdi ve Avrupa’dan müzakere tarihi almayı hak etti. Hâlâ
yapacağımız şeyler var ama bunlar küçük şeyler, biz temel
eksikliklerimizi tamamladık. -İç siyasette Genelkurmay ve
Cumhurbaşkanlığının görüşlerini sık sık duyuyoruz. Konu dış
politika olunca bu iki kurum da sessiz kalmayı tercih ediyor.
Özellikle Kıbrıs, Irak, AB gibi çetrefil dış politika konularında
Genelkurmay Başkanının ve Cumhurbaşkanının sessiz kalması kolaylık
mı getiriyor yoksa sizi arenada kurtların önüne atılan kurban mı
yapıyor? Size katılmıyorum. Her iki kurum da bahsettiğiniz
konularda konuştu. Özellikle Kıbrıs konusunda Cumhurbaşkanının
konuşmalarını biliyoruz. Yine Kıbrıs konusunda hangi kurumun nasıl
konuştuğunu biliyoruz. -Dışişleri bürokratlarının kalıplaşmış bir
yapısı var. Dışişlerinde bakan olmanın zorluğunu biliyoruz.
Monşerlere siz nasıl kabul ettirdiniz kendinizi? Hakikaten hâlâ
öyle mi görünüyor. Ben siyasetçiyim. Yetki de bende; sorumluluk da.
Onlar bana alışacak. Ben memnunum. Dışişlerinin kuvvetli, sağlam
bir bürokrasisi var. İyi yetişmiş diplomatları var. Bu yapıda tek
eksiklik sağlam bir siyasi istikrardı. Siyasi istikrar, iradeli bir
siyasetçi olunca bürokratın başkaldırması pek sorun olmaz.
Aldığınız kararların arkasında durursanız sorun kalmaz. KALBİMİZ
SIZLASA DA... -Abdullah Gül siyaset hayatının bu döneminde “devlet
adamlığı” portresi çiziyor. Peki Kayserili aile reisi Abdullah Gül,
Irak’ta, Filistin’de ölen çocukları görünce ne hissediyor? Hangi
duygusu ön plana çıkıyor: Devlet adamlığı mı, babalık duygusu mu?
Çok doğru bir tespit. Devlet adamlığı ile duygusallık bazen
çatışabiliyor. Kararları almadan iyi analizler yaptık. Uzun vadeli
çıkarları soğukkanlı istişarelerle planladık. İçim parçalandı tabii
ki Irak’taki, İsrail’deki görüntüler yüzünden. Neticede ölen
insanlar masum, çaresiz. Fotoğraf karelerinin anlattıklarının
dışında biz bu bölgelerin daha da ayrıntılı durumunu biliyoruz.
Bizim de çocuklarımız var. Ölenler masum çocuk olunca elbette ki
yüreğimiz sızlıyor. Ancak Türkiye dış politikasını kalbimizin
sızlamasına, gözlerimizin sevinmesine göre değil, uzun vadeli
hesaplara göre yönlendiririz. Türkiye ne kazanacak ne kaybedecek,
asıl önemli nokta bu olmalı. Dediğiniz doğru, devlet adamlığı zor,
karar almak zor; arenaya çıkmak, sorumluluğu almak gerekir. Devlet
işlerinde kendi kalbimi biraz arka plana itmek zorundayım. Ama son
haftalardaki Filistin açıklamalarımızı da unutmamak gerekir.
-Abdullah Gül, son dönemlerde sinirli bir portre çiziyor.
Mütebessim Abdullah Gül’ü dış politikanın dikenli telleri mi
sinirlendiriyor? Sinirli bir portre mi çiziyorum? İlginç...
Neticede siyasetçiyiz. Siyaset de biraz mücadeleyle oluyor.
Mücadelenizi göstermezseniz kaybedersiniz. Sinirli değilim ama
sinirli görünebilirim belki.