ABD’nin Orta Doğu’daki müdahalesine dair değerlendirmemizde, bu
adımın stratejik sonuçlarına daha derinlemesine bir bakış sunalım.
Son gelişmeler, ABD’nin İsrail’in kara ve hava operasyonlarını daha
etkin bir şekilde desteklemek amacıyla özel kuvvetler ve yardımcı
grupları bölgeye gönderdiğini gösteriyor. Resmi açıklamalar, ABD
birliklerinin doğrudan çatışma hattında yer almayacağını
belirtiyor. Ancak bölgedeki gerilimin sürekli tırmandığı bir
dönemde, bu tür açıklamaların pratikte ne kadar geçerli olacağı
şüphe uyandırıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin bu hamlesi, Ortadoğu’nun
tarihsel ve kültürel dinamikleri göz önüne alındığında oldukça
kritik bir dönemeçte gerçekleşiyor. Bölgenin İslam coğrafyası
üzerinde emperyal çıkarlar güden güçler, stratejik hesaplarını her
zaman yerel halkların iradesi ve direnişini göz ardı ederek
yapmışlardır. Fakat bu topraklar, uzun yıllardır yabancı
işgalcilere karşı direnişin ve adalet mücadelesinin merkezi
olmuştur. Bu mücadele ruhu, halkların tarihsel bağlarından ve
İslami değerlerinden güç alarak daha da güçleniyor.
Geçmişte ABD’nin müdahalesi deniz cephesiyle sınırlı kalmışken,
şu anda uzmanlaşmış birlikler İsrail topraklarında hava savunma
sistemlerini yönetiyor. Washington’un İsrail’e yönelik sınırlama
getirme kapasitesinin zayıf olması, ilerleyen süreçte bölgedeki
çatışmalarda ABD’nin daha doğrudan bir rol alabileceğini
gösteriyor. Bu durum, İsrail’in askeri ve stratejik anlamda büyük
kayıplar yaşadığı bir dönemde gerçekleşiyor. İsrail, Gazze
Şeridi’ndeki operasyonlarında stratejik hedeflerine ulaşamadı;
binlerce sivilin hayatını kaybetmesine rağmen Hamas’ı yenemedi ve
savaş esirlerini serbest bırakamadı. Bu gerçek, bölgedeki güç
dengesinin değiştiğine dair önemli bir işaret olarak karşımıza
çıkıyor.
Bölgede yaşanan bu gelişmeleri analiz ederken, ABD’nin sadece
İsrail’i destekleme politikası değil, aynı zamanda bölge üzerindeki
hâkimiyet kurma stratejisi de sorgulanmalıdır. Bu strateji, İslam
coğrafyasında fitne ve ayrılık tohumları ekmeyi amaçlayan uzun
vadeli bir planın parçası olarak değerlendirilebilir. ABD’nin
askeri müdahalesinin ardındaki asıl motivasyonun, bölge ülkeleri
arasında sürekli bir kaos ve çatışma hali yaratmak olduğu
aşikârdır. Bu kaos ortamında, halkların kendi iradeleriyle hareket
etme kabiliyetleri engellenmekte ve doğal kaynaklarına yönelik dış
müdahaleler kolaylaştırılmaktadır.
İsrail’in Lübnan sınırındaki askeri harekâtları, Hizbullah gibi
direniş grupları karşısında yaşadığı stratejik kayıpları gözler
önüne seriyor. Hizbullah’ın gerilla savaşı taktikleri, modern
askeri teknolojiye karşı klasik bir direniş stratejisi olarak büyük
bir başarı göstermektedir. İsrail, geçmişte olduğu gibi bu savaşı
konvansiyonel güç kullanarak kazanamayacağını anlamış durumda. Bu
bağlamda, Tel Aviv’in savunma ve istihbarat kaynaklarını tüketmesi,
İsrail’in stratejik zayıflığını daha da belirginleştiriyor.
Pentagon’un bu durumu göz ardı etmediğini düşünmek zor değil.
Washington’ın Tel Aviv üzerindeki etkisinin sınırlı olduğu ve
Siyonist lobinin Amerikan siyasetindeki etkisinin ne kadar güçlü
olduğu biliniyor. Bu bağlamda, alınan askeri kararların ardında
yatan sebeplerin, yalnızca stratejik hesaplardan ibaret olmadığı
açıktır. Amerikan karar alıcıları, mantık ve stratejik düşünceyle
hareket etmek istese de, bu tür lobilerin etkisini göz ardı etmekte
zorlanıyor gibi görünüyorlar.
Bu jeopolitik tabloya baktığımızda, aslında bölgedeki
çatışmaların sadece bölgesel bir sorun olmadığını, aynı zamanda
küresel güçlerin de çıkarlarının çarpıştığı bir savaş alanı
olduğunu görmek mümkün. ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığı,
Batı’nın bu coğrafyaya karşı yürüttüğü modern Haçlı Seferleri’nin
bir devamı olarak değerlendirilebilir. İslam ümmetinin, bu emperyal
müdahalelere karşı daha bilinçli ve birlik içinde olması gerektiği
bir dönemdeyiz.
Sonuç olarak, bölgede barışı ve huzuru sağlamanın yolu, silahla
değil; hak ve adalet esasları üzerine inşa edilmiş bir yaklaşımdan
geçmektedir. Gerçek çözüm, insanların eşit haklar ve onurlu bir
yaşam sürebilmesi için gereken adımları atmaktan geçer. Adaletin
olmadığı bir yerde, barış ve huzurun kalıcı olması mümkün değildir.
Adil ve hakiki bir duruş sergileyen İslam coğrafyası, bu bölgede
emperyal güçlere karşı en büyük savunma hattı olmaya devam
edecektir.
Selametle.