AB Türkiye'ye kazık atabilir!

Abone ol

AB'nin Türkiye’ye kazık atabileceğine dikkat çeken Özel, bu durumda Annan planının da yatacağını söylüyor.

İki kesimi bekleyen ‘barışma’ sınavı

Referandumdan çıkacak ‘evet’ ve ‘hayır’ oylarının ibresi hangi tarafa dönecek? İşte 24 Nisan öncesinde merak edilen tek soru bu. Her iki kesim de, kampanyalar eşliğinde Annan Planı’nın artı ve eksilerini tartışıyor.

Soli Özel Bennington College, John Hopkins ve California üniversitelerinde Uluslararası İlişkiler konusunda öğrenim aldıktan sonra, bir dönem Nokta, Gazete Pazar ve Yeni Binyıl gazetelerinde çalıştı. Özel, halen Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Sabah gazetesinde yazıyor. Soli Özel ayrıca, Private View ve Foreign Policy dergilerinin Türkçe baskılarının editörlüğünü yapıyor. Soli Özel’e uluslararası ilişkiler konusundaki bilgileri ışığında, Kıbrıs’la ilgili sorularımızı yönelttik.

Defne Sarısoy: Bürgenstock’ta dörtlü zirveden herhangi bir anlaşma zemini çıkmadı, ancak şimdi tarafların anlaşmadığı bir plan halkların onayına sunulacak.

Öncelikle, bu açıdan değerlendirmek gerekirse, kalıcı bir barış için karşılıklı mutabakat gerekmez mi?

Soli Özel: Muhakkak ki karşılıklı mutabakat gerekir. Dediğiniz gibi aslında karşılıklı mutabakat olmadı diyebiliriz. Sonuçta Türk tarafı bir hamle yaptı, fakat bu hamlenin karşılığını verecek bir muhatap doğrusunu isterseniz bulamadı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin arabuluculuğu kabul edildikten sonra, uluslararası sistemin bu meselede taraf olduğu da dolayısıyla kabul edilmiş oldu. Siyasi olarak değerlendirdiğimizde aslında şunu görüyoruz; belli ki her iki taraf da, en azından Kıbrıs Türk kesiminin bir bölümü ve Kıbrıs Rum kesiminin çoğunluğu bu meseleyi uluslararası sistemin istediği şekilde çözme niyetinde değil.

Kıbrıs meselesi iki milliyetçiliğin çatışması bağlamında görülmeli. Türkiye ve Yunanistan açısından baktığınızda, 50’li yıllarda Türkiye aslında taksim istiyordu. Türkiye önce Kıbrıs sorunu olmadığını iddia etti, sonra “Kıbrıs bize aittir” savına döndü, ancak Kıbrıs’ı bütünüyle alamayacağını anlayınca, Türkiye taksim çözümünü istedi. Başka bir çareyi de içine sindiremedi. Rumlar da benzer bir edayla Kıbrıs’ı bir ‘Helen Adası’ olarak görüyorlar, onların da nihai hedefi Yunanistan’la birleşmek ki Yunan milliyetçiliği Kıbrıs’a anakaranın bir parçası olarak bakıyor. İki tarafın milliyetçiliği açısından bakarsak, 60’ta doğan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ölü doğmuş bir çocuk gibi görüyorum. Daha yumuşak bir ifadeyle; kuvözde yaşatılması gereken bir çocuk gibi. Ama öyle ki ne doktorlar, ne de ana-baba bu ‘çocuğun’ yaşamasını istemiyorlar gibi. Nitekim sonunda ebeveynden birisi olan Rum tarafı, 1963’teki malum davranışlarıyla bu çocuğu fiilen öldürmüş oldu. 1974’te de gene Rumların içindeki milliyetçi bir grup ile beraber Yunanistan’daki cuntacılar tehlikeli bir kumar oynadılar.

Yunanistan’daki cunta, o dönemdeki siyasi iç sıkıntılar nedeniyle Ada’nın tümüyle Yunanistan’a bağlanmasından siyasi bir medet umdu. Bir olasılık Türkiye’nin 1963 ve 1967’de müdahale edememesinden de cesaret aldı. Aslında çiğneyemeyecekleri bir lokmayı ısırdılar ve beklemekte olan Türkiye’nin de artık sabrı taştı ve 1974 harekatı gerçekleşti.

KIBRIS BÖLÜNEBİLİRDİ

1974 harekatı ve 77-78 anlaşmalarının getirdiği yeni konuma uygun bir anlaşma ile Kıbrıs’ı yeniden birleştirmek gibi bir irade iki tarafta da bana göre yok. Birlikte yaşamak istemeyen iki toplum görüntüsü var ortada.

Kanımca Kıbrıs’lı Türkler için bu bir nebze değişmiş gibi görünüyor, onlar birleşmeye karşı daha sıcaklar. Kıbrıs Rum Kesimi halkının bu durumdan kaygılandığını sanıyorum. Eğer uluslararası sistem Ada’nın bölünmesini kabul etseydi, Kıbrıs bölünebilirdi. Rumlar bundan memnun olmazlardı. Fakat uluslararası sistem askeri bir müdahale sonucu oluşmuş fiili bir taksimi kabul etmek istemediği için, fiilen veya hukuken taksim imkanı da ortadan kalktı. Taksimin, yani Ada’nın iki ayrı parçaya bölünmesi demek Türkiye’nin 1974 harekatını meşrulaştırmak olur ki, BM buna yanaşmaz. Halihazırdaki durumda, uluslararası kamuoyu birbiriyle yaşamaktan çok hoşlanmayan iki toplumu birleşmeye zorluyor. İki taraf da tepeden inme bir baskı hissediyorlar ki bu psikoloji Rum tarafında daha baskın görünüyor.

Defne Sarısoy: Türkiye’nin ve KKTC’nin en çok üzerinde durduğu konu; derogasyonların Avrupa Birliği birincil hukukuna dahil edilmesi. Derogasyonların AB’nin temel hukukuna dahil olmaması, ileride ne gibi problemler çıkarabilir?

Soli Özel: Pek çok sorun çıkar ve benim anladığım kadarıyla birincil hukuka dahil edilse dahi pek çok sorun çıkabilir. Herhangi bir anlaşmada birtakım riskler mutlaka alınıyor. Ben Dışişleri Bakanlığı mensuplarının da bu anlaşmayı risksizmiş gibi değerlendirdiklerini sanmıyorum. Şunu düşünelim; Türkiye geçen sene Lahey’de en azından bu işi sürdürüyor olsaydı, birincil hukuk meselesi belki de hallolmuş olacaktı.

Dolayısıyla şimdilerde birincil hukuk çığlıkları atanlar, eğer geçen sefer Lahey’de masadan kalkılmasını alkışlamışlarsa, pek bir şey söylemeye hakları yok. Bu noktada iki husus ayıralım. Bir; Annan planının kendi içinde olumlu ve olumsuz yanları, tutarlılıkları tutarsızlıkları gibi bir mesele var. Bu Annan planı tartışmasıdır. Öteki de, Annan planı ortaya çıktıktan sonra bunun kabulu ya da reddinde uygulanacak olan diplomasinin niteliğidir. Bu ikisini karıştırmamak lazım.

Benim bildiğim, “Lahey’de masaya oturulsun” diyenler, “Annan planı müzakere edilmez” demişlerdi. Lahey’de oturmayarak ne tür bir sıkıntı içine girdiğimiz de şimdi ortaya çıkıyor. Bugüne kadar hep masadan kaçan taraf olarak görülmenin üzerimize yıktığı siyasi bedelleri ödemek zorunda kaldık. Dolayısıyla Annan Planı’ndan bağımsız olarak baktığınızda, belli ki geçen sene bir diplomatik hata yapılmış ve bu bir ölçüde telafi ediliyor. Ancak bu “telafi” geçen sene yapılmış hatanın çizdiği sınırlar içinde gerçekleşecek. Anlaşma yürürlüğe girmeden , doğrudan birincil hukuk haline dönüşmüyor. Birincil hukuk haline gelmiş olsa dahi, kimi örnekleri var ki geçerliliği tartışılır. Metyus davası gibi, Cebelitarık’ta bir kadın oy verme hakkının elinden alınması karşısında açtığı davayı kazandı. Bu noktada mesele, mahkemelerin uluslararası anlamda kabul görmüş bir siyasi belgenin çizdiği çerçeveye karşı bireysel başvuruları nasıl değerlendirecekleri meselesidir. Hukukçu olmadığımın altını çizerek söylüyorum, Loizidu davasında da siyasi bir boyut olduğunu düşünüyorum. Dosyayı uzun süre askıda tuttuktan sonra mahkeme, ancak Bülent Ecevit’in Kıbrıs ile ilgili verilmemesi gereken bir demecinden sonra davayı gündemine aldı. Uluslararası sistem, o sözlerin ışığında Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci ülke olarak görüyor.

Defne Sarısoy: Annan Planı, geneline baktığımızda sizce gerçekten olumlu bir plan mı? Şimdiye kadar getirilmiş çözümler çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Soli Özel: Kanımca, bugüne kadar Gali fikirler dizisinden sonra, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk kesiminin önüne gelmiş en iyi öneri. Özellikle son haliyle çok daha iyi.

Annan Planı benim açımdan teknik detayların ötesinde, genel perspektiften baktığımda şu bakımdan önemli: Türk pozisyonu hep taksimdi, Rum pozisyonu da Kıbrıs’ı hepten sahipleniyordu. Biz KKTC’yi veriyoruz. Veriyoruz ama karşılığında tüm Kıbrıs’ın eşit derecede kurucu ortağı oluyoruz. Papadopulos ağlıyor, çünkü tanınmayan Kıbrıs Türk tarafı tanınan Güney Kesimi ile eşit şartlarda bir devlet kuruyor. Güney tarafı “devletim elimden gidiyor” diye ağlayabilir. KKTC’de aynı durum söz konusu değil. KKTC zaten tanınmıyordu ama bu eşit kurucu ortaklık durumu ile tanınması bile tanınmış gibi oluyor. Annan Planı Türk tarafının siyasi eşitliğini tanıyor, federal devlette ortak haline getirerek kurucu bir devlet konumunda onlara egemenlik tanıyor.

Ben Denktaş’ın yaptığı “egemenliğimiz gidiyor” yorumunun yegane olduğu kanaatinde değilim. Siyaseten Türkiye çok önemli kazanımlar kaydetti.

Rumlar kurulacak yeni devletin eski devlete yama olarak eklenmesini ve anayasasının entegre edilmesini istiyorlardı.

Halbuki Annan Planı’nda bir ‘kopuş’ olduğu vurgulanıyor ve yeni bir devlet sıfırdan kuruluyor. Söz konusu yeni devlet, Rumlar’ın temsil ettiği eski Kıbrıs Devleti değil, onlar tanınan bir devleti yitiriyorlar, lağvediyorlar. Bu eşit ağırlıklı yeni bir başlangıç. Rumlar Ada’nın hakimiyetini üstlenip de, Türkler’in sonradan işgalci olduklarını iddia edemeyecekler. Bu bana çok önemli bir siyasi kazanım gibi geliyor. Ve tekrar ediyorum; hiçbir barış planı risksiz olamaz. Bu planın da riskleri olacaktır. İki tarafı da önemli bir “barışma” sınavı bekliyor. Mutlaka iki taraftan da birtakım deliler çıkacaktır, ancak yeni Kıbrıs’ta iki halkın entegrasyonu eninde sonunda gerçekleşecekti.

Defne Sarısoy: Bu kaçınılmaz bir sonuç yani...

Soli Özel: Türkiye’nin nüfusların tam olarak birbirleriyle entegre olmasını tercih etmeyen iki kesimlilik önerisini anlamak mümkün. Sonuçta bu öneri, pratikte uluslararası sisteme ve nüfus yapısına uygun düşmüyor. Rumlar’ın bir kısmı da kuzeyde yaşayacak. Kaldı ki şunu hep unutuyoruz; isterlerse Türkler de gidip güneyde yaşayabilecekler. Şunu da unutuyoruz; Almanya’da yaşayan 30 bin Alman vatandaşı Türk de bu anlaşma imzalandıktan sonra Kıbrıs’a yerleşebilirler. Bunları da gözardı etmemek lazım.

Londra’da yaşayan Kıbrıslı Türkler’in geri gelmeyeceğini nereden biliyoruz, onların arasında da güneyde malı mülkü olanlar var. Nüfusları daha fazla diye, genelde Rumlar’ın kuzeye akacağı düşünülüyor, ancak karşılığında Türkler de güneye gidebilecekler. Plan sadece Rumlar için değil, isterse Türkler’in de güneye yerleşebileceğini öngörüyor. Nüfus nedeniyle biz bunun olamayacağını varsayıyoruz ama halihazırda nüfus sayımı yapılmamış bir yer varsa, orası da KKTC’dir. Sıkıntılı bir geçiş süreci olacak, otuz yıl aradan sonra insanların buna alışmaları kolay olmayacak. Geçen sene sınırların açılması ile birlikte iki tarafın insanları 30 yıldan sonra birbirleriyle ilk defa temasa geçtiler, belki bu Denktaş’ın attığı en olumlu adımlardan biridir.

Defne Sarısoy: Planın öngördüğü Türk askerinin kademeli olarak Ada’dan çekilmesi, güvenlik açısından bir tehdit oluşturabilir mi?

Soli Özel: 1960’lardaki durumu gözden geçirelim. Türkler hiçbir kente sahip değillerdi, denize çıkışları yoktu, Ada’da dağılmışlardı, yanılmıyorsam toprakların yüzde 3’üne tam anlamıyla sahiptiler. Yeni anlaşmaya göre, Ada kıyılarının yüzde 46’sı Türklere kalıyor. Toplum olarak parçalanmış halde değiller, üstelik Ada silahsızlandırılıyor ve ilk 9 yıl 6 bin, sonraki 9 yıl da en az 3 bin Türk askeri Ada’da kalacak. En kötü durumda dahi uçuş mesafesi 3 dakika.

Bir de şunu unutmamak lazım; bu planın mantığı bütünüyle Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde olması ve sonunda üye olması öngörüsü üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, Avrupa Birliği Türkiye’ye Aralık’ta bir kazık atmaya kalktığı takdirde, Annan planı da darmadağın olacak. Ancak, şunu tekrar ediyorum plan, Türkiye’nin AB üyeliğini temel alıyor.

Defne Sarısoy: Türk askerinin Kıbrıs’ı terkediş tarihi 2018, biraz da Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş tarihi olarak algılanabilir mi? Siz buna katılıyor musunuz?

Soli Özel: Olabilir. Ben aslında 2012-2013’ü daha makul görüyorum, ama diyelim ki 2018’e kadar uzadı, olabilir. Ben bir başka konuya dikkat çekmek istiyorum: Rumların nüfus artış oranıyla Türklerin nüfus artış oranı arasında ne fark var? Bundan 12 yıl sonra Rum ve Türk nüfusunun demografik yapısı ne olacak?

Gümrük Birliği de olduğuna göre, Kıbrıs artık kendini korumacılığın arkasına saklamak mecburiyetinde değil. Eğer Türkiye’nin birtakım korkuları varsa, ayağımızı yere sağlam basmamız lazım. Biz bunları aşmak üzere ciddi davranabilecek miyiz? Kimileri planı, “Batı emperyalizminin 1920’de Türkiye’ye yapamadığını yeniden dayatmasıdır” diyorlar. Bunun hiç bir mantığı yok. Bağlantısızlar hareketi iki kutuplu dünyada iki kutba karşı çıkanların hareketi değil miydi? Hem Batı emperyalizmine, hem de Sovyetler Birliği’ne karşı toplanmamış mıydı? Ama ne bir Arap ülkesi, ne bir Türk ülkesi Kıbrıs’ı kabul etmedi. KKTC’yi bir tane Müslüman ülkeye kabul ettirebildik mi? Denktaş diyor ki; referandumdan sonra Kıbrıs’ın İslam ve Türk ülkeleri nezninde tanınmasını sağlamamız lazım. Türkiye 21 yıldır Kıbrıs’ın tanınması için çalışmadı mı? Türkiye bir taraftan büyük ülke olma iddiasında, bir taraftan Türki Cumhuriyetler’in hinterlandı olduğu iddiasında. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne girmek istiyor. Ama Kıbrıs’ın tanınmasını başaramadı. Güvenlik Konseyi’ne giremedik. Çünkü bir Kıbrıs bagajımız var.

Türkiye uluslararası kamuoyunda fiilen askeri gücü sayesinde varlığını muhafaza etmeye çalışan bir ülke görünümünde. Kıbrıs’ta son aylarda Türkiye’nin gösterdiği işi hukuki olarak çözme gayreti, Türkiye’nin görüntüsünü oldukça olumlu yönde etkiledi. Türkiye artık sorunu hukuki yollardan çözmek isteyen bir ülke imajı veriyor.

Defne Sarısoy: Peki Ada için en kötü senaryo ne olabilir? Ada’nın bir Kosova olabileceği söyleniyor.. Siz bunu inandırıcı buluyor musunuz?

Soli Özel: Kosova’ya benzer mi? Kosova’da nüfusun yüzde 80’i Arnavut’tu, yüzde 15’i Sırp’tı.

Nüfusun yüzde 10’unu temsil edenler devleti elinde tutuyor ve yüzde 90’a zulmediyordu. Kıbrıs’ta durum bu anlamda aynı değil. Ortada bir ortak devlet var. Türkler bunun içinde siyasi olarak eşit, yönetim konseyinde temsiliyetleri var, başkanlık dönüşümlü oluyor. Üstelik de Yunanistan’ın oraya asker göndererek çoğunluğu azınlığa ezdirmesi gibi bir şey söz konusu değil. Teşbihte hata olmaz lafını anlıyorum da, bir de hatasız teşbih de olmaz. Bu kadar da kötü bir teşbih yapılmaz. Bana göre Kosova benzetmesi alakasızdır.

Ben Türkiye’nin bundan bu kadar korkmasını anlamıyorum. Şunu anlıyorum, bir anlaşma yaparken hiç kimseye güvenmek, iyi niyet beklemek durumunda değiliz. Kendini garantiye almayı istemek doğal. İşte bu nedenle Türk Ordusu Ada’da kalacak. Askerin sayısı çok önemli değil. Askeri varlık sembolik olarak Türkiye’nin gücünü temsil edecek.

Defne Sarısoy: Detaylara girildiği zaman, mesela 65 yaşının üstünde 45 bin Rum var deniyor. Bu kişilerin direkt kuzeye geçeceği düşünülüyor mesela.

Soli Özel: Burada biliyorsunuz üst sınır yüzde 18. Rumların tümü dönmüş ve yüzde 18 bu şekilde dolmuşsa, o zaman başka kimse giremeyecek deniyor. Fakat yüzde 18 dolduktan sonra, hala 65 yaşın üstünde adam varsa, onların durumunun ne olacağı meselesi biraz muğlak. Ama dediğim gibi biz Kıbrıs Rum toplumunun demografik yapısını bilmiyoruz. Öyle bir hal alabilir ki; nasıl ki bütün toplumlarda gençler yaşlıları sırtlarında taşıyamıyorlarsa, belki Türkler olmadan Rumlar kendilerini idame edemeyecek haldedirler. Bir ihtimal Türkler, Ada ekonomisinin taşıyıcı gücü haline dönüşürler. Almanya’da, Hollanda’da oturan işsiz Türkler gidip Rum kesiminde iş yapabilirler. Ben detaylara daha geniş bir perspektiften bakma taraftarıyım. Ama Rum tarafından hayır oyu çıkarsa, ben Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in birtakım hukuki kanallardan baskılar yapacağını şahsen düşünüyorum.

Evet ve hayır oyları arasında değerlendirmede, ben ‘evet’te artıların çok daha ağır bastığı kanaatindeyim. Ve ben şahsen en iyi niyetle okuduğum zamanda dahi niye hayır denmesi gerektiği konusunda yapılan açıklamaları ikna edici bulmuyorum. Bugüne kadarki statünün aynen devamı omayacak. 1 Mayıs’tan sonra statükonun devamı düşünülemez.

Türkiye, Ekim ayında ciddi çalışmaya başladı ve Mart ayı sonunda istediklerinin büyük bir çoğunluğunu elde ederek ortaya yapıcı bir diplomasi zaferiyle çıktı. Bu bana bir haz veriyor Türk olarak. Biz sürekli olarak savunmada kalan, kendisiyle ilgili konularda proaktif olamayan bir ülkeyken, ilk defa barış için çabalayan, bunun için belli bir uğraş veren yapıcı ülke konumuna geçtik.

Defne Sarısoy: Şu anki genel havaya baktığımızda Türk kesiminden ‘evet’, Rum kesiminden de ‘hayır’ sesleri yükseliyor çoğunlukla. Ama her an herşey beklenebilir. Sizce bir sürpriz olabilir mi referandumda?

Soli Özel: Kimileri Kilise 23’ünde ‘evet’ten yana tavır koyarsa, “evet” çıkar dediler. Benim edindiğim izlenim o değil.

Kıbrıs’tan ‘hayır’ çıkması şunu gösteriyor; iki toplum birlikte yaşamayı istemiyor. Ama başka çaresi yok, uluslararası sistem başka türlü bir çözümü kabul etmiyor. Ben şahsen 23’ü geldiğinde, Rumlar’ın da şapkayı önlerine koyup ‘evet’ten yana tavır koyacaklarını düşünüyorum. Bunun bedeli çok ağır olur diye düşüneceklerini ümit ediyorum. Ama o psikolojiyi benim anlamam mümkün değil. Rum tarafında şu kesin ki, çok kötü gol yemiş bir toplum psikolojisi var. Bizdeki ‘hayır’ lobisinin inandırıcılıklarını yitirdikleri noktalardan biri de bu. Utanmadan sıkılmadan hepimizi aptal yerine koyup, “bütün bunlar bir senaryoya uygun gelişmelerdir” diyorlar. Yapmayın, buna kargalar güler. Rumlar kaybetmişlik psikolojisi içindeler, bunun neresi senaryo?

Bir dostum yavaş yavaş “evet” kampının daha iyi örgütlenmeye başladığını söyledi. Dahası, bir Simitis ile Karamanlis arasındaki farka bakın, bu çok önemli. Simitis 8 maddeyle plana verdiği desteği açıkladı, Karamanlis bunu yapamıyor. Rumlar hayır der, Türk tarafından evet çıkarsa, Rumların Avrupa Birliği’ne girdiklerinde ne tür rezillikler yapabileceklerini tahmin etmek çok güç değil. Bu Türkiye’ye, Aralık ayında eğer olumlu bir karar çıkma ihtimali varsa veto hakkı kullanma noktasına kadar gidebilir. Bu deliliği yaptıkları zaman, Türk-Yunan ilişkilerinde son 5 yılda katettiğimiz mesafeleri yok etmek olur. Böyle bir durum sadece Türkiye-Yunanistan ilişkileri değil, Avrupa Birliği, NATO, Doğu Akdeniz istikrarını açısından da bir felaket olur. Rumların hayır demek istemesine akıl erdiremiyorum.

Defne Sarısoy: Batı basınında yer alan bazı değerlendirmelerde, eğer referandumda Rumlar’dan ‘hayır’ çıkarsa, ikinci bir referanduma gidilebileceği telafuz edildi. Ve buna ek olarak Rumlar’ın evet demesi için de Türkler’den daha fazla taviz istenebileceği söylendi. Böyle bir durum gerçekçi mi?

Soli Özel: Ben size kendi fikrimi söyleyeyim; eğer Rumlar bu sefer hayır derlerse yeniden referanduma gidebilirler. İrlanda’nın Nice Antlaşması, Danimarka’nın Maastrich’te yapmış olduğu gibi belki ikinci defa oylama yapılır. Oylama bir kere yapılıp Rum tarafında hayır, Türk tarafında evet çıktıktan sonra, Türkiye üzerinde bir baskı kurulmaya kalkarsa kendi hesabına Türklerin hayır demesi gerektiğini düşünüyorum. Çok şikayetçilerse İsviçre’ye hazırlıklı gitselerdi. Rum tarafı nasıl olsa Denktaş var diye çalışma yapmadı. Son gün Annan öneriler için soruyor, Türk tarafı önceliklerine göre düzenlenmiş 2.5 sayfa veriyor. Rum tarafı ise 44 sayfalık bir belge veriyor, “hiçbir maddenin diğerine göre önceliği yoktur” diye yazıyor. Bu, bütün dünyayla alay etmek demek. Akılsızlık ettiler. O bakımdan ben hakikaten Türkiye’nin çok ciddi diplomatik manevra yaptığını düşünüyorum.

Defne Sarısoy: 1 Mayıs 2004 itibariyle sizce oluşacak tablo nedir? Birleşik Kıbrıs’ın oluşumuna ne kadar yakınız?

Soli Özel: Rum tarafından hayır çıkarsa, zaten beklenecek çok bir şey yok.

Defne Sarısoy: O zaman yeni bir süreç mi başlayacak?

Soli Özel: Ben 2 Mayıs itibariyle KKTC’nin hemen tanınacağını sanmıyorum, ama şahsen hızla bir kayganlaşma sürecine girileceğini bekliyorum. Türk tarafı üzerindeki baskılar yavaş yavaş kalkacaktır, Rumlar ise ağır baskı göreceklerdir. Avrupa Birliği tarafından tehdit dahi edilebilirler. Ve bence ilk ticari uçak Ercan Havaalanına indiğinde de iş bitmiştir artık. Bundan sonra, artık ne zaman bir daha masaya oturulur bilemeyiz ama tekrar müzakereye oturulduğunda, o zaman Rumlar da Kıbrıs Türk toplumuyla değil, resmen KKTC ile müzakere etmek zorunda kalacaklardır.

Defne Sarısoy: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme sürecinde neler yaşanabilir bu durumda?

Soli Özel: Rumlar’ın ne yapacağı ya da Rumlar’ın yapacaklarına, AB’nin ne kadar izin vereceğine bağlı olarak değişir.

Ben Avrupa’yı siyaseten felç olmuş halde görüyorum. Velev ki Kıbrıs’ta Rumlar evet deseler dahi , Avrupa Birliği’nin Aralık ayında dürüst bir karar vereceğinden emin değilim. Fransa’da olup bitenler çok ciddi bir sıkıntı açar. Türkiye çok büyük bir ülke. Türkiye nüfusu 30 milyon olaydı ve bu 30 milyonun kompozisyonu Ankara’dan İzmir’e kadarki coğrafya olaydı hiçbir sorun yaşamazdık. Ama bu bizim derdimiz değil, ortada 1963 yılında yapılmış bir kontrat var.

İki; Helsinki’de alınmış bir adaylık var, bu karar AB ülkelerinin resmi gazetelerinde yayınlandı, 2002’de de teyit edildi. Dolayısıyla bu noktada, özellikle bu son Anayasa değişikliklerinden sonra belli gelişmeler sağlanmışsa, AB’nin Türkiye’ye vereceği bir “hayır” cevabı kabul edilemez. “Kopenhag kriterlerini tamamladınız, müzakerelere başlayabiliriz” dışındaki herhangi bir karar, benim açımdan kabul edilemez, adil olup olmaması önemli değil, kabul edilemez. Türkiye büyük bir çalkantıya girer ve Avrupa Birliği bundan çok büyük bir pişmanlık duyar. Kanaatim şu; 1997’de başımıza gelen Lüksemburg’tan sonra, bir Helsinki kararı gelebildi. Bu seferkinden sonra bir ikinci Helsinki gelemeyebilir, diğer bir deyişle Türkiye ikinci kez o oyunu oynamayı kabul etmez. Ben Türkiye’ye red vermenin Avrupa açısından da çıkarlarına aykırı olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’nin başka alternatifi yok diye düşünüyorlar. Türkiye’nin cazip başka alternatifi olmayabilir, bu Türkiye’nin başka alternatifi olmadığı anlamına gelmez. Türkiye Sırplar gibi kendini tüketmeyi de tercih edebilir, eğer ki çok bir büyük hayal kırıklığı yaşarsa. Bu bize zarar verir ayrı hikaye ama bu onlara da zarar verir.

Bana göre, Türkiye’nin önündeki en doğru alternatif Avrupa alternatifidir, ancak Avrupalı’ların dürüst ve adil davranmadığını, dirayetli davranmadığını düşündüğü takdirde Türkiye, o zaman aklın hayalin almayacağı bir kararı da verebilir. Bu ters anlamında, Türkiye alternatifsiz değil. Biz bunun sıkıntısını çekeriz. Ama 11 Eylül sonrası dünyasında, Irak savaşı sonrası dünyasında, bizim sıkıntılarımızı mutlaka ve mutlaka Avrupa da çeker. Bu katiyen bir şantaj ya da tehdit değil. Bu benim baktığım zaman analitik olduğuna inanmak istediğim bir değerlendirme.
Günün Önemli Haberleri