Osmanlı Devleti, binlerce yıllık ordu geleneği ve birikimini
kendinden önceki devletlerden teslim almış olan bir devletti.
Türkiye Cumhuriyeti de bu emaneti ondan devralıp, Kurtuluş
Savaşı’nda canlar pahasına savaşlar kazanarak
“ordunun kutsallığı” üzerine kuruldu.
Ve bu mesaj, kahramanlık hikâyelerinin okullarda, evlerde nesilden
nesile aktarılmasıyla güçlendirildi.
Keza Kıbrıs Barış Harekâtı ve kemikleşen terör sorunu,
“vatan sana canım feda” olgusunu çok daha sıcak
tuttu. Ve terör nedeniyle şehit olan askerlerin evlerine düşen
ateş, sayıları sürekli artan “şehit ailelerini”
toplumun önemli bir mağduru ve acılı kesimi haline getirdi.
Yani yakın cumhuriyet tarihimiz boyunca; “dört bir
tarafımız düşman”, “bizi bölmek
istiyorlar”, “Sevr korkusu” gibi
politikalar, askerlik vazifesini yapmak adına ciddi bir motivasyon
unsuru oldu.
Fakat büyük emeklerle yetiştirdikleri çocuklarını bir onur
olarak, kutlamalarla askere gönderen anne babalar, son yıllarda
ordudaki yanlış yönetimler yüzünden “askerde
intihar” eden çocuklarının haberlerini almaya başladılar.
Dahası bunları sorgular hale geldiler.
Milli Savunma Bakanı son iki buçuk yılda kışlalarda
“252” ölümün gerçekleştiğini ve bunlardan
“175”nin kayıtlara “intihar”
olarak geçtiğini belirtti. Son on yılda ise, terörle mücadelede
verilen şehit sayısından daha fazlasını, “934”
gencimizin intihar etmeleri sonucunda verdik.
Bunlara ek olarak intihar edenlerin yanı sıra, askerde
“akıl sağlını yitiren ve kalıcı fiziksel hasarlara
sahip olan” gencecik insanlarımız da oluştu. Tüm bu
rakamları birleştirince, ortada ciddi toplumsal bir sorunun
varlığından söz edebiliriz.
Gazeteler, gencecik askerlerimizin şehit olmasından ötürü her
gün Kürt sorununun çözümü adına çarşaf çarşaf analizler, haberler,
köşe yazıları yayınlıyorlar. Yani tek derdimiz “ölümlerin
durmasıysa”, şehit sayısından fazla olan
“intiharlar” da en az terör kadar çözülmesi
gereken bir “sosyal yara” olarak çarpıcı biçimde
gözümüzün önünde durmaktadır.
Ayrıca evlatlarının intihar ettiğini öğrenen aileler için ölüm
şeklinin zaman zaman “şüpheli bir ölüm”
olması, devlete ve orduya duydukları güvende ciddi anlamda bir
zedelenmeyi de meydana getirmektedir.
Devletten gerekli açıklamaları alamayan, çocuklarının ne şekilde
öldüğünü öğrenemeyen aileler, bu nedenle canları olan yavrularının
katili olarak devleti görmeye başlıyorlar. Bu durum hem ailelerin
hak etmedikleri acıları yaşamalarına, hem de devlete öfkeli
insanların ortaya çıkmasına neden oluyor.
Zaten özellikle devlet politikasında değişmeye yüz tutan
“dört bir tarafı düşmanlarla çevrili” ülke algısı
ve eğitim - refah seviyesinin artmasıyla birlikte “vatani
görevi yapmaya” karşı toplumun istekliliğinde doğal bir
azalma söz konusu. Ayrıca, artık şehit cenazelerinde eski geleneğin
aksine, anne babalardan devlete karşı isyan eder çıkışlara da şahit
olabiliyoruz.
Yani yetkililerin, ailelerin bu sesine kulak vererek acil bir
biçimde konuya el atmaları gerekiyor.
Öncelikle ordunun çalışma biçimini yeni baştan sorgulamamız ve
Genelkurmay Başkanlığı’nın ciddi bir özeleştiri sürecine girmesi
gerekiyor. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hala 50-60 yıl önceki
metotlarla ve askeri yönetim teknikleriyle askerleri eğitmeye,
disiplin altında tutmaya çalışan bir yönetim anlayışı söz konusu.
Bu nedenle ciddi bir yönetsel reforma ve ABD’deki “intihar
önleme merkezleri” gibi, orduda intiharın sebeplerini
bulma ve bu sebepleri ortadan kaldırma işlevini üstlenecek
organizasyonların açılmasına ihtiyaç var.
Örneğin; “Asker Hakları Platformu”nun kendisine
gelen başvurular neticesinde hazırladığı raporda intihar
vakalarının en önemli nedenleri arasında “kötü muamele,
tehdit, orantısız cezalar, dayak, hakaret” gibi unsurların
olduğunu ortaya koyuyor. Rapordan da anlaşılacağı gibi, TSK’nın
intiharlar konusunda ciddi biçimde kusurlu olabileceğini
belirtiyor. Bu nedenle TSK’nın intihar vakalarının üzerine
gidip, sorumluları tespit etmesi ve gereken önlemleri alması
gerekiyor.
Durkheim, “Ordudaki intihar, ilkel toplumlardaki
intiharın bir arta kalımıdır. Çünkü askerlik ahlakı, bazı
yönleriyle ilkel ahlakın bir arta kalımıdır. İlkel toplumdan
uzaklaştıkça, intihar sayılarında da azalma görülecektir”
der.
Bu yüzden orduyu çağdaş düzeylere taşıdıkça, insan hakları
ihlallerini azalttıkça intihar vakalarında gözle görülür bir düşüş
olacaktır.
Yani TSK, insan odaklı bir yönetim biçimini benimsemek zorunda.
Canı pahasına vatanını koruyan gençlerimizin ve onların ailelerinin
hayatlarını hiçe saymamamız gerekiyor.
Artık “vatan sağolsun” anlayışından
“vatandaş sağ olsun” anlayışına geçmemiz
şart!