7.4'e Kur'an ile direndi..
Abone olAğustos’tan inanılmaz bir an, bir dram. Hanzade Servi, 72 saat sonra enkazdan elinde Kur’anla çıkan ninesini yazdı:
Hanzade Servi, 17 Ağustos gecesi neler yaşadığını, Halka ve
Olaylara Tercüman'da yazdı: 7.4'e KUR'AN İLE DİRENDİ Çocukken,
yaşadığım evin çatısından deniz kabukları toplardım. Minicik deniz
minareleri... Şaşırmazdım da... Sanki bu, olağan bir şeydi; her
evin çatısında deniz kabukları olur sanırdım. Annemle babam da
şaşırmazdı. Çünkü bu, evin deniz kumuyla yapıldığını gösterirdi;
yani mantıklı bir açıklaması vardı. Babam ne zaman anteni düzeltmek
için çatıya çıksa, ben de onunla giderdim. Daha çok kabuk, daha
fazla deniz minaresi... Tırnağımla yeri kazıyıp kolayca toplardım.
O zamanlarda kimsenin aklına gelmezdi; bir çocuğun tırnakları
arasında dağılıp giden duvarlar, eğer deprem olursa yıkılmaz mı?
Yalova’da, bize bunları düşündürecek depremler olmamıştı. Hem
deprem ne demekti? Ben çocuktum. Depremden habersiz bir çocuk... Ve
tüm çocukluğum boyunca, evimizin çatısından deniz minareleri
topladım. Ev kendimizindi. Üç katlı, derenin karşısında... Yazın
kurbağa sesinden uyunmazdı. Ama ben gözüm tavanda, kulağım
kurbağalarda, uyumamayı da severdim. Üst katta annemin teyzesi ile
onun, benden sekiz yaş büyük kızı otururdu. Annemin teyzesine,
çocukken büyük teyze derdim. Sonra büyüğü gitti; sadece teyze
kaldı. Teyzem çok cesur bir kadındı. Öyle ki, eline Robert
Redford-Amerika diye bir adres verip onu Amerika’ya yollasanız, bir
haftaya kalmadan, televizyonlarda Robert Redford’la sohbet eden,
Adile Naşit gibi ufacık bir kadın görürdünüz. Emin olun yapardı.
Teyzemin bu yönünün, gazetecilik gibi bir mesleğe el atan bana da
geçmiş olmasını isterdim. O, Amerika’ya uçup Robert Redford’u
bulabilecek potansiyele sahipken ben, gittiğim bir binada aradığım
odayı bulamama paniğini, daha evden çıkmadan yaşamaya başlarım. Bu
özelliğim bana, anneannemden geçmiştir. İki kardeşin nasıl farklı
olduğunu, düşünün artık... Evin temeli iki kata göre atılmış,
sonradan çıkılan üçüncü kat kaçakmış... İlkokulu bitirdiğim sene,
babamın tayini çıktı. Gitmeden evimize, dedem öldükten sonra yalnız
kalan anneannemi yerleştirdik. Böylece iki kız kardeş, komşu
oldular. İki Adile Naşit. Biri gezip tozmaktan eve dönmek istemez;
öbürü, evden dışarı çıkmaz. Kısa-uzun her tatilde Yalova’ya gider;
anneannemde kalırdık. Her gittiğimizde, üç metre yanımızdaki
komşuların evi, bir kat daha yükselmiş olurdu. Onlar da üç katı
tamamladı. Ben sonradan öğrendim ki, bizim ev eskiden iki
katlıymış. Temeli, iki kata göre atılmış, birbirine bitişik iki
apartman... Üçüncü kat kaçakmış. Her katta iki daire; kaçak katla,
dört artı dairenin yükünü taşıyan, deniz minareli duvarlar... Yine
kimsenin aklına, bu durumun tehlikesi gelmemişti. Kaçak katın tek
anlamı, yasadışı oluşuydu ve biz de onay imzası vermemiştik bu
yüzden. Ama yine de üçüncü kat yapılmıştı. 1999’un Haziran ayında,
okuldaki bir iş için önce Eskişehir’e gitmiş; dönüşte de Yalova’ya
uğramıştık. Anneannem de, büyük teyzem de, kızı da çok
sevinmişlerdi. Gece, salonda oturuyordum. Aklımda minik bir anı:
Bir süre önce, bir görüşme için İstanbul’a gitmem gerekmişti. Bu
yüzden Yalova’ya gelmiştik. Ben salonda, beyaz gömleğimi ütülemeye
çalışıyordum. İnatçı gömlekler vardır; kolunu ütülersiniz, yakası
kırışır; yakayı tutarsınız, sırtı buruşur... Benim beceremeyeceğimi
anlayınca, annem işi devraldı. Anneannem çok titizdir; ütüyü
annemin elinden kaptı. Yılların ütü tecrübesine rağmen o bile
azıcık savaştı. Sonra dedi ki; “Forma mı bu? Mecburi mi bununla
gitmek?” “Aman anneanneciğim, üniversitede forma mı olur?” Nereden
bilsin ki kadıncağız üniversitede ne olur? Giyim olarak beyazı
sevmezdi. Bu yüzden bizim beyaz bir gömleği ısrarla ütülememize
anlam verememiş; sonunda bunun mecburi bir giyecek olduğunu
düşünmüştü. Dikiş makinesinin başındaydım, bu anıya gülümserken...
Ama ne makine... İnanılmaz güzel. Dedem her şeyin en iyisini
alırdı. Bankada memurdu ama bilirdi ki, ucuz şeyler çabuk bozulur
ve tamirci parası, insanı pahalı olanını almaktan daha fazla zora
sokar. O da her zaman en kalitelisini seçerdi. Öyle ki, dedemin
annemlere gençlik yıllarında aldığı teyp, benim çocukluğumda, hâlâ
çalışıyordu. İşte bu dikiş makinesi de, büyük ihtimalle dedemin o
zamanda aldığı en iyi makineydi anneanneme. Üzerinde altın rengi
aslan motifleri vardı. Anlatamayacağım kadar güzeldi. Ben de dikişe
çok meraklıydım. Anneannem bu yüzden, dikiş makinesini bana vermek
istiyordu. Ama bilirdim ki, o hâlâ makinesini kullanırdı. Bu yüzden
de alıp götürmeye gönlüm elvermezdi. Anneannem, pek çok eşyası
için; “Ben öldükten sonra alın” cümlesini rahatlıkla kurardı bize.
Sadece dikiş makinesini, hemen almamı isterdi. Anneannemin
sezgileri çok güçlüydü. 16 Ağustos’ta onu arayıp, birkaç gün sonra
geleceğini söyleyen dayıma “Gelirsin de bakalım beni bulur musun”
demesi, belki de bunun kanıtıydı. 1999 Haziran’ında yine dikiş
makinesiyle oynamış; dedem sağken birlikte karıştırdığımız
çekmecelerini karıştırıp aynı şeyleri sağa sola itip dedemi
düşünmüştüm. Evin arka tarafında, apartman boşluğuna bakan küçük
bir oda vardı. Hemen karşıda, bize bitişik ikinci apartmanın arka
oda penceresiyle komşu... Bu oda ışık almaz. O yüzden,
çocukluğumdan beri oradan korkardım. Gece ışığı kapattığınızda,
ortalık zifiri karanlıktır. Gözünüzün açık mı, kapalı mı olduğunu
anlayamazsınız. Hele yeni uyandıysanız, o dalgınlıkla, nerede
olduğunuzu unutursunuz. Gözünüzü açtığınızda hiçbir şey yoktur.
Koyu siyah... Gözünüzü kaparsınız; aynı siyah... Uyku mahmurluğu
içinde bu karanlık, insanı paniğe sokar. Yataktan fırlar, dolaba,
duvarlara çarpa çarpa nerede olduğunuzu size anlatacak en küçük bir
şey, bir ışık ararsınız. Henüz tam uyanmamışsınızdır. Bu, belki de
ölümdür düşüncesi gelir. Siyah bir mekânda, sonsuza dek çıkışı
aramak... Yapayalnız... Yıllar önce karanlık, küçük oda, bana bu
paniği yaşatmıştır. Kapının kolunu bulup açana kadar; koridora
takılı gece lambasının ışığında, karşı odadaki anneannemi görene
kadar... Bu yüzden o odayı hiç sevmezdim. İkinci katta bu oda,
büyük teyzemin kızınındı. İki ay sonraki felâketten habersiz, büyük
teyzemle, kızıyla, anneannemle vedalaştık. Minicik kalmış
anneannemle büyük teyzem... İki Adile Naşit... Kucaklıyorum onları,
yanaklarından öpüyorum. Anneannem yine çantamı yokluyor. “Çok ağır”
diyor. “Kamburun çıkacak benim gibi.” Anneannemin annesi, genç
kızken ona hep “dik yürü” dermiş. Şimdi aynı şey, bana söyleniyor.
El sallıyoruz. Yalova’yı ardımızda bırakıp, İzmir’e doğru yola
çıkıyoruz. 17 Ağustos 1999-03:02 Uyuyorum. Hayret... ‘99 yazında en
erken yatma saatim üçtü. Ama o gece saat üçü iki geçerken, ben
İzmir’de uyuyorum. Babam da uyuyor. Annem uyanık. Evde bir gürültü
var. Salonun kapısı sağa sola çarpıyor. Annem ne olduğunu
anlayamıyor. Sallantı gibi değil sanki; garip bir şey. Evin her
yanından sesler geliyor. Annem yatmak üzere o saatlerde; gidip
yatıyor. Biz hiçbir şeyden habersiz, her gece gibi bir geceyi
yaşarken, deniz minaresi duvarlı ev, unufak oluyor. Deprem, biraz
sallanır, biterdi... Sonra hayat kaldığı yerden devam ederdi ...
Ama öyle olmadı... Dayım İstanbul’da. Korkunç sallantı bitince
hemen Yalova’yı arıyor. Telefon çalıyor, çalıyor, açılmıyor... Bu
sefer bizleri arıyor. Teyzemler de İzmir’de. Onlar deprem olduğunu
anlamış. Ama merkezin İzmir yakınları olduğunu düşünüyorlar.
Marmara’da deprem olup İzmir’in bu kadar sallanacağı, kimsenin
aklına gelmiyor. Dayım, Yalova’ya ulaşamadığını söylüyor. Bir süre
sonra, İzmir-İstanbul telefon hatları gidiyor. Teyzemlerle aramızda
devamlı bir telefon trafiği var. En ufak bir seste hemen uyanan
ben, hâlâ uyuyorum. Bugün düşündüğümde de, bu beni şaşırtıyor.
Büyük bir felâket ve onun koşturmacası içinde ben, bir bebek gibi,
habersiz uyuyorum. Beni kimse uyandırmıyor. Babam anneme “haydi
Yalova’ya gidelim” diyor. Depremin feci boyutunu hayal bile
edemiyor annem. Yalova’da deprem olmuş. Bunun anlamı nedir? Deprem,
azıcık sallanmak demek. Sallanır, biter ve hayat kaldığı yerden,
devam eder. Batının insanları için depremin anlamı budur. Adapazarı
hariç. Duyardık; Adapazarı yıkılmış. Erzincan yıkılırdı, Dinar
yıkılırdı. Televizyondan izlerdik. Şimdi anlıyorum; o görüntüler
film gibi gelirdi bana. Evler yıkılmış; duvarların kalıntıları
arasından perdeler görünür... Aynı giysileri giymiş kurtarma
ekipleri çalışır. Bir insanın başına, yaşadığı evin çökmesinin
nasıl bir felâket olduğu aklıma bile gelmezdi. Erzincan’daki,
Dinar’daki deprem, uzaktakiler ve orada yakını bulunmayanları,
Afrika’daki bir bulaşıcı hastalık veya çok uzaktaki iki ülkenin
savaşı kadar ilgilendiriyordu. 17 Ağustos’tan birkaç gün sonra,
güneyin diskolarında eğlenenlerin haberlere yansıyan görüntüsü de,
bunun kanıtıdır. 17 Ağustos’ta, öğleye doğru uyandım. Babam radyomu
almış eline. İlk söylediği şey, “6.5 ne sence?” oldu. Yüzünde
endişeli bir ifade vardı. Uyku mahmuruydum. Babamın elinde de radyo
vardı. O an rakamı, bir FM bandı, bir radyo kanalı olarak
algıladım. FM 6.5’te ilginç bir şeyler vardı ve babam da radyoda
bunu arıyordu. Aklım karışmıştı. Bir cümle kuramadım. “Deprem” dedi
babam. Elektrikler kesikti. Kulaktan kulağa çalınanlar, depremin
6.5 şiddetinde olduğuydu. “Yalova’da” diye devam etti babam. “300
ölü varmış.” Kalktım. İlk düşündüğüm, anneannemin ne kadar korkmuş
olacağıydı. Teyzem güçlü ve mantıklıydı; o korkmazdı. Kızıyla alt
kata inip anneannemi yatıştırmıştır herhalde diye düşündüm. Hatta
belki de uyuyorlardı ve duymamışlardı bile depremi. Tabii ya.
Teyzemler de Yalova’yı aramadan düşünmüşlerdi gece. Eğer
duymamışlarsa, uyuyorlarsa boşuna paniğe sokmayalım diye... Bu
düşünce, işin ciddiyetinden ne kadar habersiz olduğumuzu
gösteriyordu. Yalova’ya ulaşamıyoruz. Telefon çalıyor, çalıyor,
cevap vermiyor. 226 kodunun arkasından 814’le başlayan bir sürü
numarayı çeviriyoruz. Yalova’dan biri çıksın; ne olduğunu soralım.
Teyzemlerdeyiz. Dayım Yalova’ya gidiyor. Arabada hep, anneannemi
nasıl yatıştıracağını düşünüyor. Anneannem paniktedir mutlaka.
Yapısı öyle. Çıkmışlardır evden belki. Kapının önündedirler.
Yalova’nın girişinde yıkılmış bir yer yok. Bu, umudu güçlendiriyor.
Zaten evin yıkılmış olabileceği, dayımın aklının köşesinden
geçmiyor. Parmağını çekmeceye sıkıştırsa bile günlerce kendisine
ölüm senaryoları kuran anneannemin paniğini nasıl yatıştıracağını;
onu, depremin etkisinden nasıl kurtaracağını düşünüyor sadece.
Anneannem biri bin yapar. Araba, evin olduğu sokağa sapıyor. Ama ev
yok. Üstü kaçak katlı, duvarları deniz minareli iki apartman,
birbirine karışıp unufak olmuş. Yolu ve iki kaldırımı boylu boyunca
kaplayıp, derenin kıyısına kadar uzanmış. Anneannemin salon perdesi
görünüyor yıkık duvarların arasından... Benim iki ay önce uyuduğum
salonun perdeleri... Deniz minareli çatı, kaldırımla aynı hizada
artık. Haber geliyor; annemler Yalova’ya gidiyor. Babam, gelmemi
istemiyor. Olaylardan çok fazla etkilenen biriyim. Anneannem
gibi... Yirmibir yaşında da olsam, ailenin en küçüğüyüm. Onlar da
Yalova’ya vardıklarında neyle karşılaşacaklarını bilmiyor. Şokta
gibiler. Annem, babam, teyzem yola çıkıyor. Kuzenimle biz
kalıyoruz. Zor... Her şey çok zor. Makine yok, insanlar şaşkın...
Üç metre yanımızdaki ev sapasağlam duruyor. Apartmanın yanındaki,
üfleseniz uçacak gibi gözüken incecik duvar da duruyor. Yan evin
balkonunun dışına dizili saksı çiçekleri bile duruyor! Çıktı
diyorlar büyük teyzem için. Babamla dayım hastaneleri, morgları
tarıyor. Yok. Bir ses geliyormuş enkazdan ilk saatlerde. “Habibe”
diyormuş. (Büyük teyzemin adı.) “Meryem” diyormuş. (Büyük teyzemin
kızının adı.) Hiç şüphe yok ki, bu anneannemdir. En ufak bir olayı
bile dünyanın sonu kabul edip paniğe kapılan anneannem... Tek
güvendiği yer, evi olan anneannem... Kapısını kilitleyen,
zincirleyen; hırsızlardan çok korkan anneannem... Sığınağı olan
evi, üzerine yıkılmıştı. Kardeşinin, yeğeninin adını seslenmişti.
Sağdı. Depremin üçüncü günü, yabancı kurtarma ekibi, enkazda sağ
kimsenin olmadığına karar veriyor. Aşağıda en ufak bir ses bile
yok. Babam çıldırmak üzere. “No” diyor. “She is old” diyor. “No”
diyor, taşa vuruyor. “O yaşlı, vuramaz, ses veremez” demek istiyor.
Kazmaya devam ediyorlar. Büyük bir gardırop, kenarda gözlükler,
kucağında kalın bir kitapla, yaşlı bir kadın gözüküyor.
Anneannem... Sağ. “Nasılsın?” diyor sağlık ekibi. “Bacağım” diyor
anneannem... Gardırop, bacağının üzerinde. Ve kendinden geçiyor.
İki eliyle tuttuğu kalın kitabı zor alıyorlar. Yabancı kurtarma
ekibi soruyor; “Bu kitap nedir?” Anneannemin romatizmalı elleriyle
sıkı sıkı tuttuğu kitap, Kuran’dır. Bunu duyan yabancı ekip
şaşırıyor. Anneannem çadır hastanede, kalp krizinden ölüyor.
Sarsıntının ilk saniyesinde bir ev çöküyor. Ev ve içindekiler
havada uçuşuyor. Bir anda un ufak oluyor Büyük teyzem ve kızı hâlâ
yok. Ekip umudu kesmiş; kimileri çıktı diyor. Babam, ikisini de
bulmadan asla bu işi bırakmayacağını söylüyor. Üzüntüyle, “çıkmış
olamaz” diyor. Yatak odasının olduğu yerden, ceset kokuları
yükseliyor. Büyük teyzem de bulunuyor. Tanınacak halde değil. Kızı
hâlâ yok. Beni en çok etkileyen, kahreden şeylerden biri, büyük
teyzemin kızının bulunduğu yerdir. Bu, 7.4’lük depremin nasıl bir
felâket olduğunu ve evimizin nasıl korkunç bir şekilde yıkıldığının
kanıtıdır. Arkadaki karanlık odada yatan büyük teyzemin kızı, karşı
dairenin banyo tavanının kalıntıları arasında bulunuyor. Küçük bir
kutunun içine çakıl taşları doldurup kutuyu yere çarpın. İşte bu,
oniki daireli, birbirine bitişik iki apartmanın içindekilerin
yaşadığı cehennemdir. Apartmandan sağ kurtulan bir adam, depremin
başladığı saniyede sırtının tavana çarptığını söylüyor. “Başım
çarptı” dese, bu kadar etkilenmezsiniz. Ve başka biri, apartmanın
daha deprem başlamadan; ilk saniyede yıkıldığını anlatıyor. Ev,
içindekiler ne olduğunu bile anlamadan, bir anda havaya uçuyor.
Ardından, yere çarpıp unufak oluyor. Adam depremi, ev yıkıldıktan
sonra; enkaz altında hissediyor. Yaygın bir inanışla insanlar,
deprem söz konusuysa alt katları tercih ederler. Bu, hemen
kaçabilme düşüncesinin sonucudur. Depremin size, yıkılacak olan
evden çıkma şansını vermesi, binde bir ihtimaldir. Bizim evimizin
altında internet kafe vardı. Kaldırım-dükkân... Yolla aynı hizada;
birinci kat bile değil. İnternet kafe o saatte açık. Ve insanlar
kaçamıyor. İlk saniyede yerden gelen kuvvetle havaya uçan ev, alt
katı tercih edenlerin tezini çürütüyor. O cehennemden bile, üst
katta oturanlar sağ çıkabiliyor. Teyzemin çok sevdiği küçük kız
hariç... İnsanlar her şeyi çok çabuk unutur. O kâbusun içindeyken
günlük, anlamsız, saçma problemlerden eser kalmamıştı. Her şey
kırkbeş saniyede bitebiliyorsa, bu hayatta bir anlamsızlık veya
büyük bir anlam olmalıydı. Bu anlam ya da anlamsızlık, çok basit
şeyler için hayatınızı kararttığınız anlarda gizlidir. Tüm
sevdiklerinizi, mal varlığınızı, bedeninizin bir parçasını veya
bunların tümünü bir anda; birkaç saniyede kaybedebilirsiniz.
Aldığınız her nefesin, gördüğünüz her yıldızın, dinlediğiniz her
şarkının, kokladığınız tüm çiçeklerin tadına varın. Ne zaman bir
şeye gereksiz sinirlendiğinizi hissederseniz, 17 Ağustos’u
düşünün...