Taraf gazetesi yazarı Ahmet Altan,Atatürk örneğinden yola çıktı ve AK Parti'ye diktatörlük uyarısı yaptı
Abone olTaraf gazetesi yazarı Ahmet Altan bugün öyle bir yazı kaleme aldı ki, hem Atatürkçüleri, hem de AK Parti'lileri çileden çıkardı.
Atatürk örneğinden yola çıkarak Cumhuriyet döneminin baskı politikalarını eleştiren Altan,önce "Mustafa Kemal bu ülkede seçim kazanabilir miydi?" sorusuyla baskı dönemlerine dikkat çekti, sonra da konuyu döndürüp dolaştırıp AK Parti iktidarı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu dönemle haklı hesaplaşmasına getirdi getirmesine ama...
Altan'ın yazısının sihiri de burada başladı.
Cumhuriyet döneminin karanlık çeteleşmesinin yarattığı izi AK Parti iktidarının tam da başarıyla silmeye başlamışken birden durduğunu ve sistemi değiştirmek yerine sistemdeki ranttan pay kapmanın tadına vardığı uyarısında bulundu.
İşte Altan'ın hem CHP, hem de AK Parti kanadında büyük tepki toplayacak o zehir zemberek yazısı....
Sadece iktidarda olanları korumayı amaçlayan, yanlış kurulmuş bir cumhuriyetin insanlarıyız biz.
MUSTAFA KEMAL SEÇİM KAZANAMAZ
Halkı küçümseyen, dahası halktan korkan küçük bir zümrenin diktatörlüğü, bütün gücüyle kendini koruyabilmek için her şeyin kirlenmesine göz yumdu, sıkıştığı yerde bizzat kendisi her şeyi kirletti.
Bunun temel nedenini aslında tek bir soruyla anlayabiliriz.
Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi?
Eğer aradan geçen onca yılda bilmem kaç kuşağı korkunç bir eğitimden geçirip, beyni yıkanmış insanlar yaratmasına rağmen Atatürk'ün görüşlerini savunduğunu söyleyen partiler hâlâ seçim kazanamıyorsa, Cumhuriyet'in ilk yıllarında hiç kazanmazlardı.
Seçimle kazanılamayacak bir iktidar nasıl korunur peki?
Silahla ve baskıyla.
Bütün diktatörlükler, denetim manyağıdır.
Her şeyi denetlemek, muhalefeti saptamak ve onu ezmek isterler.
Bunun için kendilerine sadık kullar yaratırlar ve onlara iktidardan pay verirler.
Onların yolsuzluklarına göz yumarlar.
Diktatörlüklerin ahlakı yoktur.
Ahlakı ve ahlaki değerleri çürütür, yok ederler.
Silahlı küçük bir azınlığı koruyabilmek için o azınlığın çevresinde yolsuzluklara, ahlaksızlıklara bulaşmış bir çember, bir asalaklar duvarı oluştururlar.
Nerdeyse bütün Cumhuriyet tarihimiz bir ahlaksızlık tarihi oldu bizim, "sayın muhbir vatandaşların" ahlakı en değerli ahlak sayıldı, bütün kurumlar "iktidarı" koruyabilmek için yozlaştırıldı.
Cuntacı generaller, yalancı tarihçiler, pespaye gazeteciler, dikta dalkavuğu politikacılar, cinayet işleyen polisler baş tacı edildi.
Diktayı desteklemek koşuluyla bütün yandaşlara ahlaksızlık ve suç işlemek serbest sayıldı.
Cumhuriyet'le kurulan diktanın, şık şıkırdım giyinip dans etmeyi Batılılık sanan zavallı özentiliğinin dışında bir fikri, ideolojisi, inancı yoktu, insanlar sadece ikiye ayrılıyordu onlar için, yandaşlar ve muhalifler.
Liberal Cavit Bey'i de, Komünist Mustafa Suphi Bey'i de aynı hunharlıkla öldürdüler.
Nâzım Hikmet'e de Necip Fazıl'a da eziyet ettiler.
Ne dindara, ne dinsize acıdılar.
Kürtlere özellikle acı çektirdiler.
Sadece "koşulsuz" bir yandaşlık sergileyenler ödüllendirildi.
Bu anlayış, her türlü değeri yok saydı.
Ve, bütün kurumların hukuksuz bir karanlıkta mikroplanıp kangrenleşmesine yol açtı.
Bu sistemi, ancak halkı gerçekten temsil eden, Cumhuriyet iktidarının kendisine "yabancı" bulduğu siyasi bir güç değiştirebilirdi.
İLK DARBE ÖZAL'DAN, ÖLDÜRÜCÜ DARBE İSE AK PARTİDEN
Sisteme ilk büyük darbeyi Turgut Özal vurdu.
Asıl büyük hesaplaşmayı başlatan ise AKP oldu.
Silahlı Cumhuriyet diktasına karşı kendi gücünün tek başına yeterli olmayacağını bildiğinden, evrensel bir demokrasi ve hukuk sistemi kurulmasını isteyen Avrupa Birliği'nin desteğini sağladı.
Halkın ve dünyanın büyük desteğiyle bir temizlik operasyonuna girdi, hukuk reformları yaptı, Ergenekon'un ve darbecilerin üstüne gitti, askerî vesayeti geriletti, Kürtlerin hakları olduğunu kabul etti, barış için müzakerelere başladı, Alevilerin dertlerini dinledi, yeni bir anayasa sözü verdi.
ÜMİTLER SÖNDÜ
Artık iyice çürümüş olan sistemi değiştirmek için attığı her adımda halkı ve gelişmiş dünyayı yanında buldu.
Büyük bir ümit yarattı.
Başbakan Erdoğan, bütün dünyada "Müslüman bir ülkede demokrasiyi yerleştiren" ilk lider olarak saygıyla karşılandı, dünya liderleri arasına adını yazdırdı.
Sonra birden AKP durdu.
Değiştirmek için söz verdiği sistemin, "yöneticilere" ne kadar büyük avantajlar sağladığını, nasıl büyük bir iktidar alanı açtığını, pay dağıtarak nasıl büyük bir yandaşlar kalabalığı oluşturmasına olanak verdiğini fark etti.
Sistemi değiştirmek için mücadele etmektense, sistemle anlaşmanın ve sistemin parçası haline gelmenin daha "kurnazca" olacağına hükmetti.
GEÇMİŞE DÖNÜYORUZ
Şimdi yeniden geçmişe dönüyoruz.
Kürtlere baskı arttıkça artıyor, faşist yasalara sahip çıkılıyor, sistemin kirliliğine yönelik sorgulamalar yavaşlatılıyor, "ben Cumhuriyetçi yetiştireceğim" anlayışı yerine "ben dindar yetiştireceğim" anlayışı getirilerek "yöneten istediği gibi adam yetiştirir" kuralına dibine kadar sahip çıkılıyor, anayasaya dokunulmuyor, bombalarla parçalanan zavallı köylülerin hesabı sorulmuyor, onun yerine Genelkurmay Başkanı'na teşekkür ediliyor, Hrant Dink'in katilleri korunuyor, Denktaş yüceltiliyor, futboldaki kirlenmenin temizlenmesine engel olunuyor.
Bu anlayıştan bir hayır çıkmaz.
Halk gene ezilir, gene ahlaksızlık prim yapar, gene eğitim "liderin" meşrebine göre şekillenir, gene çürüme yayılmaya başlar.
Bunu durduracak olan ahlaksızlığın acısını yıllarca çekmiş olan halktır.
Uludere'de köylülerin öldürülmesine, futbolda şikenin yayılmasına göz yuman bir ahlak anlayışını sorgulamadan bu sistem düzelmez.
Ahlaksızlık bir kez kabul edildi mi o ahlaksızlık kısa zamanda hukuksuzluğa ve suça dönüşür.
Ahlak ve hukuk yoksunlunun ilk ve büyük kurbanı ise daima halk olur.