BIST 9.627
DOLAR 35,22
EURO 36,78
ALTIN 2.960,88
HABER /  GÜNCEL

Ali Müfit Gürtuna Erdoğan'a fena saydırdı!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Ali Müfit Gürtuna Yurt Gazetesi'nden Derya Demir'e çok çarpıcı açıklamalar yaptı.

Abone ol

deryademir.jpgBu milletle 200 yıldır oynandı. Değerleri, kültürleri ile hürriyeti ile aralıksız oynanıyor. Dünyadaki hiçbir toplum bu kadar dayanamazdı.”

“İstanbul bir faciaya sürükleniyor. Buna rağmen İstanbul'un kuzeyine iki şehir yapacağız diyorlar. Bu cinayettir. Olacak şey değil. İş imkanları kaybolacak. İstanbul Sosyal dokusu çökmüş, 30 milyon insanın yaşadığı bir yere dönüşecek.”

“Ekonomi katma değer üretmiyor, verimlilik üretmiyor. Hala 300 yıl önceki ekonomik mantalite uygulanıyor. Eğitim hala şekiller üzerinde. Eğitim sistemi yönetici insan tipi yönetmiyor. Bu sürecin içinde dünyayla nasıl yarışırız. Biz üçüncü dünya ülkesiyiz. Kendi kendimize kahramanlık icat etmekle kahraman olunmaz.”

Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde en yakınındaki adamdı. Hatta sağ koluydu.

Hem Erdoğan'ın yardımcısı, hem de aile dostuydu. Ne olduysa Erdoğan hapse girdikten sonra oldu. O dönemde Erdoğan'ın yerine koltuğa oturan Ali Müfit Gürtuna, önce Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğundan, ardından Erdoğan'ın hayatından çekildi. Bir süre sonra Turkuaz Hareketi'ni kurduğunu ilan etti ancak o hareket de kısa sürede bozguna uğradı.

Yıllardır adeta kayıplara karışan Ali Müfit Gürtuna ilk kez bir gazeteye konuştu. Yurt Gazetesi'nden Derya Demir'e konuşan Gürtuna, Başbakan Erdoğan ve AK Parti'yi adeta yerden yere vurdu. Bakın Derya Demir'in  sorularına Ali Müfit Gürtuna nasıl cevaplar vermiş:

alimufitgurtuna.jpg

Siyasi kimliğinizden önce gazetecilik geçmişinizi öğrenmek istiyorum. Gazetecilik yaptınız. Zor mu geldi neden bıraktınız?

Ankara'da çalışmıştım. Anadolu Ajansı kaşeli muhabirler vardır ya onların yanında Ankara'da gazetede çalıştım. Birkaç gazetede çalıştıktan sonra TRT'ye geçtim. Yayın kadrosu olarak ilk memuriyetim kameremanlık oldu. Kameremanlık yapmadım ama yayın faaliyetleri içinde oldum. Mahalli gazeteler çıkarma faaliyetim de oldu. Gazetecilik tadı damağımda olan bir işti. Belediye Başkanlığı'ndan sonra da basın ve yayınla ilgili bir konuda uğraşmak istedim ama istediğimiz ortam olmadı. Ruhen hiç kopmuş değilim. Hala kendimi bir gazeteci, televizyoncu gibi hissediyorum.

Şu dönemde gazetecilik yapar mıydınız?

Gazetecilerin işleri çok zor. Her şey zorlaştı. Söz söylemek, yazmak zorlaştı. Uluslararası sisyasetin Türkiye üzerinde etkili olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu da iç dinamiklere yansıyor. Dolayısıyla çok rahatlıkla konuşma imkanı ortadan kalktı. Ortam çok gergin. Türkiye'deki karşılıklı iletişimin üslubu çok bozuldu. İçeriksizleşti herşey. Her alanda toplum daha ciddi daha önemli konuları talep etmelidir.

Hükümeti eleştiriyor musunuz?

Barışçı bir politika izlemediğini düşünüyorum. Daha kapsayıcı bir iç politika izlerse Türkiye bu gerilimli ortamdan çıkar. Ekonomik anlamda Türkiye'nin zenginleşmesi için politikalar üretmeli. Daha devrimci bir yaklaşımla Türkiye'nin çağla yarışabilmesi için bilgi ile yönetilen bir ülke haline getirilmesi gerekiyordu ama bunun sağlanamadığını görüyoruz.

İSTANBUL BİR FELAKETE SÜRÜKLENİYOR

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptınız. Öncesinde de yine Belediye meclis üyeliği de yaptınız. İstanbul'un yönetiminde uzun bir süre yer aldınız. İstanbul'un bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz?


Zıt yöne doğru gidiyor. Bizim bıraktığımız İstanbul'un üç temel siyaseti vardı. Birincisi İstanbul'da nüfus artışı olmayacak. On milyon sınırını geçmeyecek ve zamanla 8 milyona düşürülecekti. Nitelik olarak artış olmalıydı. İstanbul nitelikli insanlar topluluğu olmalıydı. Şehirler insan deposu değildir. Bir sürü insanın itiş kakış yaşadığı alanlara şehir denmez. İnsan deposu diyorum. Şehirler uygarlık, bilim, kültür, sanat, güven, arkadaşlık, hemşehri olma bilinci üreten alanlardır. İkincisi İstanbul'da barışın ve İstanbul bütünlüğünün tesisini önemsedik. Gettoların ortadan kalkması, farklı din, farklı meşreplerin asla ayrıma tabi olmaması, bir şehir bütünlüğü içinde bunların ele alınmasını önemsiyorduk. Üçüncüsü şehirde kültürel değerlerin üretildiği bir mekanizmanın oluşmasını çok önemsiyorduk. İstanbul'un sanayi kenti olmaktan çıkarılıp, hizmet, eğitim, bilim-sanat, AR-GE sektörünün öne çıktığı bir şehir olması temel yaklaşımlarımız arasındaydı. Ama bugüne bakarsak her yerde yapılaşma dikkatimizi çekiyor. Biz buna izin vermedik. İstanbul'un nüfusu 30 milyon olacak. Baraj alanları, orman alanları her taraf yağmalanıyor. Rant yüzünden oluyor bunlar. Nüfus aritmetik artar, problemlerde geometrik artar. Örneğin İstanbul'un nüfusu 10'dan 20 milyona çıktığında nüfus iki katı artmış oluyor ama problemler yüz kat artar. Bunu çözmek için harcayacağımız para bin katına çıkar. Bizim söylediğimiz program uygulansaydı, yani İstanbul'un nüfusu 8 ila 10 milyon arasında tutulabilseydi elde edilen bütçe, eldde edilen kaynaklar gereksiz yere harcanmayacaktı. Nüfus artışının getirdiği bir bedel var.

Eskilerin anlattığı İstanbul artık çok uzaklarda değil mi?

İstanbul dendiği zaman nitelikli insanlar topluluğu olmalı. Eskiden İstanbullu denilince üç vasıf akla gelirdi. Birincisi aklı selim sahibi olmak. İyi düşünen, iyilik yaymaya çalışan bir insan tipi. İkincisi hissi selim sahibi. Güzel duyguları olan, misafirini, insanının seven bir insan tipi. Üçüncüsü zevk-i selim sahibi olmak. Sanata düşkün olmak demekti. Bu iklimden İstanbul beyefendisi ve İstanbul hanımefendisi çıkıyor. Popüler kültür herşeyi yakıp yıkıyor. En üzüldüğüm şeylerden biri bu. Kalabalığın, hak yemenin, zulmün reva görüldüğü bir yapı oluşuyor. Dürüst olmanın bazı yerlerde aptallık olarak nitelendirildiğini görüyoruz. İstanbul esnafı tartıyı tartarken ne olur ne olmaz hak geçmesin diye bir fazla koyardı. Eskiden mahalle kavramı vardı. Mahallede zengini ve fakiri yanyanaydı. İnsanlar aynı sokakta komşuydu. Herkes birbirine saygı duyardı. Bir evde et pişirilirken kokusu komşulara gitmesin herkes et yiyemiyor diye özenle pişirilirdi. Şimdi gösterişten geçilmiyor.

Boğaziçi ve tarihi yarımada İstanbul'u eşsiz yapan en önemli unsurlar. Ama yapılaşma o kadar çok arttı ki bu silüet bozulacak korkusu yaşıyor İstanbullular. Sizin öngörünüz nedir?

Tarihi Yarımada, Boğaz çevresinin bütün fotoğraflarını çektik. Sabitledik. İstanbul'un silüeti denizden ve boğazdan bakıldığında değişmemeliydi. Bu temel kuraldı. Üçüncü köprü deniliyor. Biz kızdığımızda hizmete karşımısınız diye tepki gösteriyorlar. İstanbul'un üçüncü köprüye ihtiyacı olmamalı. Problemleri çözüyoruz diye ortada geziyorlar. Kınıyorum bunu. Yangın çıkmadan önce önlemler alınmalı. Bina yanıp bitiyor kül oluyor sonra da söndürdük yangını diye övünüyorlar.

Gecekondulardan şikayet ediliyordu bir zamanlar. Şimdi de dev gibi konutlar, gökdelenler revaçta. İstanbul için tehlike çanlarının çaldığını herkes biliyor artık ama dur durak bilen yok. Neden. Yöneticilerin bildiği başka bir şey mi var?

Silivri'den Tuzla'ya kadar adım atacak yer kalmadı. Bunun sonu yok. Boğaz Köprüsü girişi zaten tıkanıyor. Yağmur da yağsa bir uçtan bir uca 6 saatte geçiliyor. Şimdi böyle kritik bir yere, karayolları arazisine bir milyon mertekareye yakın inşaat yapılıyor. Tam da köprünün tepesine. Onun karşısında da bitmemiş yapılar var. Mecdiyeköy'de Ali Samiyen Stadyumu yıkıldı yerine dev bir yapı dikilecek. Likör fabrikası oradan kaldırıldı, ağaçlar, yeşillik alanlar vardı. Anlamıyorum niye rahatsız ediyor yeşil alanlar bunları. Her tarafa bina yapıyorlar. Kuştepe'de çocukların oynadığı bir yer vardı. Büyük bir tower yerine dikildi. Bunlar İstanbul'un kalbine saplanmış hançerlerdir. Hem bunları alkışlayacaksınız hem de ulaşım problemi çıktı diye milyonlaca doları harcayacaksınız. Bu paralar İstanbul halkından çıkacak O rantı yiyenler vermeyecek. Kimse unutmasın bunu.

Recep Tayyip Erdoğan'dan sonra Belediye Başkanı oldunuz. O dönem Erdoğan'la aranızda bir mesafe var mıydı. Hep öyle söylenir.

Bireysel bir sorun yoktu.

Sizi neden Belediye Başkanı adayı olarak göstermedi?

Temel yaklaşımlarımızda bir farklılık vardı. Çünkü ben İstanbul'u gözüm gibi korudum. Her tarafını hançerleyip, seviyoruz diyemezsiniz. Türkiye'nin üçte ikisi depreme koşuyor. Elli milyon insan deprem tehdidi altında. Ne yapılıyor deprem için. O gün gelecek takdir-i ilahi diyecekler. Tabiki takdir-i ilahi ama Allah'ta diyor ki, “Ey akıl sahibi aklınızı kullanmaz mısınız?” Aklını kullanan insandır.

ABDULLAH GÜL'LE ARAM ÇOK İYİ AMA...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile dostluğunuz devam ediyor mu?

Abdullah Bey'le de eskiye dayalı yakın bir dostluğumuz var. Bazı toplantılarda biraraya geliyoruz. Özel bir görüşmemiz olmadı. Ben muhalefet olsun diye ya da bir parti adına konuşmuyorum. Ama bir şey değişmiyor. Negatiflik yerleşiyor buna üzülüyorum. Halbuki dediğimizi yapsalar bu kendilerinin de lehinedir. O zaman destekleriz.

Siz de milli görüş gömleğini giydiniz. Nerede ayrıştınız?

Ben daha önce Anavatan Partisi'nde siyaset yaptım uzun yıllar. Turgut Özal'ın ardından farklı bir yapılanmaya girilmesi sonucu oradan koptum. Milli siyaset anlamında belki o günün şartlarında olabilecek yerel yönetimler açısından tecrübemiz dolayısıyla yardımcı olmamız istendiği için Refah Partisi'ne girdim. Refah kapandı ardından Fazilet derken böyle bir süreç oluştu. Refah Partisi birçok açığı, gediği vardır ama milli siyaset iddiasında olan bir partiydi. Kapatıldı. Fazilet Partisi de kapatıldı. O camianın içindeki insnlar siyasetin dışına atıldı. O insanlar belli bir alana yönlendirildi. Ondan sonraki yapıların ne kadar milli olduğu tartışılır. Zaten eski gömleği çıkarıp, yeni gömleği giydiklerini söylüyorlar. Dolayısıyla milli görüş geleneği devam etmiyor. Bir takım endişelerim vardı. Görmek istedim nasıl gelişecek doğrusu. Bağımsız, barışçı ve bilgiye dayalı bir siyaset benim için ana eksendir. Bu temel eksen üzerinde olmadığı zaman ayrım siyaseti izlenir. Ayrım siyaseti yapıldığında insanlar ekonomiye, gelişime bakmıyor. Benden mi değil mi algısı yaratılıyor. Particilik açısından bir başarı getirir ama ülke açısından kalıcı hasarlar yaratır.

Siz solcu mu oldunuz?

Ben özgürlükçü, barışçı, yenilikçi hatta devrimci denilebilecek bir yaklaşımı benimsiyorum. Türkiye'de kavramlar karmakarışık. Sol-sağ ayrımı 60'lı yıllarda ortaya çıktı. Rahmetli İnönü ortanın solundayız dedi. CHP sola, Adalet Partisi sağa düştü. Merhum İnönü ortanın sağındayız deseydi tam tersi olacaktı. Türkiye'de sol-sağ ayrımının bir geçmişi yok. Batı'da bunun tarihsel bir süreci, geçmişi var. İşçi sınıfı var. Sanayi Devrimi'nin getirdiği oluşumlar var. Aristokratik yapının oluştuğu alanlar var. Bizim tarihimizde böyle ayrımlar yok. Devrimcilik ifadem ideolojik olmaktan çok bilimsel bir yaklaşımdır.

Uluslararası alanda etkin bir dış politikamız olduğu havası hakim. Bir imaj çalışması uygulanıyor. Gerçeği yansıtan mı yoksa içi boş bir imaj mı bu?

Dediğiniz gibi bu bir imaj çalışmasıdır. Türkiye'nin gücü yok ki. Ekonomisi bitik. Ekonomi iyi demekle olmuyor. Vergiler düşerse ekonomi iyiye gidiyordur. Bütçede açık yoksa iyidir. Dış ticaretimiz fazla veriyorsa biz dünyayla yarışıyoruz demektir. Bunların hiçbiri yok. Bir devrime ihtiyaç var yoksa Türkiye yok olup gidecek.Türkiye üzerinden yapılan işlem daha vahim. Ekonomi dışa bağımlı hale getiriliyor. Bu sayede bağımsızlık ortadan kalksın istiyorlar. Dışarıdan gelen paraya muhtacız. Otomotiv sektörüne girmeyi tartışıyoruz. Yerli otomobil üretelim diyorlar. Bu ne gerilik. Yerli otomobil üretseniz satış fiyatı kilogram başına beş dolardır. Beş dolara bile satamazsınız dışarıya. Gerilik diyorum buna. Türkiye hala bunlarla oyalanıyor.

Batı'yı örnek alıyoruz. Batı hep ileride. Peki İslam ülkelerinin geri olmasını neye bağlıyorsunuz?

Devrim derken ideolojik anlamıyla kastetmiyorum. Bilgi devrimini, bilimi kasetediyorum. Bizim dinimiz de bunu emrediyor. Sanki din ile bilim karşıymış gibi yansıtılıyor. İslam'da ilk vahiy “oku” diye başlıyor. “Oku” diye başlayan bir dinin mensupları nasıl geri olabilir. 57 İslam ülkesi var. Bir buçuk, iki milyara yakın nüfus var. Ne üretiyorlar, bir Almanya kadar üretemiyorlar. İyi yönetilmiyorlar. Dinamik, kendi içlerinde yönetilebilecek yapıları yok. Hep bugünü kurtarmak üzere yaşıyorlar. Japonya'nın Türkiye'nin yarısı kadar toprakları yok ama yılda Türkiye'nin on katı üretiyor. Bir de Japonya krizde diyoruz. Biz Almanların otomillerini alıyoruz. Almanlar krizde ama biz krizde değiliz. (Gülüyor) Böyle bir şey yok.

Biz krizde miyiz şu anda?

Türkiye çifte kriz yaşıyor. Ama sıcak para ve borçlanmayla Türkiye bunu örtüyor. Yara içeride büyüyor. Japonya'da on yıllık faiz yüzde sıfır noktadır. Yani sıfır gibi. Türkiye'de yıllık fazi yüzde on. Buna kim dayanır. Birileri Türkiye'nin bütün kanını emiyor.

Turkuaz Hareketi partileşecek mi?

Hayır. Bir parti çalışması içinde değiliz. Fikir çalışmamız var. Güncel konuları takip ediyoruz. Türkiye üzerine fikirler, sistemler üretiyoruz ve bunları güncelliyoruz.

“AKP, AÇIĞIM OLSAYDI BENİ İDAM EDERDİ

Sizin de Belediye Başkanlığı dönemine ilişkin yolsuzluk iddialarına adınız karıştı. Yargılandınız. Sizin adınız neden geçti?

Benim başkanlığım döneminde birçok teftişler geçirdim. Teröre benzetmiştim bu sıkı denetimleri. O kadar yoğun bir teftiş hali vardı ki bundan önceki hükümet döneminde. Bu Erdoğan'a yönelikti. Parti kurma aşamasında olduğu için. Bizim üstümüzde bir baskı vardı. Varsa birşey bulun ama işbirliği beklemeyin demiştim. Sayın Erdoğan'ın kurban verilmesini bizden istemişlerdi. Sonra teftişlerin yönünü değiştirdiler. Bize okları yönelttiler. Bir sürü aslı astarı olmadık konuları intikal ettirdiler adliyeye. Beraat ettim. Şu anki hükümette aleyhimizde birçok şeyi araştırdı. Sadece önceki hükümet değil şimdi ki hükümette beni araştırdı. Bakanlık ve Belediye müfettişlerini seferber ettiler. Önceki hükümetten daha az değildi bunların bana karşı yaptıkları araştırmalar.

Sizle alıp veremedikleri ne?

Muhalif açıklamalar yapınca, tenkit edince açığımı yakalamaya çalıştılar. Toplu iğne ucu kadar bir açığım olsaydı idam cezasını geri getirir beni idam ederlerdi.