İslamcılık tartışmalarına farklı bir perspektifden bakan yazar Esat Arslan, AK Parti ve İslamcılık krizini H. Kübra Kocaoğlu'na anlattı.
Abone olH.KÜBRA KOCAOĞLU
TWİT-ÜL HAVADİS
Geçen hafta Star Gazetesi'nde yayınlanan AK Parti, Sekülerizm, İslam makalesiyle dikkatleri çeken, İslamcılık tartışmalarına farklı bir yerden bakan yazar Esat Arslan'la İslamcılığın içinde bulunduğu durumu, AK Parti- İslamcılık tartışmalarını masaya yatırdık.
İSLAMCILIĞIN BELKİ YÜZYIL TARTIŞILMASI LAZIM
- AK Parti, sekülarizm, İslam isimli makalende AK Parti ve İslamcılık meselesine biraz daha farklı bir yerden yaklaşıyorsun. Son dönemde yeniden gün yüzüne çıkan İslamcılık tartışmalarına bakış açın nasıl?
Daha önce 2012'deki tartışma neredeyse tamamen entelektüel bir tartışmaydı, entelektüel sorunlara yönelmişti. Çok da hayırlı bir tartışmaydı. Şu andaki tartışma anladığım kadarıyla siyasi hedef güdülerek başlanmış bir tartışma. Ne niyetle başlamış olursa olsun bu konunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Hatta belki yüzyıl boyunca tartışılması lazım. Bugün tartışılmasının gereği iki temel krize dayanıyor.
- Nedir bu krizler?
1- Küresel ölçekli bir terör örgütü olan IŞİD'in " ben dinin temel kaynaklarından hareketle birşeyler yapıyorum" demesi. Bu sorgulanması gereken bir süreç.
2- Benim hala İslamcı olarak tanımladığım AK Parti iktidarı ağır bir kriz yaşıyor. Bu sebeple de bunun siyasi rant elde etmek için değil ama "bu krizi nasıl çözmeliyiz? sorusuna yönelik tartışılması gerektiğine inanıyorum.
IŞİD GELENEĞİMİZİN KARİKATÜRÜDÜR
- IŞİD'le silahlı bir mücadele sürüyor. Fakat IŞİD'in islamcılığa verdiği zararla nasıl başedilecek sence?
IŞİD bizim geleneğimizin ‘karikatürüdür.’ Ama bizim ‘geleneğimizin’ karikatürüdür. Argümanlarını geleneksel fıkıhtan alıyorlar. Ortaçağlar için kabul edilebilir sayılmış bir şiddeti IŞİDçiler bu çağda en vahşi ve en ölçüsüz bir şekilde hayata döküyorlar. Bizim bugün bu unsurları geleneğimizden tasfiye etmemiz zorunlu. Ve zaten Kuran’da bu şiddete hiçbir dayanak bulamazsınız.
AK PARTİ İSLAMCILIĞIN TEMEL MOTİVASYONLARINDAN VAZGEÇMEDİ
- AK Parti kriz yaşıyor dedin. AK Parti'nin yaşadığı bu krizin nedenleri nedir?
AK Parti'nin iktidara gelişinin hikayesi 28 Şubat. 28 Şubat'taki askeri müdahale, bir yandan askeri müdahale olduğu için haksızdı fakat bir yandan da bizim İslami siyasi oluşumların siyasal zihniyeti alabildiğine arkaik bir durumdaydı. İnsanlarda rıza yaratma potansiyeli olmayan bir anlayıştı. Hatta o siyasi anlayışı sırf kendi cemaatlerimizde uygulayacak olsaydık bile çok ciddi kriz doğururdu. İktidar adayıysanız bu siyasi anlayışla iktidar olamazdınız. 28 Şubat'tan sonra AK Parti kendi siyasal zihniyetini sorgulama ve özeleştiri çabasına girdi. O özeleştiri sürecinden sonra beşeri egemenlik alanıyla ilahi egemenlik alanını birbirinden ayrıştırdı. "İlahi egemenlik alanında hakim Allah'tır fakat beşeri egemenlik alanında demokrasi geçerlidir ve biz de demokrasiyi uygulayıp herkese rıza yaratmaya çalışan bir siyaset güdeceğiz" diyerek yola çıktı. Bu aslında bir geri adım atış.
- Neden geri adım atış?
Biz işte İslam fıkhını uygulayacağız demekten bir geri adım atış. Muhafazakar demokrat bir kimlik de edinildi. Fakat İslamcılığın temel motivasyonlarından vazgeçmediler.
DAVUTOĞLU'NUN MERKEZ ÜLKE PROJESİ İSLAMCI BİR PROJEYDİ
Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik Derinlik gibi, Küresel Bunalım gibi, o dönemde daha AK Parti iktidar olmadan önce yazılmış kitaplarına bakacak olursak şunu söylediğini görürüz: Bizim hedefimiz merkez ülke olmaktır. Askeri ve ekonomik güce dayanmayan, kültürel güce, rıza yaratmaya, barış yaratmaya dayanan, küresel bir cazibe yaratmaya dayanan bir merkez ülke olmaya çalışıyoruz. Fakat bu böyle basit bir siyasi hedef değildir, merkez güç olabilmemiz için bizim bir merkez kimlik ve merkez düşünceye de sahip olmamız gerekir, diyor. Merkez düşünceye sahip olmak şu: Batıya ve Doğu'ya tevarüs edebilen bir kimlik. Bu çok önemli. Bu bir anlamda "İbni Sina ve Heidegger'i tek kitapta toplayacağız ve buradan yeni bir sentez çıkaracağız" demektir. Bu talep devam etti. Bunu çok rahat görebiliriz.
En basitinden Diyanet Fuarı'na gidip de neler yazılıyor burada, diye baktığımızda böyle bir talebin gerçek olduğunu görürsünüz. Özellikle de Bilim Sanat Vakfı'nın kitaplarına bakarsanız bir yanda Batı kaynaklı toplumsal düşünce eserleri durur, bir yanda mesela İbn Sina, İbn Rüşt, Farabi gibi insanların eserleri durur. Bunları beraber hazmetmeye çalışan bir anlayış var. Bu İslamcı bir proje.
İBN ARABİ İLE DERRİDA'YI BİR POTADA ERİTEBİLİRİZ
- Peki bu İslamcı projenin geldiği nokta nedir?
Şu anda biz hala teorik olarak merkezi bir düşünceyi üretebilmiş değiliz. Hala örneğin İbni Arabi'yle Derrida'yı tek bir potada eriten bir düşünceye sahip olabilmiş değiliz. Ama geleneğimiz buna müsait mi? Müsait. Çok sağlam hatlar var.
- Mesela?
İmamı Rabbani ve Derrida arasında çok sağlam bir hat vardır, bu basit bir benzerlikten ibaret değildir. Mevlana ve Nietzsche, İbni Arabi ve Hegel arasında çok sağlam hatlar vardır. Ya da İbn Teymiye’yle Adorno arasında… Bizim Şafi- Hanefi çizgisi ile Kıta Avrupasının hukuk geleneği arasında çok sağlam bir hat vardır, Hanbeli-Maliki çizgisiyle de İngiliz Anglo Sankson geleneği arasında hat vardır. Biz eğer bu merkezi kimliğe ve düşünceye sahip olma çabasını ciddiye alıp yola çıkacak olsaydık aslında Doğu'yu ve Batı'yı birleştiren bulabileceğimiz çok sayıda hat olacaktı. Bunu yapmayı beceremedik.
- Neden peki?
Bu kitaplar yan yana durdu fakat bu kitaplar tek kitapta birleşemedi. Çünkü o formasyonu kazandırmadık. Bir kısım insanlarımız Batı'ya odaklandı bir kısım insanlarımız İslam geleneğine odaklandı. Ve bunların arasında bağlantı kurmak pek nasip olmadı. Bazı istisnai figürler var ama onlar da sentez mantığında değiller.
GELENEĞİMİZİ HAKLI ÇIKARIYORSA HEIDEGGER OKUMAYI SEVİYORUZ
- İslamcıların Batı kaynaklı düşünürleri referans alarak fikir beyan ettiklerine çok sık rastlıyoruz ama?
Evet, biz geleneğimizi haklı çıkarmak için Heidegger okumayı çok seviyoruz, Foucault’yu bile okurken geleneğimizi haklı çıkarmak üzere okumayı seviyoruz. Yani Foucault geleneğimizi haklı çıkarsın da, nasıl çıkarırsa çıkarsın. Gerisi? Gerisi bizi ilgilendirmez demeye geliyor bu. Mesela onun düşüncesinin merkezinde duran ‘kendi kendini yaratan insan’ modeline hiç dokunmuyoruz. Bu seçmecilik aslında çok hayati bir kriz.
- İslamcılar kendi içlerinde birbirilerini ne kadar dinliyorlar?
Bizim İslamcı cenaha bakacak olursak, büyük bir mezhep taassubu var, gelenekçilerimizde de modernistlerimizde de. Birbirilerine saldırıyorlar, birbirilerinin eleştirilerine kulak tıkıyorlar, kendi söylemlerinin sahip olduğu kriz noktalarının farkında bile değiller. Fazlurrahman'a sadık kalarak Şafi ile irtibat kurabilmek mümkün değil. Bu doğru değil, burada yanlış olan birşeyler var.
Ben müslümanım diyen insanın her söze kulak vermesi lazım. Bu Kur'an'ın da bir idealidir. Zümer suresinde çok net söyler bunu: "Müslüman her söze hakperestlikle kulak verir ve bunların en güzeline uyar" der. Ama bizde şu anda her söze kulak verme yeteneği yok, en ufak bir eleştiriye damga vuruyoruz, etiket yapıştırıyoruz. Buradan da insanlığın hayrına birşey çıkmıyor.
AK PARTİ BARIŞINI SAVUNMAK CAZİBESİNİ KAYBETTİ
- AK Parti'nin merkez güç olma idealine dönecek olursak, bunun gerçekleşebilmesi için en önemli faktör neydi?
Pratik… Herkesin gözü önünde olan AK Parti, merkez güç olacaksa rıza yaratmak zorundaydı. Sadece Türk halklarında değil, uzun soluklu düşünürsek Avrupa, Amerika, Çin, Hindistan halklarında da rıza yaratan bir politika izlemesi lazımdı. Komşularla sıfır sorun politikası, moderatörlükler, Kürt açılımı, bir türlü başlayamayan Alevi açılımı, Ermenilerle dostluk kurulmaya çalışılması, Hıristiyanlara haklarının iadesi, vs bunların hepsinin temelinde bu düşünce vardır.
Anladığım kadarıyla 2011'e geldiğimizde bu barış projesi zirvesindeydi. Rıza yaratabiliyordu. Dışarıdan insanlar ibretle bakıyordu AK Parti'nin yaptıklarına. O dönemde büyük devletlerin liderlerinden övgü dolu sözler geliyordu, bunların bir kısmı hayranlıktan bir kısmı kıskançlıktan, bir kısmı da elbette ki pohpohlamak için söylenen sözlerdi.Ama bir başarı vardı. Fakat siyasetin gerçekleri ve insanların hataları öyle bir yere getirdi ki hadiseyi, şu anda AK Parti barışını savunmak, bulursa, sadece AK Parti cemaatinde bir yankı bulur. Ne Aleviler, ne Kürtler, ne Almanlar, ne Fransızlar'da bir cazibe yaratmaz.
- 2011'de yaşanan Arap Baharı'nın etkisi oldu mu bunda?
Arap Baharı öyle bir kaos yarattı ki; başımızda Bismark dahi olsa zorluk çekerdik. Ama hatalar oldu. Ondan sonra her şey birbirini takip etti ve bugünkü duruma geldik.
İSLAMCILIĞIN ÖLMESİ MÜMKÜN DEĞİL!
- İslamcılığın bugün içinde bulunduğu krizden çıkması mümkün mü? Yoksa İslamcılık öldü mü?
Konuyu genişleteyim. Benim iddiam şu; eğer biz geleneğimizi esas alacaksak ve geleneğimizden hareketle bir siyasi teşekkül içine gireceksek, bu teşekkülün dünyanın herhangi bir tarafında tutma şansı yok.
Ama eğer biz Kur'an'ı merkeze alacaksak ve Kur'an'a gereken özeni göstererek Kuran’ı okuyacaksak, Kur'an'dan öyle bir siyasi oluşum çıkarabiliriz ki bu Doğu'da ve Batı'da yeryüzünün bütün vicdanlı insanlarında ma’kes bulur. Bu yüzden Kur'an'ın potansiyeli buysa İslamcılığın ölmesi mümkün değil diyorum.
Bunu dolaylı bir yoldan destekleyebilirim: Avrupa'nın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamlarından birisidir Bismark. Bismark Kur'an'ı okuyor, ama bizim geleneğimizin usulleriyle okumuyor. Descartes’ı Shakespeare’i nasıl okuyorsa Kuran’ı da öyle okuyor. Ve şöyle bir cümle ediyor: Kur'an bizim problemlerimizi çözer. Bismark Avrupa'da sosyal güvenlik yasasını hayata geçirir ve işçilere güvenceler sağlar. Muhtemeldir ki zekattan ilham almıştır. Avrupa'da o esnada bu düşünce yok. Avrupa'nın gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçılarından İngiliz Bernard Shaw, liberal sosyalizan eğilimi olan bir adamdır. Ve Shaw "Kur'an bizim dertlerimize dermandır. Beni de Muhammedi sayabilirsiniz" diyor. Shakespeare okur gibi Kur'an okuyor. Ve bunları söylüyor. Yani Kur'an'da böyle muazzam bir potansiyel var, fakat biz onun farkında değiliz.
KUR'AN'I MEZHEP TAASSUPLARIMIZA ALET EDİYORUZ
- Kur'an'da böyle bir potansiyel olduğunu kimse inkar edemez. Bunun yanında yanlış yapılan başka birşeylerin de olması gerekmiyor mu?
Biz onu mezhep taassuplarımıza alet ediyoruz. Yeni açılımlara asla izin vermiyoruz. Hele ki biri bizim tefsir usulümüzde yeri olmayan bir yöntemle Kur'an'a yaklaşmaya çalışırsa birisi hemen bariyer koyuyoruz ve dışlıyoruz. Tarihselcilere bunu yaptılar, hermeneutikle, yorumsamayla Kur'ana yaklaştıkları için karşı koydular. Ama geleneksel okuyuştan da çağımız için barış çıkmıyor. Oysa Kur'an 21. asra doğrudan hitap edebilen ve bu çağa barış vaat eden bir kitap her yönüyle.
Bu sebeplerle İslamcılığın ölebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Biz müslümanlar kaybedebiliriz, biz müslümanlar köhneleşebiliriz, biz müslümanlar yanlış kavrayabiliriz ama Kur'an'ın kaybetmesi mümkün değil.
- Peki İslamcıların gelenekten kopması mümkün mü?
Ben gelenekten kopalım demiyorum. Bizim tarihselcilerimiz Fazlurrahman gibi Cabiri gibi çok büyük alimlerimiz var. Bunlar modernist ve tarihselci alimler, çok değerli işler çıkartıyorlar. Ama onların çıkardıkları işler de şöyle bir problem doğuyor, onlar diyor ki “geleneği terket kardeşim.” "Kur'an atalar dinini reddediyor ve gelenekçilikle bu iş olmaz" diyebiliriz, bu doğru. Gelenekçilikle olmaz, geleneği çatır çatır eleştirmemiz de gerekir bu da doğru, ama gelenekten kopmamıza, geleneğimizin büyüklerini reddetmemize gerek yok. Bu onlara zulüm olur. Haksızlık. Ve zaten geleneğimizin büyüklerinden hala hikmet devşirebiliriz.
BİZİM GELENEĞİMİZDE TARTIŞMANIN HAKİMİYETİ VARDIR
Geleneği eleştirmek ve gelenekten kopmak arasında şöyle bir fark var; bizim geleneğimiz hiçbir zaman dogmatik bir fikrin hakimiyeti olarak işlemedi. Bizim geleneğimiz bir tartışmanın hakimiyeti olarak işledi. Fıkıhtan örnek vereyim. İmam Malik Ebu Hanifenin fikirlerini cerh eden fikirler söyler, İmam Şafi hem Malik’in talebesidir hem Ebu Hanife’nin talebesidir ve ikisini de cerh eden fikirler söyler, kendi sistemini kurar. Şatıbi çıkar arkadaşlar hepinizde bir yanlış var der başka bir şey söyler. Fıkıh geleneği dediğimiz böyle bir gelenek. Kuranı ve sünneti çağımıza nasıl intibak ettireceğiz, fıkıh bu tartışmanın hakimiyetindedir. Yoksa fıkıh bir fikrin egemenliği değildir. Bu tartışma geleneğini özellikle Osmanlılar zamanında ve Cumhuriyet sonrası dönemde dondurduk. Ama eğer geleneğimizi yaşatmak istiyorsak bu tartışmayı canlandırmamız lazım.
Bir yandan evet eleştireceğiz ama bir yandan da büyüklüklerini tasdik edeceğiz ve bunların bağrından sahip oldukları hakikat çekirdeklerini tevarüs edeceğiz. Bir geleneği gerçek anlamda yaşatmak böyle oluyor.
- Küresel İslamcılık ve Türkiye'deki İslamcılık anlayışı arasındaki farklar?
Bizde pragma çok hakim. Bizde büyük İslam teorisyeni, düşünürü çıkmıyor. Ama bir siyaset çıkabiliyor. AK Parti bunun bir örneğiydi. Bunun tabi çeşitli sebepleri var. Mısır'dan, Tunus'tan İslam düşünürleri çıkıyor dünya bunları okuyor. Ama bizden çıkmıyor.
OSMANLI'DAN BİR DÜŞÜNÜR ÇIKMADI
- Niye çıkmıyor sence?
Emin değilim ama Osmanlı'daki medrese geleneğiyle alakalı olabilir. Osmanlılarımız dünyanın her yerinden hikmet tevarus ettiler. Ama bu tevarüsün sonucunda medeniyete mal olmuş bir düşünür çıkmadı. "Ebu Hanife ayarında bir alim çıkardı" diyemiyoruz. Osmanlı geleneğinde tasavvufun ve otoriteye itaatin çok büyük bir yeri var. Bir şeyh bağlısı olduğu bir şeyhin fikirlerini yaşama dökmekle ve gelecek nesillere intikal ettirmekle mükelleftir, değiştirmekle, geliştirmekle, dönüştürmekle değil. Ebussud Efendi’nin bir sözü var: “Söylenebilecek olan her şey söylendi” diye. Fıkıhçılarımız da Ebu Hanife'nin görüşlerini tevarüs etmekle sınırlı, yani gücünü otoriteden ve gelenekten alan bir anlayış gelişti. Osmanlılarda karanlıkta düşünebilen bir düşünür bulamamamızın nedenlerinden biri bu. hiyerarşi, adab ve otorite kültürü.
İSLAMI YENİ KUŞAKLARA AKTARMADA ZORLUK ÇEKERİZ
- İslamcılık senin deyiminle krizleriyle yüzleşmezse nereye doğru gider?
Biz bugüne kadar sahip olduğumuz İslami birikimin krizleriyle yüzleşmemize gerek olmadığı için, bunları yeni kuşaklara aktarmakta sıkıntı çekmiyorduk. Şu anda öyle bir duruma geldi ki bu krizler kendini dayatıyor, eğer bunlarla yüzleşmezsek, gerçekçi çözümler peşinde olmazsak, yani bu kriz durumunu bir yaratıcı atılıma çevirmezsek İslam’ı yeni kuşaklara aktarmakta zorluk çekeriz. Ben son 2 yılda dindar ailelerin içinden 6 tane dinden dönme hikayesi duydum. Benim için çok fazla.
"Yaşama, insanlığa, yeryüzüne katkı sunacak, insanlarda bir cazibe oluşturacak bir İslami söylem mümkün müdür değil midir, bunu nasıl yaratabiliriz?" bunun peşinde koşmamız lazım. Bir yandan birbirimizi eleştirirken bir yandan bu ideali kovalamamız lazım. Benim iddiam Kur'an da bu potansiyelin olduğu yönünde. Kur'an 21. y.y’a barış getirir.
KUR'AN'IN HERKESTE RIZA YARATACAK POTANSİYELİ VAR
- Şeriat Mekke'de Tamamlandı kitabı bize neyi anlatıyor?
Tamamen Kur'an'dan idealler türetebiliriz, başka bir şeye müracaat etmeden. Ve bunlar öyle güzel ideallerdir ki inansın inanmasın herkeste rıza yaratabilecek potansiyele sahiptir. Hz. Peygamber mesajını ilk vermeye başladığında diyordu ki. “siz benim bu sözlerimi kabul edin, İranlılar ve Romalılar arkanızdan gelecektir.” Çok net bunu söylüyordu. Mekke hayatının daha başında bunu söylüyordu. Daha sonra Hz. Ömer zamanındaki futuhattan sonra İran ve Roma halkları niye müslüman oldu? diye sorduğunuzda bu insanlara herhangi bir baskı uygulanmadığını görüyoruz. Kendi dinlerinin yozlaşmışlığı karşısında İslamın o taptaze değerleriyle karşı karşıya kaldıklarında büyüleniyorlar ve müslüman oluyorlar. 7. asırda böyleydi, 21. asırda böyle midir? Bence böyledir. Bunu anlatmaya çalıştım.
- Peki kitap Medine dönemini nereye koyuyor?
Kur'an bir bütün. O kitaba "Şeriat Mekke'de Tamamlandı" şeklinde başlık vermemin, Mekke'yi öne çıkarmamın, Medeni surelere bir iki pasaj hariç yer vermememin nedeni şu: biz müslümanlar şeriatı kavramaya çalışırken Medeni surelere bakıyoruz, orada da 500 tane ahkam ayetini seçiyoruz. "İslam şeriatı budur" diyoruz. Bu önyargının bir örneği Gazali'dir. Mustasfa isimli bir kitabı vardır. Fıkıh usulünün klasiklerinden. Orada “bir fıkıhçıya lazım olan 500 tane hukuk ayetidir” der. Benim dediğimse şu: biz bu sınırlama yüzünden şeriatı yanlış kavrıyoruz. Şeriat 500 ayetten ibaret değil. Mekke döneminin hiçbir şekilde farkında bile değiliz.
Bu önyargı hiç olmaması gereken Seyyit Kutup'da bile var. Diyor ki “Mekke döneminde sadece La İlahe İllallah öğretildi başka da birşey öğretilmedi”. Bana göreyse Allah bütün değerlerini Mekke dönümde toplumuna sunmuştu. Bu kitabın Mekke ayetlerine odaklı olması ve isminin Şeriat Mekke'de tamamlandı olmasının sebebi bu, Mekke dönemini öne çıkarmak. Ve Şunu söylemek " Bakın ahkam ayetlerini, 500 ayeti okuyacaksak bu ışıkta okuyalım.” Ve iddiam şu: 7. y.y'da Mekke döneminde indirilmiş bu ayetler aslına bakarsanız 21. asırda bizim sahip olmamız gereken değerlere de işaret ediyor.
30'A YAKIN FİLOZOFLA KUR'AN ARASINDA BAĞLANTI KURDUM
- Şeriat Mekke'de Tamamlandı nasıl ortaya çıktı?
"Şeriat Mekke'de Tamamlandı"yı mümkün kılan şeylerden bir tanesi Kur'an'a odaklanmamdır. Bunlardan bir tanesi de Seyyit Kutub'un "cahiliyyedir" dediği Avrupa ve Amerika düşüncesini elimden geldiği kadar anlamaya çalışmış olmamdır. Çünkü eğer Foucault'nun bioiktidar kavramını bilmeseydim ben Firavun'un kadınları hayatta bırakma eyleminin ne kadar önemli birşey olduğunu anlamazdım. 30'a yakın filozofla Kur'an ayetleri arasında bağlantılar kurdum. Cahilliye düşüncesindeki hikmeti devşirerek Kur'anı okumaya çalışıyorum. Kitabımın mesajlarından biri de bu. Hikmeti nerede görürsen gör tevarüs et. O Allah’ın malıdır.
PEYGAMBERİMİZ DÖNEMİNDE EVLİ EŞCİNSELLER VARDI!
- Kitabında Peygamberimiz döneminde evli eşcinsellerin olduğundan ve İslam'ın eşcinsellere bakışından da bahsediyorsun. Bize biraz anlatır mısın?
Hem ayetlere hem peygamberin hayatına referansla konuşuyorum bu konuyu. Böyle bir hak varmış fakat biz daha sonrasında hazmedemediğimiz için örtmüşüz üzerini. İnsanın onuruyla yaşaması, insana saygı duyulması bunlar çok önemli şeyler. Eğer onuruna saygı duyulmuyorsa bu çok büyük ızdıraptır. Varsayalım ki onlar müşrik, varsayalım ki onlar Luti, Yine de Kur'an'da müşriklerin hakları bellidir. Çok nettir. Allah bunu Mümtehine Suresinde söylüyor: “Size düşmanlık etmeyen sizi yurtlarınızdan çıkarmaya çalışmayan müşriklerle dost olabilirsiniz” diyor. Tevbe suresinde; "Sizinle ahitleşmiş ve ahitlerinde sadık kalan müşriklerle anlaşmanızı devam ettirin" diyor. Dolayısıyla Kur’an’ın müşriklere karşı tavrı bellidir. Kuran sömürü ve baskıyı kaldırır fakat hiçbir zaman müşrikleri ezmeye ve hakir görmeye çalışmaz. Yaşam biçimlerine de karışmaz.
EŞCİNSELLER BİR ALEVİ BİR KÜRT'TEN DAHA MAĞDUR YAŞIYOR
- Helak edilmiş bir Lut kavmi var?
Ama Şuayb’ın kavmi de kapitalizm yüzünden helak edilmiş. Onu nereye koyacağız? 13 yıldır kapitalizm uyguluyoruz biz. Evet Lut Kavmi helak edildi. Eğer eşcinselliğin Lutilik olduğuna inanıyorsanız bunu Lut Peygamber gibi söylersiniz: “Helak olursun, Allah azap verir” dersiniz ama saygı duyulması ve özgürlük alanlarına müdahale edilmemesi lazım.
Bizim hadis kitaplarımızın kenarında kıyısında duran bir tane Hünsa (transeksüel) var. Hünsa olduğu söylenen bir adam. Bir adam Peygamberimize "bu adamı öldürsene" demiş. Peygamberimiz'de ona "Ben La ilahe illallah diyen bir adamı öldüremem" demiş. Ben bu adamın kim olduğunu sorguladım. Karşıma şöyle bir manzara çıktı: Vakıdi'nin siyerinde şöyle geçiyor "Mati ve Hit adında iki eşcinsel müslüman köle vardı. Bunlar evlilik hayatı yaşıyordu. Ve kimse bunlara zarar vermiyordu". Ki bir siyer kitabı hadis kitabından önce gelir. Çünkü biz Siyer’de Hazret-i Peygamber’i tanırız. Sonra döner hadis kitaplarında “Hazret-i Peygamber ne söylemiş?” diye bakarız. Kur'an'da da ben bu konuya bir dayanak bulabiliyorum. Bu tefsiri burada uzun uzun aktarmayacağım. Bunları bulduktan sonra da diyorum ki "biz bunu yitirmişiz, unutmuşuz, ama bu çağımız için çok büyük bir problemi çözüyor. Şu anda eşcinseller bir Alevi'den bir Kürt'ten daha mağdur yaşıyorlar. Sığınacakları hiçbir yer yoktur, aileleri bile reddeder onları. Ve Allah mağdurların yanındadır.