Çünkü Ağaoğlu Ali, ilk insanın on binlerce yıl önce başlattığı “ev” serüvenini günümüz dünyasında “mini saraylar” statüsüne taşıyan isimdir…
Abone olAtalarımız, “ahrette iman, dünyada mekân” demişler…
İlk insan da önce “barınak” yaptı kendisine “mekân” olarak…
Hem olumsuz tabiat şartlarından korundu, hem de yabani hayvanların saldırılarından…
Ve sonra…
O ilk “barınak”lardan on binlerce yıl sonra sürekli bir evrim yaşandı…
En muhteşem evrimi işte “barınaklar” gerçekleştirdiler…
Ve …
Bugünkü “Ev”lere dönüştüler…
Barınakları ev dönüştüren evrimcilerin ve inşaat alanımızdaki devrimcilerin en önde gelenlerinden birinin Ali Ağaoğlu olduğu Türk “Konut” piyasasında genel kabul gören bir tespittir artık…
Çünkü Ağaoğlu Ali, ilk insanın on binlerce yıl önce başlattığı “ev” serüvenini günümüz dünyasında “mini saraylar” statüsüne taşıyan isimdir…
Yüzlerce odası olmayan ama bir sarayın belirli bölümlerinde olan konforun çok daha fazlasına sahip “Yuvalar” üreten isim…
Onun için olsa gerek rakipleri onun için “Hızlı konut üreticisi” deseler de O, mütevazılık yapmadan, büyük bir özgüvenle “ben yaşam mimarıyım” diyor, diyebiliyor…
Gelin biraz geri dönüş yapalım…
Kısa bir zaman öncesine gidelim hafıza denilen kişisel arşivimizde…
Bizlere (orta sınıf ya da daha yukarısı) “İşte sizin eviniz” denilen dönemlere…
Genelimizin “ev” denildiğinde aklımıza gelen “nohut oda bakla sofa” korunaklarına…
O dönemde “ev” deyince içinde huzur veren, her şeye sahip bir mutfağı ve de tertemiz bir banyosu olan apartman daireleri “hedef” bile değildi bizler için…
Daha sonraları alnına birkaç sıra beyaz fayans döşenmiş ve bir de kaba bir evye yerleştirilmiş mutfak ile dört duvarı yarıya kadar 15x15 beyaz fayansla kaplanmış; beyaz klozeti, duvara asılı plâstik (önceleri pik) rezervuarı ile hepsi bir örnek Komünist Sistem Dairelerini “Ev” sandık…
O projelerin altına “Mimar” diye imza atanlara kız vermek için birbirimizle yarıştık…
Benden daha eski kuşağın kızları işte o mimarlardan koca kapmak istedik kendimize…
Çünkü o mimarların daha iyilerini görmemiştik…
Ve bugün…
O gün gönül verdiğimiz nohut oda bakla sofa mimarları mimarsa günümüzde Ali Ağaoğlu’nun konutlarını çizenlere ne diyeceğiz?..
“Mimar Tanrı” mı?..
“Tanrı Mimar” mı?..
Çünkü…
O gönül verdiğimiz mimarların projeleri ev ise Ali Ağaoğlu’nun bugün inşa ettiği, “çağın gereklilikleri ile donatılmış akıllı evler” birer “cennettir”…
Kapısından içeri adımızı attığınızda “işte benim yuvam” diyebileceğiniz ve dalları sarkmış Tuba ağaçlarını her an görebileceğinizi hissettiğiniz İrem bağları…
Huzurun sürekliliği, mutluğun yıldızlaştığı “yaşam alanları”…
Her şeyiyle huzur bulacağınız odalar, salonlar, banyolar, mutfaklar…
Tek oda-salon olabileceği gibi “çok oda salon” da olabilen “huzur cennetleri”…
Peki kim bu Ağaoğlu Ali?..
Nereden gelir?..
Nereye gider?..
Söyleyeyim:
İnşaatçı bir aileden geliyor…
Çocukluğundan itibaren hayatı bugüne kadar hep şantiyelerde geçiyor…
Ama…
Öyle bir an geliyor ki; babasıyla “inşaat üretim anlayışları” çatışmaya başlıyor…
Oğul Ali Ağaoğlu; baba Mithat Ağaoğlu’dan ayrılıyor…
İç denizden açık denize çeviriyor rotayı…
Açık denizler de kesmeyince okyanuslara yelken açıyor…
İşte şu anda okyanusların en özgür yelkencisi O…
Her konuda “özgür”…
Topluma kapalı yaşayan zenginlerden değil yani…
Özel şoförü olmayan zengin…
Arabasını kendi kullanan zengin…
Lâf aramızda…
Sahip olduğu arabaları bir şoföre vermek de pek akıl kârı olmasa gerek hani…
“Özgür” dedim de aklıma geldi…
Sevgilisiyle kahvaltı yapmak için insanların olmadığı bir mekâna saklanmayan bir zengin hem de…
Ve…
Bir söyleşide dediği gibi:
Sevgilisiyle Bebek'te kahvaltı yaparsa, 3-5 gün de ameleleriyle yemek yer…
Ve…
İşte bu özgürlüğü nedeniyle de herkes çok sever Ali Ağaoğlu’nu…
Peki…
Türkiye’nin bu “en güçlü” konut üreticisinin kariyeri ne?..
Hangi kolejleri, hangi üniversiteleri bitirmiş?..
Yok yaaa…
Ne koleji?..
Ne üniversitesi?..
Liseyi bile bitiremedi…
İyi ki bitiremedi…
Neden mi?..
Bir fıkra ile bitireyim…
Karadeniz uşağı ufaklık ilkokulu bitirince, imam olan babasının yanında ibrikçiliğe başlar cami avlusunda…
Bir yandan da orta mektebe devam eder…
İmam babası her sorana “memleketin en büyük imamı olacak” diye övünür…
Ama öylesine zeki cingöz, atak ve cesaretlidir ki ufaklık; bırakır okulu İstanbul’a kaçar…
Bir hemşerisinin yanında inşaatlarda ameleliğe başlar…
Derken kalfa olur…
Derken usta…
Bir süre sonra yap-sat karşılığı küçük bir inşaat işi alır…
Ve…
“Yürü ya kulum!”…
Altmış yaşına geldiğinde ülkenin en varlıklı ve başarılı işadamlarından biri olur…
Altmışıncı yaş günü kutlamasında sadece Türkiye’nin değil Avrupa’nın, Amerika’nın, Japonya’nın en varlıklı, en gözde işadamları gelir kutlamaya…
Ve yüzlerce gazeteci…
Pasta kesilmeden önce Holdingin CEO’su patronunu anlatan bir konuşma yapar…
Herkes hayran olur yeteneklerine ve yükselişine…
Ve CEO konuşmasını tamamlar…
“Biliyor musunuz ki bizim sayın patronumuz ilkokul mezunudur!”…
Önce büyük bir sessizlik…
Sonra “vaaavvv, bravooo!” sesleri…
Ve bir ses yükselir kalabalığın arasından:
“Hiç tahsil yapmadan bu kadar başarılı; bir de okusaymış kim bilir ne olurmuş?”
Patron, CEO’nun elindeki mikrofona yaklaştırır dudaklarını:
“İmam olurmuş”…