Ağaç Olmayın, Reverans Yapın!
Saat sabahın 6’sı...
Çocuğu, terminalden yolcu etmek üzere yola revan oluyoruz.
Sabah ayazı insanın iliklerine işliyor. Sokak lambalarının ışıkları altından hızlı adımlarla, alaca karanlık kuşağını yararak ilerliyoruz.
İlerlerden mekânın sahibi köpeklerin sesleri geliyor.
Köpekler için kurtarılmış bölge olan yerdeyiz. Üzerinden geçtiğimiz köprünün altından geçen derenin sesi; havlamalar, hırlamalar ve mırlamalar arasında isyana dönüşemeden kayboluyor.
İnsan siluetini fark eden kolonideki köpeklerden bazıları havlıyor, bazıları hırlıyor. Jack London’ın Beyaz Diş’ini andıran bir kırma, vücudumuzda ısırılacak yerlerin keşfini yapıyor. Diğerleri, melezin talimatını bekliyor gibiler. Gözümün önüne, The Pack filminin sahneleri geliyor; irkiliyorum. Tepki verirsek üzerimize atılmaya hazır gözüküyorlar. Bir taş bulurum umuduyla etrafa bakınıyorum. Nafile, taşları bağlamışlar...
Çocuk, ‘Baba ağaç olalım’ diyor.
‘Evet evladım, köpekler ağaca tırmanamaz’ diyorum, sessizce.
Hırlayan itlere reverans yaparak saygımızı gösteriyoruz. Onlar da kuyruklarını sallayarak mukabelede bulunuyorlar. Kazasız belasız tehlikeli bölgeden uzaklaşıyor ve caddeye çıkıyoruz.
Bir fırının önünden geçiyoruz. Taze somun kokusu havayı kaplamış. Buğulanmış camlardan çalışanlar görünmüyor.
Çam ağaçlarının kara bulut gibi çöktüğü bir mezarlığın yanından duamızı ederek geçiyoruz.
Her adımda fecr, kendini biraz daha belli ediyor ama ortalıkta hala bir hareket yok. Ayak seslerinden ürken bir alaca kedi, karanlığı bir ok gibi yararak caddenin karşısına atılıyor.
Büyükçe bir camiye yaklaşıyoruz. Camiden yayılan nur ve sabahın verdiği sekinet, insana uhrevi bir haz veriyor.
Acelesi olduğu belli olan birkaç köpek yanımızdan seğirterek uzaklaşıyor. Belli ki, bizimle ilgilenmeyecekler. Biz, onlara da gereken saygıyı gösteriyoruz.
Cadde boyunca birkaç araç geçiyor. Sürücüleri şaşkın bakışlarla, telaşlı yürüyüşümüzü anlamlandırmaya çalışıyorlar. Geçtiğimiz o büyük cadde boyunca, o çokça istihdam edilen ne bekçiye ne de polise denk gelmiyoruz. “Memlekette asayiş berkemal” diye düşünüyorum.
Caddeden başka bir sokağa dönüyoruz. Minarelerden ezan sesleri yükselmeye başlıyor. Müezzinin makamında okuduğu ezan, kalbimize inşirah veriyor. Birkaç vatandaş, sabah namazını eda etmek için camiye geçiyor.
Yiyecek bulmaya çalışmaktan bizar düşmüş iki köpek, caminin yan tarafında huşu içinde uyuyor.
Kimyasala maruz kalmış bir genç, güçlükle attığı adımlarla bir bankanın yanından yokuşu çıkmaya çalışıyor. Gencin Randall’a dönüşeceği endişesiyle, arkasından uzun uzun bakıyorum. Gözden kaybolunca rahatlıyorum.
Yürümekte olduğumuz caddede servis hareketliliği başlamış.
Caddedeki aydınlık, çöpleri ve insanların duyarsızlığını ifşa ediyor. Bir özel araç az ilerimizde duruyor, durakta bekleyen gence sesleniyor. Seslendiği kişi başkası çıkınca, kibar bir şekilde özür diliyor.
Terminale ulaşıyoruz. Öğrenci oldukları belli olan bir grup genç, dışarıda bekleşiyorlar. İçerde, gişe memurlarından bazıları sabah mahmurluğu üzerlerinde kahvelerini yudumluyor; bir kısmı da şehla gözlerle yolcularla ilgileniyorlar.
Çocuğu yolcu ediyorum.
Saat 7’yi geçmiş...
Eve doğru dönüşe geçiyorum.
Caddelere hareket gelmiş. Servis araçlarının telaşları, hızlarından anlaşılıyor. Korna sesleriyle fabrika ayarlarına dönülmüş. Duraklarda bekleyenlerin sayıları artmaya başlamış.
Süpürgeciler hummalı bir çalışmanın içine girmişler, şevk ve iştiyakla süpürgelerini sallıyorlar. En önce onların mesaisi başlamış. Erkencilerden bazıları da kuşlar. Sabah nafakaları için kaldırımlara inmişler.
Taşıdığı çanta kendi ağırlığına eşit bir çocuk, okuluna gidiyor. Tam caddenin karşısına geçecekken büyük bir köpekle burun buruna geliyor. Çocuk duruyor, köpek duruyor. Bir müddet birbirlerini süzüyorlar. Çocuk gerekli tazimi gösterince, köpek de büyüklük gösteriyor, yolu açıyor.
Mahallemizdeki köprüye geliyorum. Kolonideki köpeklerin çoğu bölgeden ayrılmışlar, çalışmaktan emekli olmuş fakat hayattan emekli olmamış birkaç kelp ve kedi kalmış, diğerleri belli ki işe gitmişler.
Kalanlar, kendi aralarında koyu bir muhabbete koyulmuşlar. İçlerinden biri, 5199 sayılı Hayvanları Korumu Kanunu’nda yapılan değişiklikten şekvacı. Zayıflıktan kemikleri sayılan, “Bu böyle gitmez, parti kuralım” diyor. Tek gözlü olanı, “Belediye başkan adayı çıkaralım” teklifinde bulunuyor. İçlerinden en semizi, “Ben ekmeğimi tastan çıkarırım” hırlamasıyla, bana göz kırpıyor. En çarpıcı teklifi kara kedi yapıyor: “Biz de Snowball ve Napoleon gibi hayvan çiftliklerini ele geçirelim.”
Köprüyü geçerken ben ikna olmuştum. Belediye başkanlarının Cumhurbaşkanımızın talimatlarını, neden yerine getirmediklerini daha iyi anlıyordum.