Adım adım Karadeniz turu (2)
İnternethaber seyahat uzmanı ve tatilin ayaklı google Alper Tekbaş Karadeniz izlenimlerine devam ediyor...
Fırtına Vadisi’nde bulunan Pınar Alabalık Tesisleri’nin sahibi
Yaşar Çavuşoğlu’nun ağırladığı konuklarına hoş bir sürprizi
de var. Tesislerde karnını doyurup, yorgunluğunu gideren misafirler
hemen yanıbaşında gümbür gümbür akan Fırtına Deresi’nin seslerine
nazire yaparcasına burada horon oynuyorlar.
Bölgenin yerel müzisyeni Mehmet Bey’in çaldığı tulum eşliğinde önce
Pınar Alabalık Tesisleri sahne alıyor. Bu coşkuya daha sonra
konuklar da katılıyor. Garsonların basit tarifiyle 5 dakikada
horonu kavrayan misafirler horon coşkusunu yaşıyorlar.
AYDER’DE BİR BARSELONALI
Fırtına Vadisi içerisinde yer alan binbir çeşit bitkiyi görerek
yol boyunca muhteşem güzellikleri takip ederek kendimizi
Karadeniz’in en güzel yaylarından birisi olarak bilinen Ayder
Yaylası’nda buluyoruz. Burada Gelintülü (Büyük) Şelalesi, Küçük
Şelale, Galer Düzü ve Şenlikdüzünü gezdikten sonra sevimli tesisde
bölgenin meşhur ürünü olan çayın aromatik tadına varıyoruz.
Kafilimize hizmet eden ilkokul öğrencisi İhsan Şaybay güleç yüzüyle
ve servisi aksatmamasıyla dikkat çekiyor. Küçük İhsan’a hangi
takımı tutuyorsun diye sorduğumda aldığım yanıt son derece ilginç:
Barselonayım…
SARP’IN SONU SELAMET
Küçük İhsan’la şakalaşıp hesabı ödedikten sonra otobüsümüze binerek tecrübeli kaptanımız Bilal Çalışkan’ın dikkatli ve titiz sürücülüğünde Gürcistan ile sınırımızı oluşturan Sarp Sınır Kapısı’na hareket ediyoruz. Bir yanda yeşilin her tonu ve sağ yanıbaşımızda yol boyunca bize eşlik eden Fırtına deresinden bir süre sonra ayrılıyor ve yeniden Karadeniz sahil şeridine çıkıyoruz. Belli bir zaman sonra TIR kamyonlarının sağ şeritten ağır ağır yol almaları adım adım Gürcistan sınırına yaklaştığımızı fısıldıyor. Sarp’a vardığımızda bir köyün yarısının Gürcistan’da yarısının ise Türkiye’de kaldığınını bir buruk hüzünle izliyoruz. Hele hele çıplak gözle Gürcistan tarafındaki plajdaki insanların yüzmesini görüyor olmamız sınırların çizdiği dünyada komşu ülkelerle bu kadar yakın bu kadar uzak olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
ÇAY BAHÇELERİNİN ORTASINDA BİR OTEL
Akşam vakitlerinde çay bahçeleriyle çevrili ve denize 100 metre
mesafede, hava kirlilği ve şehir gürültüsünden uzak, Sarp Hotel’de
buluyoruz kendimizi. Otelden deniz ve dağ manzarasını seyrederken
akşam yemeklerini almak için restauranta hareket ediyoruz. Zengin
çeşitli menüyle karnımızı doyuruyor bir yandan da hotelde canlı
yayın yapan piyanistin ezgileriyle güzel bir gecenin tadını
çıkarıyoruz.
KİM DEMİŞ KOCAMIZ ÇALIŞMAZ DİYE
Gece giriş yaptığımız Sarp Hotel’de sabah yaptığımız kahvaltının
ardından yine bize yol gözüküyor. Yavaş yavaş odalarımızdan
aldığımız bavulları İremtur’un maharetli hotsu Mehmet’in
yardımlarıyla otobüsün bagajına yerleştirirken Sarp Hotel’in hemen
yanıbaşındaki bahçede makasla çay kesen Karadenizli bir kadının
bize ‘hoşgeldiniz’ demesi dikkatimizi çekiyor. Kafilemizdeki
kadınların ayaküstü sohbet yaptığı bu güleç yüzlü kadına bir
fırsatını bularak “Kocalarınız size yardım etmiyor mu?” diye laf
atıyorum. Bir yandan çay kesip diğer yandan bize laf yetiştiren
kadın “Olur mu hiç öyle şey! Eşim Çaykur’da çalışıyor, bizler
tarlada” diye konuşuyor.
ANZER BALI’NIN ADI ÇIKMIŞ!
Karadenizli çay toplayan kadına veda ettikten sonra Solaklı
Vadisi’ne giriyoruz. Vadiyi takip ederek sırasıyla Dernekpazarı,
Çaykara, Taşkıran üzerinden Karadeniz’in olmazsa olmaz
görüntülerinden biri olan Uzungöl’e varıyoruz. Muhteşem manzaralar
eşliğinde 1090 metre yüksekliğindeki Uzungöl’ün eşsiz doğasında
rehberimiz Sait Bayram bizi bölgenin en meşhur bal üreticisi Recep
Hoca (Altınsoy) ile tanıştırıyor. Doğu Karadeniz yaylarında yaptığı
balcılıkla haklı bir üne sahip olan Recep Hoca’nın bu sefer elinde
Kestane ve Kır çiçeği balı var. Balın porfesörü Recep Hoca, dünyaca
ünlü Anzer Balı’yla kendi ürünleri arasında pek bir fark olmadığını
belirterek bize ayaküstü uzun uzun bal semineri verdi desek
yeridir. Usta balcıdan aldığımız balA sabredemeyip parmağımızı
çalıp da tadına baktığımızda farkı hemen hissediyoruz.
AKÇABAAT’TA BİR KÜLTÜR ATEŞESİ
Artık Recep Hoca’ya ve Uzungöle’e veda vakti. İstemeye istemeye otobüsümüze binerek bölgenin en meşhur tatlarından birisi olan Akçaabat Köftesi’nin tadına bakmak için hareket ediyoruz. Bölgede köfte deyince akla gelen ilk isim olan Ziyadem Kültür Park Tesisleri’ne geldiğimizde hiç abartmadan söylersek Avrupai bir tesisle karşılaşıyoruz. Burada bizi uzun yıllar başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde büyük firmaların işletmeciliğini yapmış olan Oğuz Azmi Tellioğlu karşılıyor. Görgü ve zariflik abidesi olan Tellioğlu, bize Akçabat köftesinin sırrını anlatmaktan kaçınmıyor.
”BİZ İNSANA YATIRIM YAPIYORUZ”
Dillere destan Akçaabat köftesinin ekmek, sarımsak ve etle
yapıldığını söyleyen Azmi Bey, işin sırrının elle yoğurma olduğunu
söylüyor. Tellioğlu’na her gün artan kapasitesi ve müşteri
kalabalığı ile bu işin bir zaman sonra fabrikasyona dönüşeceğini
hatırlattığımızda aldığımız cevap çok basit olduğu kadar da
anlamlı: Olsun biz de üç kişiyi daha istihdam ederiz… Konuşmamızda
kapatilazmin acımasız yüzüne meydan okuyup, insan unsuruna sürekli
vurgu yapan Azmi Tellioğlu kendilerinin bir sadece köfteci değil;
yemek kültürüne hizmet ettiklerini söylüyor. Ziyadem Kültür Park
Tesisleri’nden ayrılırken tesis çalışanları otobüsümüzün ardından
su dökerek bizi uğurlaması ayrı bir inceliği ortaya koyuyor…
HALKIN ATATÜRK’E HEDİYESİ
Ziyadem Kültür Park Tesisleri’nde deyiş yerindeyse tıka basa
yediğimiz o leziz köftelere doyduktan sonra Pelitli’de bulunan
Havalimanı’nı geçtikten sonra Trabzon şehir merkezine geliyoruz.
Soğuksu Mevkiinde bulunan Atatürk Köşkü bir parça soluklanmamız
için bulunmaz bir mekan… Mustafa Kemal Atatürk’ün 1930-1937 yılları
arasında çeşitli dönemlerde konakladığı ve Dersim (Tunceli)
isyanının bastırma planlarının yaptığı bu muhteşem mimarinin bir de
hoş hikayesi var. Bu hoş yapı Atatürk Trabzon’a sahilden gelirken
dikkatini çekiyor. Daha sonra bölge halkı tarafından Rum sahibinden
satın alınan bu zarif köşk Atatürk’e hediye ediliyor. Atatürk’ün
sınırlı zamanlarda gelip kaldığı bu köşkte vasiyetini yazması da
Köşk’ün hikayesini ilginç kılıyor.
AYASOFYA KİLİSESİ DİMDİK AYAKTA!
Atatürk Köşkü’ndeki ziyaretimizi tamamladıktan sonra Anadolu’nun üç
Ayasofyası’ndan biri olan Ayasofya Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Güneşli
bir öğle vakti ve her şeyin berraklaştığı bir zamanda geldiğimiz
Ayasofya kilesesi Bizans döneminin önemli fresklerini bünyesinde
barındırıyor. Rehberimiz Sait Bayram, fresklerin ne anlama
geldiğini anlatırken mabedin serin ve dingin atmosferinde kilisenin
günümüze ulaşmış bölümlerinde kısa bir gezinti yapıyoruz.
DÜNYADAKİ ÜÇ AİLEDEN BİRİ
Ayasofya Kilisesi’nin çıkışında bulunan ve Trabzon el sanatlarının teşhir edildiği sanat merkezi kesinlikle görülmeye değer yerlerden biri. Burada Trabzon el sanatı olan telkari ve hasır işlerini üreten sanatkarlar dünyada sadece üç aile tarafından icra edilen ve ismini bu aileden alan Kazaziye sanatı hakkında bilgiler veriyor.
MİLATTAN ÖNCESİ VAR OLAN BİR SANAT
M.Ö 2800 yılının ikinci yarısında hüküm sürmüş olan Lidyalılardan Anadolu insanına miras kalan kazazlık sanatı Osmanlı İmparatorluğu zamanında anadolunun önemli yerlerinde yaşatılmış; anncak Cumhuriyet kurulduktan sonra bu sanat sadece Trabzon da devam ettirilmiştir.Kazaziye Sanatı da tamamen el emeği ürünü. Bu ürünlerin örgü şekilleri ören kişilerin kendi özel isteklerine göre farklı model ve tasarımlarda şekillendirilebiliyor. Çok zarif görünümünün yanında bu ürünler aynı zamanda da sağlamlığıyla dikkat çekiyor… İkindi vakti otelimize doğru yol alırken Of’ta çay fabrikası gezisi yapıyoruz. Fabrikadaki ilgililer bize çayın kısıtla zamanda çayın tarladan toplanışından paketlenişine kadar serüvenini ve ideal çay demleme konusunda pratik bilgiler veriyor. Artık otele dönme vakti
SİNOP’TA BİZİ DİYOJEN KARŞILIYOR
Otelimizde yaptığımız nefis kahvaltının ardından sırasıyla Fatsa, Ünye, Çarşamba üzerinden Samsun’a varıyoruz. Sansun’u daha önce gördüğümüz için vakit kaybetmeden Bafra’ya doğru yol alıyoruz. Kızılırmak’ın Bafra’dan Karadeniz’e nazlı nazlı dökülüşünü izleyerek Gerze’ye tırmanışa geçiyoruz. Akşam Gerze’de kalacağımız için buradan da hızla Sinop’a ilerliyoruz. Sinop girişinde bizi Büyük İskender’e ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diyen ünlü filozof Diyojen’in elinde lamba yanı başında köpeği ve önündeki fıçısı karşılıyor. Heykel’e kısa bir göz gezdirtikten sonra ilk durağımız bir tarihi Sinop kalesi…
SİNOP KALESİNDEN ATLAYAMADIM
İÖ 7. yüzyılda da kenti korumak amacıyla kurulan. Roma, Bizans ve Anadolu Selçukluları döneminde birkaç kez onarılan tarihi kale günümüzde hâlâ özelliğini koruyor. Kalenin en yüksek burcundan kenti ve Karadeniz’i seyretmek başlı başına bir ayrıcalık oluyor. Dahası bu bölümde kalenin dokusuna zarar vermeden dizayn edilen kafede çaylarımızı yudumlarken şimdiye kadar gördüğümüz yerleri birer tesbih tanesi gibi birleştirerek hatırlıyoruz. Sinop kalesi notlarını birazdan bahsedeceğimiz ünlü edebiyatçı Sebahattin Ali’nin yazdığı ve Edip Akbayram’ın meşhur ettiği şu dizelerle noktalayalım:
Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşı ki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
BİZİ BU DERTLER OYALAR!
Ünlü edebiyatçı Sabahattin Ali başta olmak üzere Rıfat Ilgaz, Refik Halit Karay gibi Türk edebiyatına damga vurmuş isimlerin bir dönem zorunlu ikamet ettiği tarihi Sinop Kalesi bugün artık müzeye dönüştürülmüş. Türkiye’de şartları en zor hapishanelerden biri olan cezavindeni dolaşırken yüreğiniz burkuluyor. Hele hele hiç güneş yüzü almayan hücrelere bakmanın bugün bile cesaret işi olduğunu söylersek bir dönem yaşanan acıların çekilen hasretlerin ne demek olduğu daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz. Söz Sinop cezaevinden açılmışken, buraya gelen yerli turistlerin popüler dizi ‘Parmaklıklar Ardında’ filminin geçtiği koğuşunu merak etmesi bizlere bu tarihi yapının bir başka hüzün verici boyutunu adeta fısıldıyor. Kısa tuttuğumuz hapishane izlenimlerimizi Sabahattin Ali’nin bu mekanda yazdığı dörtlükle tamamlayalım:
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma
BU GEMİ ABDULLAH GÜL’Ü BEKLİYOR
1952 yılından günümüze yıllar geçtikçe Sinop turizminde yerini
almış, kentin olmazsa olmazlarından biri olan Ayhan Kotra sadece
Sinop’un değil Türkiye’nin gözdesi olmuş bir sanat mekanı. Burada
Ayhan Demir ve Sinan Demir’in birlikte yola çıkarak yıllarını
verdiği ağaç işi gemi maketlerinin birbirinden ilginç yüzlerce
örneklerini görmek mümkün. Ziyaret ettiğimiz mekanın yetkilileri
burada bize Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için yaptıkları gemi
maketini gösteriyor. Sabah yazarı Yavuz Donat’ın da köşesine
taşıdığı bu davetten şimdiye kadar henüz bir yanıt çıkmamış.
Dileğimiz Çankaya yetkililerinin bu zarif davete kulak verip
Cumhurbaşkanı için özel yapılmış bu nadide sanat eserinin Başkent’e
ulaştırılması…
TÜRKİYE’NİN TEK FİYORDU: HAMSİLOS
Ayhan Kotra’nın hemen yanıbaşında bulunan Örnek Mantı ve Böbrek
Salonu, Sinop’un kendine özgü spesfik yemeklerinin adeta geçit
töreni yaptığı bir lokanta. Sinop işi özel mantı, nohut, su böreği,
gözleme, etli ekmek gibi bölgeye has tadlara bakarak önce
Türkiye’nin tek fiyordu olan Hamsilos koyuna ardından Türkiye’nin
en kuzey ucu olan İnce Burna doğru yol alıyoruz. Sırasıyla
sağımızda kalan Akliman sahilinini seyrederek Hamsilos fiyorduna
geliyoruz. Burası Türkiye’nin tek fiyordu. Çam ormanlarının arasına
kıvrılarak giren denizin içlere doğru süzülüşünü seyretmek
gerçekten çok keyifli… Çamların altında rehavete kapıldığımızı
gören rehberemiz Sait Bey’in kafileyi yeniden otobüse bindirmenin
zorluğunu bildiğinden olsa gerek bizi keneyle korkutarak
yerlerimizden kaldırıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu blöf
etkili oluyor.
TÜRKİYE’NİN EN KUZEY UCUNDA
Bölge halkından bazılarının ‘Hamsihoroz’ dediği Hamsilos fiyordundan patika bir yola girerek yolculuğumuza devam ediyoruz.. Uzun sayılmayacak bir süre sonunda geldiğimiz yer Türkiye’nin en kuzey ucu: İnce burun… İnce burun’daki fenerin önünde taşlarla yapılan iki mezar hemen dikkatimizi çekiyor. Türkiye’nin en kuzey ucundaki deniz fenerinin bakımından sorumlu ailenin ise ziyaretçilerle zorunlu olmadıkça diyaloğa girmemesi ve ortalıkta görünmemek için özen göstermesinin anlaşılabilir bir şey değil…Türkiye’nin en kuzey ucunda bir hatı fotoğrafı çektirmemizin ardından kalacağımız güzeller güzeli otelimize doğru yol alıyoruz.
GERZE’NİN TURİZM GÜLÜ: OTEL GERUZE
Sinop’tan Gerze’ye akşamüstü gelebiliyoruz. Manzarası ve muhtesem mimarisi ile Sinop'un en güzel sahil şeriti Gerze'de 2006 tarihinde açılan Geruze Hotel’ne daha ilk girişte ‘Bu ülkede turizm adına güzel şeyler oluyor’ sözüne hak verdirecek nitelikte Karadenizin muhteşem doğasına sahip otelin denize bakan cephesinde bir gece konaklamanın bir ömre bedel olduğunu söylersek kesinlikle abartmış olmayız. Hele hele akşam otel restaurantında yediğimiz yemeklerin lezzetine girersek bu yazımızın sonuna getirmek hayli zorlaşır..
KARADENİZ’İN BODRUMU’U BOŞA DENMEMİŞ
Akşam yemeğini yememizin hemen ardından Sait Bey dostumuzun
Gerze’nin merkezini dolaşma fikrine önce soğuk baktıysak da bunun
ne anlama geldiğini ilçe merkezine girdiğimizde anlıyoruz. Burası
gerçekten sosyo kültürel olarak incelenmesi gereken bir ilçe.
Gecenin hayli ilerleyen saatlerinde ve hafta içi bir güne
rağmen cıvıl cıvıl hareketliliğe sahip olan sosyal yaşam
hemen kendini belli ediyor. Gerze sahilindeki çay bahçeleri,
restaurantlar ve cana yakın insanıyla Karadeniz’in Bodrum’u
nitelemesini fazlasıyla hak ediyor.
BURALARDA HALA BEŞİKTAŞ ŞAMPİYON
Gerze gençlerinin şehir sokaklarında bulunan sevimli olduğu
kadar zarif çeşmelerini o sene Süper Lig’de hangi takım şampiyon
olmuşsa o kulübün rengine boyaması Türkiye’de pek rastlanılmayan
güzel bir pratik olsa gerek. Sözü gelmişken dostça dokundurmadan da
geçemeyeceğiz. Bu sene Bursaspor’un şampiyon olmasına rağmen şehrin
çeşmelerinin hala bir önceki şampiyon Beşiktaş’ın siyah beyaz
renklerle duruyor olması Gerzeliler’in fair play anlayışıyla
örtüşmediğini söylemeli… Gerçi bizi otele götüren taksi şoförünün
bu durumu ‘Burada Bursaspor taraftarı yok ki!” gerekçelendirse de
ben hala aynı tezimde ısrarcıyım…
ANADOLU’NUN AĞIR BAŞLI KENTİ: KASTAMONU
Gerze’de bir gece konaklamamızın ve sabah kahvaltısının ardından
sırasıyla Dranaz Geçidi, Boyabat sapağı ve Taşköprü’ye geliyoruz.
Taşköprü merkezde yapılan ağaçlık içinde çay bahçesinde
rehberimizin Sait’in beş dakika kadar dediği ancak bizim 25
dakikaya uzatarak yolcuların tepkilerini çektiğimiz uzatılmış çay
molasının hemen sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun en öneli
sancağı olan ve Kurtuluş Savaşı’nın emektar kenti Kastamonu’ya
ulaşıyoruz. Bu güzel şehri gezmeye ilk bakışta tüm azametiyle bizi
sarmalayan Şerife Bacı Anıtı’ndan başlıyoruz.
BU SUDAN İÇENLERİN DİLEĞİ GERÇEKLEŞİYOR
Şerife Bacı Anıtı’nda hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra zaman kaybetmeden Nasrullah Camii, Münire Sultan El Sanatları Çarşısı ve Aşirefendi Medresesi’ni geziyoruz. Nasrallah Camii’nin yanıbaşında bulunan şadırvanından su içenin dileği gerçekleşiyoruz. Bu fırsattan yararlanmak için şadırvanın serin sularını içiyor ve niyetimizi dileğimizi kendimize saklıyoruz.
KASTAMONU’DA BİR KÜLTÜR ELÇİSİ
Şadırvan’ın biraz ötesinde bulunan Münüre Sultan Sofrası Kastamonu’ya has zengin yemek çeşitleriyle olduğu kadar işletmecisiyle de dikkat çeken bir mekan. Lokantanın işletmecisi Yavuz Emen’in bizleri dostça karşılayıp, iğne atılsa yere düşmeyecek dediğimiz öğle vakti zaman ayırması ise Kastamonu insanının misafirperverliğini bir kez daha ortaya koyuyor. Bu güzel mekanda şimdiye kadar birçok ünlüleri ve bürokratları ağırlayan Yavuz Emen, kent kültürünün tanıtılması için adeta bir arı gibi çalışıyor.
HEMŞEHRİLERİMİZ KİMLİĞİYLE GURUR DUYSUN
Biz bir yandan güzelim etli ekmek, banduma ve tiriti yerken bir yandan adeta kültür elçisi edasıyla konuşan Yavuz Bey’e kulak veriyoruz. Yavuz Emen, Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış olan Kastamonulu hemşehrilerinin kimlikleriyle onur duymasını söylüyor. Zarif tavırları ve adeta diplomat nezaketiyle dikkati çeken Emen Bey, hiç de haksız değil… Günümüzün modernlik adına çarpık binalaşmaya sahne olan birçok kentin yanında açık hava müzesi haline gelen Kastamonu’da yerel ve otantik kültürün hala yaşıyor olması, şehrin kendine has dinginliğinde hissettiğimiz huzur ikliminin bozulmaması en büyük dileğimiz…
SÜRPRİZLERLE DOLU SAFRANBOLU
Yavuz Bey’in bizzat bizi uğurlamasıyla devam eden yolculuğumuzun
bundan sonraki durağı ise sadece Türkiye’nin değil dünyanın da
gözbebeği olan Safranbolu. Karabük ilinin sınırları içinde olan
Safranbolu günümüzde UNESCO tarafından dünya kültür mirası
listesine alınarak korunan nadide beldelerimizden biri. Daha önce
birçok kez gelmiş olduğumuz Safranbolu’nun meşhur İkram lokumunu
anlatmaya gerek yok. Dünyaca tanınmış lokumcunun önünde dikkati
çeken kuyruğu söylememiz bu konuda yeterince bilgiyi veriyor zaten.
Burada İmren Lokumları'nın yakışıklısı Caner Gömleksiz, lokum
tadında sıcak yüreğiyle karşıladı beni. Safranlı enfes lokumlar
ağzımızda dağılırken bir yandan da hasret gideroyuruz. Bu arada
safranlı kolonyayı dünyaya tanıtan safran çiçeğinin 21. yüzyılın
temsilcisi kadim dostum Cem Kuş, kendine özgü dünyasında dalmış
gitmiş geçmişe, "Offfff of" diyor ve ekliyor: "Senin işlerin"...
Safranbolu İmren Lokum Konağı'nın başarılı işletmecisi Mehmet
Bey, "Safranbolumuza yine bekleriz" diyerek uğurluyor bizi. Daha
önceki yazımlarda da Safranbolu'nun gururu bu tatlı konağı sizlerle
paylaşmıştık.
SAFRANBOLU’YA GELİNMEZ KALINIR!
Safranbolu’da adını yörede yetişen safran bitkisinden alan Müzekent Safranbolu’ya ‘merhaba’ diyerek gezimize başlıyoruz. Sırasıyla Cinci Hoca Hanı (şu anda otel oldu), Cinci Hoca Hamamı’na bir göz atarak soluğu Kaymakamlar evi Müzesi’nde alıyoruz. Klasik Türk evinin nasıl olduğu hakkında zengin fikir veren bu konağı gezdikten sonra Pazar Yeri, Yemeniciler Çarşısı, Köprülü Cami ve bahçesinde bulunan orijinal güneş saati,Semerciler Çarşısı, Demirciler Çarşısı eski hükümet konağı, Rum ve Türk mahallelerinin panoramik seyrinden sonra Saat Kulesi’ni geziyoruz.
BAĞLAR MEVKİİNDE KONAKLAMANIN KEYFİ
Safranbolu’nun yılankavi sokaklarının güzelim Arnavut
kaldırımlarını arşınlamamızın yanı sıra yaptığımız alışverişin
ardından yorgunluk bedenimizde yavaş yavaş kendisini hissettiriyor.
Bu noktada şehrin kuzeyinde bulunan Bağlar Mevkii’nin serinliği
imdadımıza yetişiyor. Safranbolu’nun merkezindeki insan cümbüşü
burada kendini sakinliğe bırakıyor. Dev ağaçların yer aldığı
sevimli bir bahçenin içine kurulan Park Otel dışarıdan konak
görünümü içeriden ise modern ve sevimli tefrişiyle kendini
hissettiren bir konaklama mekanı… Akşam yemeğinin ardından Park
Oteli’nin bahçesinde canlı müzik eşliğinde otel işletmecisi İsmail
Bey’in bize sunduğu Türk kahvesini yudumlamak günün tüm
yorgunluğunu gideriyor…
DÜNYANIN GÖZÜ’NE GÖZ KIRPMAK
Sabah kahvaltısının sonra ardımızda yaşanılan güzellikleri gerimizde bırakarak İstanbul’a dönmenin burukluğunu hissetmeye başladığımızda imdadımıza bu kez Batı Karadeniz’in incisi Amasra yetişiyor. Park Oteli personeline teşekkür ederek otobüsümüze biniyor dere, orman ve dağ manzaralı Karadeniz yollarından ve Bartın Çayı’nın kollarını t akiben bölgenin eşsiz kıyılarına sere serpe uzanmış olan Amasra’ya geliyoruz. Fatih Sultan Mehmet’in ilk gördüğünde gözünü kamaştıran ve lalasına dönerek “Lala! Çeşm-i cihan (dünyanın gözü) bu ola?” diye sorduğu Bakacak Tepesi’nden Amasra ve çevresini seyrediyor ve bu eşsiz güzelliği ebedileşmek için deklanjörlerimize basıyoruz.
İSTANBUL ÖNCESİ BALIK ZİYAFETİ
Amasra’da Bedesten (Roma Bazilikası), Kale içi, Bizanslılar
döneminde Kilise, Osmanlılar döneminde cami olarak kullanılan
(kilise-cami) şapel, liman, oymacılar çaşsını gezdikten sonra
bölgenin kuzey ucunda bulunan Boztepe mevkine gelerek buradaki
büfenin sevimli bahçesinde çaylarımızı yudumluyoruz. Boztepe’nin
kıvrılan sokaklarda inerek Ceşm-i Cihan’da deyiş yerindeyse ‘ikram
tacizi’ne uğruyoruz. İkram tecizi dememiz boşa değil, zira buradaki
balık lokantasında son derece ekonomik bir para ödeyerek
‘istediğiniz kadar’ balık yiyebilirsiniz. Öğle yemeğinin ardından
yaptığımız tekne turunda Küçük Liman ve Tavşan adasını görerek
artık yavaş yavaş İstanbul’a hareket etmek için otobüsümüzdeki
yerimizi alıyoruz.
SAİT BAŞKAN’A ALKIŞ SAĞANAĞI
6 gün boyunca Amasya’dan başlayıp Amasra’da sona eren
yolculuğumuzda gece gündüz demeden bölgeyle ilgili bilgiler vererek
nefes tüketen sevgili Sait Bayram hareket halindeki otobüste
mikrofonu eline alarak bizlere veda konuşması yapıyor. Sırasıyla
gezdiğimiz, gördüğümüz, konakladığımız yerleri bize kısa yoldan
yeniden hatırlatan Sait Bey, kendine özgü esprileriyle söylemini
adeta taçlandırıyor. Seyahat boyunca gerek bilgisi, gerek
görgüsü ve gerek donanımlı kültürüyle bize başkanlık eden
(Kendisi her ne kadar bu hitaba itiraz ettiyse de sonunda ısrarlı
tekrarlarım sonucu kabul etmek zorunda kaldı) Sevgili Sait Başkan,
bir başka yolculukta birlikte olma temennisinin de ötesine geçerek
misafirlere her zaman kendisini arayabileceklerini söylüyor. Burada
dinamik rehberimiz kuvvetli bir alkışı hak ediyor…
ELLERİN DERT GÖRMESİN BİLAL KAPTAN
Benim Samsun’dan Sarp’a dediğim aslında İstanbul’da Sarp’a kadar
olan yolculuğumuzda canımızı emanet ettiğimiz uzun yılların
tecrübeli kaptanı Bilal Çalışkan ise Karadeniz serüvenimizin
görünmez kahramanlarından. 6 gün boyunca ve 3 bin 400 kilemotre
yolu kat ederek her türlü sorunu büyük bir güven hissiyle çözmeye
çalışan, ağır başlı olduğu kadar olgun davranışıyla her türlü
teşekkürü hak ediyor. Benim gibi trafik kazası takıntılı birisinin
çetin Karadeniz’in zirvelerinde içi ürpermeden yolculuğunu
tamamlamış olması Bilal Kaptan’ın hanesine koskocaman bir artı
olarak yazıldığını belirtmek isterim.
Yeni bir tatil yazısında buluşmak üzere...